14 Ocak 2008 Pazartesi

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Seyretmek ve seyredilmek…


Milan Kundera’nın çok-satan kitabından uyarlanan film, romanın mantığını ve yaklaşımını koruyor. Ama, olay kurgusu ve ayrıntılar, romandan epey değişik. Asıl sorun ise, kişiliklerin “boyutluluk”larından çok şey kaybetmiş olmaları. Yine de, Kaufman, kendi içinde tutarlı ve özgün bir çalışma çıkarmış ortaya…




İki küçük sahne ile açılıyor Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Tomas’ın “seyretme tutkusu”: Sabina ve bir hemşire…

Kaufman, filminin ritmini olabildiğince ağır tutmaya çalışmış. Bu da bir “seyretme tutkusu”. Ama onunki daha önemli. Çünkü bizi de ortak ediyor bu “suç”a…

Tomas’a bakarken, çok az kişide bulunan bir özelliğini fark ettim: Maskesi şeffaf. Bir erdem mi, yoksa zaaf mı, bilemiyorum. Ama ne zaman, nereye baksa, ne için bakacağını belli ediyor.

Tereza güçlü değil. Ne kadar sıkı tutunursa, o kadar güçlü görüneceğini sanıyor yalnızca. Tomas’a da, fotoğraflara da, bu duyguyla sarılıyor.

(Film için bir eksiklik: Tereza’nın Tomas’ı işgali ile, Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgali arasında bir koşutluk kuramıyor. Oysa ne kadar benziyorlar. İkisi de “iyiniyetli”! İkisi de gücünü gösteriyor!)

En kendisi olan Sabina. O kadar kendisi ki, başkasına izin vermiyor hiç. Sınırı var. Tomas’ı çok seviyor, çünkü Tomas hiç durmuyor; gideceği baştan bilinen bir tutkunun zevkini yaşamak istiyor Sabina. Franz bütün içtenliğiyle “karımı terk ettim, sana geldim” dediğinde yüzüne çöken o dehşetli hüzün, bu yüzden. Sürekli olan, kalıcı olamıyor. Çelişki mi? Yok canım.

“Seyretme tutkusu” demiştim. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, bir anlamda da, bakmak ile görmek arasındaki çizgi üzerine bir film. Sabina bilmek için bakıyor. Tomas tanımak için. Tereza sahip olmak için. Ama hepsi görüyor. Filmde bir “bakan” yok. Belki biraz Franz. Bu anlamda seyirciye en çok benzeyen de o zaten.

Bakmakla yetinmeyip görebilseydi, “sana geldim” demezdi Sabina’ya. Sabina bundan kaçıyor çünkü, çok açık. Anayurdundan kaçışı da bundan. Hele ki işgal edilmişken, “yurtseverlik” uğruna kalmak, ona göre değil. Bu da bir tür bağımlılık çünkü. Yurduna kızıyor biraz da, bağımlılaştığı için.

Tomas, Sabina’ya çok benziyor bir anlamda. Başka kadınlar, Tereza ile yaşadığı sürekliliği kırmak için (eski alışkanlığı tabii… mi diyorsunuz? O kadar basit değil bence). “Sevgisiz bedensel birleşme” ile aşk arasındaki fark mı? Tereza, Tomas’ı anlayabilmek için mühendisin “altına yattığında”, yaşadığı sürekliliğin kesintiye uğradığını anlıyor. Ağlayışında “demek başka kadınların anlamı buymuş” ifadesi yok mu? Oysa hep birlikte olmak ne güzel ona göre, aynı yatakta uyumak, hem de el ele. Peki ya bağımlılık?

Şu humor meselesi? Kundera’dan direkt devralınmış, hemen hemen tek şey diyebilirim. Ama, o da fazla uzun ömürlü olmuyor. Başlarda çok yoğun, sonra sevişme sahnelerinde sürüyor, ama gitgide yok oluyor. Kundera ile Kaufman’ın temel farkı, Sabina ve Tomas ile Tereza’nınki kadar. Ne kadar acı çeker, sarsıntı yaşar, hayalkırıklığına uğrarsanız, o kadar alaycı bakarsınız yaşama. Sarkastizm, yaşamışlıkla doğru orantılı. Tereza ise, çok ciddiye alıyor yaşadıklarını. Kaufman da öyle…

Bakmak ile görmek demiştim. Tomas, tanımak için bakıyor ve her kadını ayrı ayrı, görüyor. Sabina da Tomas’ı görüyor ama. Öbür kadınlardan böyle bir farkı var. Hatta Tereza’dan bile. Tomas’ın yaşamını işgal ediyor Tereza. Ama, bedeniyle çok ilgili değil. Oysa işgalci iyi tanımak zorunda. Tomas, bu üstünlüğünü yitirdiğinde, sürekliliği yaşamaya da mahkum oluyor işte. Kendi bedenini göstermiyor belki (o kadar çok “soyun” demeye alışkın), ama Tereza, Sabina’nın bedenini tanıyınca fotoğraf çekimi yoluyla, bir üstünlük elde ediyor: Tomas’ın tanıdığı bir “şeyi” tanımak!

Görmenin sakıncaları da var ama. Sahip olmak için baktığı görüntüler, Sovyet işgaline sokaklarda yılmadan direnen o genç insanların fotoğrafları, Sovyetler tarafından direnişçileri belirlemek için kullanınca anlıyor bunu Tereza. Çünkü onun bir onur olarak gördüğü şey, başkaları için bir başka anlam taşıyor. Bir görüntüyü elde etmek, onu indirgemeyi de getirir.

Kaufman’ın kişilerini indirgediğini söylemek mümkün. Kundera’nın farkı (ve avantajı) burada. Romandaki kişiler, tüm boyutlarıyla vardı; filmde ise, dümdüz hepsi. “Nasılsa öyleler” demek istiyorum. Oyuncuların katkısı, bu açıdan önemli. Daniel-Day Lewis’i daha önce gördük (Manzaralı Oda’da), yine göreceğiz (Benim Güzel Çamaşırhanem’de); yüzünü çok iyi kullanan bir oyuncu. Juliet Binoche da öyle, Tereza’nın çocuk yüzü. Ama o kadar değil tabii, biraz şımarık çocuk da. Az şey istiyor belki ama, tam istiyor. Lena Olin, Bergman oyuncusu, ne denebilir ki? Üstelik yalnız o değil, Provadan Sonra’da birlikte oynadığı bir Bergman oyuncusu daha var: Erland Josephsson. Gözden kaçıyor sanırım, o bakanlık görevlisi var ya, Tomas’a imzalaması için bir kağıt getiren, adı Daniel Olbrichsky’dir ve de büyük oyuncudur, dikkat edin.

Kaufman, Bergman’dan birini daha almış: Sven Nykvist. Kamera böyle kullanır, dedirtiyor (işgal sahnesi, onun ve kurgucunun açısından, bir doruk noktası).

Kaufman’ın iki göstergesi var: Şapka ve ayna. Birincisi, Tomas ile Sabina arasındaki sessiz diyaloğun nesnesi: Süreksiz birliktelik. İkincisi, filmin ana ekseni: Görmek ve görülmek.

Tomas ve Tereza öldüler. Üzüldünüz mü? Seviyorlardı ve sürekli birlikteliğe geçmişlerdi artık. Onun için, üzülmeyin hiç, bu bir “happy end”. Biraz değişik de olsa… Ama “sonsuz dönüş” var daha. Nietsche’ye bir danışmak gerek tabii…

Hiç yorum yok: