15 Ocak 2008 Salı

İşaretler

Bu alamet neye delalet?..


Ne yalan söyleyeyim, İşaretler filmini başlı başına bir “kabus” olarak görmek isterdim. O zaman, özellikle Altıncı His’te hepimizi şaşkına çeviren bir zeka ve beceri sergilemiş olan yönetmen M. Night Shyamalan’ın, önceki filmlerinin de ana ekseni olan inanç meselesini bu kez daha da belirgin bir biçimde ele alırken eski moda bir “uzaylı istilası” korkusuna başvurması üzücü bir hüsrana yol açmazdı. “Uçan daireli insan benzeri canavarımsı düşman uzaylılar” gibi artık en azından sinemasal açıdan hükmü kalmamış türden bir olaylar dizisi, filmin hikayesi değil, karakterin inanç krizinin açığa çıkardığı korkularının yansıması olurdu, dolayısıyla, her yeni filmi merak ve heyecanla beklenen Shyamalan hakkındaki olumlu görüşlerde ciddi bir dalgalanma olmazdı.
Her şey bir “kabus”tan ibaret olsaydı, incelik ve dikkatle işlendikleri için filmin temel yapısını ele veren kritik ayrıntıların önemini sonunda ancak bütünü gördüğümüzde fark ettiğimiz Altıncı His’in aksine, bu kez nerdeyse gözümüze sokularak filmin akışına yerleştirilen ve sonunda gerçekten hepsi bir biçimde belirleyici olan bütün o tuhaf ayrıntılar, mesela küçük kızın evin dört bir yanına bıraktığı su dolu bardaklar ya da ölen eşin son nefesinde ettiği alakasız cümle, yönetmenin birer “mucize” yapmak için kurduğu biraz zorlama numaralar değil, adamın bilinçdışından geldiği için makul sayılacak “işaret”ler olurdu.
Üstelik film de, “bilim-kurgu gerilimi üzerinden bir inanç tazeleme draması” olmaktan çıkar, “bir adamın karısının ölümüyle yaralanan iç dünyasında inancını kaybetme korkusundan türeyen bir kabus” olarak farklı anlamlandırmalara açık bir yapıt haline gelirdi.
Ama ne yazık ki, böyle bir okumaya imkan verebilecek yalnızca iki küçük ayrıntı var: Filmin en başında bütün olayların babanın bir kabustan uyanmasından sonra başlaması ve çocuklarının baktığı kitapta bir uzaylı saldırısını anlatan çizimdeki evin aynen ailenin evine benzemesi, ki bunları bile filmin bütününün bir kabus olduğuna dair birer işaret saymak için Shyamalan’ın bu kadar sıradan bir hikaye anlatmayacağına “inanmak” gerekiyor.
(Çocuk babasına “senden nefret ediyorum” diyor, adam Tanrı’ya aynı cümleyle haykırıyor, sonunda adam oğlunu, Tanrı ikisini birden kurtarıyor, gene de mesajı anlamayan varsa diye, en sonunda adam yeniden rahip kıyafetiyle karşımıza çıkarılıyor!)
Öyle ya, hayati bir “eksik” var filmde: Yönetmen bize böyle bir şey “söylemiyor”, hikaye başlayıp bitiyor, ama bütün bunların “aslında” bir adamın zihninde olup bittiğine dair ne bir ses ne bir nefes duyuluyor!
Shyamalan, küçük ve düz bir hikaye anlatıyormuş gibi görünüp hiç beklenmedik bir dönemeçle bütün yolu yeniden gözden geçirmemizi sağlayarak bütünün o ana dek fark ettirmediği anlamını ortaya çıkaran bir yönetmen olarak dikkat çekmişti, ama bu kez muhtemelen aldığı büyük övgülerle gereğinden fazla yükselen özgüveni yüzünden, belirgin temalarını ısrarla sürdürmeyi ihmal etmeden farklı bir şey yapmak için bir “sürpriz final”den kaçınmak isterken “açıklama” yapmaktan da imtina etmiş ve bir nevi “anlayan anlasın” tavrına girmiş galiba...
Evet, “galiba”, çünkü eğer böyle değilse, ki bence değil, Shyamalan’a yakıştırmak zor gelebilir ama, eldeki film hakikaten pek yavan kalmış...
Shyamalan ayrıntılara çok düşkün, her şeyin bütüne hizmet etmesi gerektiğini düşünüyor, ki bu sinemasal açıdan çok doğru bir seçim, tabii eğer o ayrıntılar ince bir kıvraklıkla kullanılırsa. (Bu noktada, kadın polisin ilk gelişindeki konuşma, günah çıkarmak isteyen tezgahtar kız, bükülen mısırlar yüzünden birkaç kez bahsi geçen adamlar gibi, işlenmediği için fazlalık olarak kalan ayrıntılar da var!) Nitekim, mesela Altıncı His bu hususta nerdeyse mükemmel bir örnekti, dönüp bir daha seyrettiğinizde yol boyunca “çaktırmadan” döşenmiş nice “işaret” buluyor ve filmin asıl hikayesinin yalansuz dolansız saklanabilmiş olmasına yeniden hayran oluyordunuz, ama bu kez ayrıntıların hepsi kader inancını desteklemek üzere baştan sona göstere göstere sergileniyor, siz de sürekli olarak “hah, bak bu da kesin bir yere bağlanacak” duygusuna sürükleniyorsunuz, üstelik sonunda hepsinin bağlandığı mesele de “eh yani, bütün hikaye bu muydu” dedirtiyor, hatta çocuğun astımı bile “herşeyde bir hayır vardır” noktasına geliyor!
Gene de hakkını teslim etmek lazım, Shyamalan’ın ayrıntılar hususunda yönetmenlik tekniği açısından yetenekli ve yaratıcı olduğu aşikar, özellikle gündelik nesnelerin gerilim malzemesi olarak kullanımı, mesela gizemli hışırtıların geldiği bir bebek odası telsizi ya da kapalı bir kapının ardında ne olduğunu görmek için ayna niyetine kullanılan bir bıçak, sessizliği bile korkunç hale getirecek kadar sıradan seslere dayanan bir gerginlik, mekan tasarımından çerçevelendirmelere (solgun bir renk bütünlüğü yakalayan usta görüntü yönetmeni Tak Fujimoto), ışıktan müziğe (klasik korku-gerilimleri daha baştan hatırlatan vurgulu ezgiler çıkaran usta besteci James Newton Howard), oyuncu yönetiminden (belki de ilk kez durgun ve şaşkın bir adamı canlandıran heyecanlı rollerin yıldızı Mel Gibson kadar, Joaquin Phoenix ile çocuk oyunculardan da inandırıcı performanslar alan Shyamalan’ın bu açıdan tek istisnası kendisi) kurguya uzanan bir titizlik sayesinde, özel efektlere nerdeyse hiç başvurmadan, durgun akışına rağmen seyirciyi her an tetikte tutarak sonuna kadar perdeye bağlayan bir anlatım kurmakta hiç sıkıntı çekmiyor...
Az şey değil, birkaç karaltı ya da bir tek el göstermekle yetindikten sonra, özellikle ikinci yarı boyunca, finale kadar, birkaç televizyon haberi hariç, sadece dört kişinin bir evin içinde yaşadığı endişe ve korkuyu göstererek “uzaylı istilası”nın dehşetini hissettirecek kadar sağlam bir atmosfer oluşturma mahareti var karşımızda...
Ama gene de, Shyamalan’ın yönetmenlik yeteneği bir kez daha takdir edilse bile, filmden geriye bir tatminsizlik kalıyor, salondan hüsranla çıkılıyor...

Hiç yorum yok: