15 Ocak 2008 Salı

Duvara Karşı & Aşkta Herşey Mümkün

Eşsiz bir oyuncu malzemesi: Kendisi...

Geçen hafta gösterime giren iki filmin de, başrollerini paylaşan kadın ve erkek oyuncular tarafından sürüklenmesi, hatta onlardan beslenmesi ilginç bir tesadüf doğrusu...
Kuşkusuz, ne “Duvara Karşı”nın yönetmeni Fatih Akın’ın, ne de “Aşkta Herşey Mümkün”ün yönetmeni Nancy Meyers’ın hakkını yemek isterim, üstelik ikisi de senaryolarını bizzat yazmışlar, yani filmlerini en başından itibaren kendileri şekillendirmişler. Dolayısıyla, oyuncularının perdeden taşan etkisi, filmlerinin baskın unsuru haline geliyorsa, bu da onların tercihi aslında...
“Duvara Karşı” kirli, uçarı, karanlık ve yakıcı, “Aşkta Herşey Mümkün” parıltılı, hınzır, eğlenceli ve rahatlatıcı ise, bu, hikayelerinin gerektirdiği anlatımı ve karakterlerinin getirdiği dünyayı hakkıyla kurabilen yönetmenlerin eseri elbette, ama işte, iki filmde de, oyuncuların yüzleri gelip her şeyin önüne geçiyor.
Üstelik, Fatih Akın da, Nancy Meyers da, oyuncularının belirleyici olduğunu açıkça beyaz etmekten çekinmiyorlar zaten...
Fatih Akın, özellikle Sibel Kekilli’nin roldeki gelişim sürecine daha kolay uyum sağlayabilmesi için başvurduğu “zaman sırasına göre çekim” yöntemine bağlı olarak oyuncularının çekimler boyunca yaşadığı fiziksel ve ruhsal değişimin etkisiyle filmin finalini bile değiştirdiğini söylerken, Nancy Meyers senaryosunu daha fikir aşamasındayken iki yıl öncesinden konuşup anlaştığı Nicholson ve Keaton’ın mesleki ve kişisel özelliklerini göz önünde tutarak yazdığını belirtiyor...
Gerçi hiç dile getirmeseler bile, perdedeki duygu yoğunluğu da belli ediyor bu durumu...

Hırçın kırılganlık...

“Duvara Karşı”daki karakterler mesela...
Sibel’in saf maceraperestliği ve hırçın kırılganlığı yüzünden aldığı derin yaraları nihayet sakin bir ilişkiyle annelik limanında iyileştirme çabasında, Sibel Kekilli’nin porno oyunculuğundan market kasiyerliğine uzanan hayat mücadelesine benzer bir dalgalanıp durulma sezilmiyor mu, hatta Sibel’deki her türlü günaha ve yıkıma açık yaramaz çocuk coşkusunda, ilk kez bir karakter canlandırmak için kamera karşısına geçen Sibel Kekilli’nin doğallığı hiç bozulmamış heyecanı yok mu biraz da?
Cahit’in bedenini günbegün hırpalayıp tüketerek yüreğindeki acıyı bastırmaya çalışırken girdiği kayıtsız karamsarlıkta, bu rolü doğrudan onu düşünerek yazdığını söyleyen Fatih Akın’ın deyişiyle, Birol Ünel’in “Jim Morrison ile Kurt Cobain’deki şiirsel özyıkıma hayranlığı”ndan yansımalar, hatta bizatihi “kısmen kendimi oynuyorum” derken belirttiği “derisini kalınlaştırmış” zorluklardan geçip gelmiş olmasından izler yok mu biraz da?

Tecrübeli hınzırlık...

Ya da “Aşkta Herşey Mümkün”deki karakterlere bakınca...
Bir müzik şirketinde çalışarak başladığı meslek hayatında yöneticilikten sonra yapım şirketi patronluğuna da yükselerek zenginleşip ünlenen, 63 yıllık ömründe bir kez bile 30 yaş sınırının üstüne çıkmayacak kadar genç kadın düşkünü bir hızlı çapkın olan Harry Sanborn’un kalbi tekleyince şaşkınlıkla sarsılan Viagra destekli delidoluluğunda; MGM’de kuryelik yaparak girdiği sinema dünyasında (dört kez ödül getiren toplam 12 adaylıkla) en çok Oscar adaylığı kazanan oyuncu olarak tarihe geçen, üç farklı kadından dört çocuk babası olduğu halde Hollywood’un “yaramaz çocuklar” listesinin üst sıralarından hiç inmeyen, “Sadece iki kadınla birlikte olduğum zaman Viagra kullanırım” diyen Jack Nicholson’ın haylazlıkla olgunluk karışımı karizmasının ışıltıları yok mu mesela?
Başarılı bir oyun yazarı olarak seçkin bir entelektüel kimliğine kilitlenmiş, kocası tarafından genç bir kadın için terk edildikten sonra kendisini duygusal ve cinsel olarak emekliye ayırmış 55’lik Erica Barry’nin hiç beklenmedik biçimde biri epey genç iki erkek arasında kaldıktan sonra gözyaşlarıyla yaratıcılığını kamçılayacak olan aşka yeniden kapı açınca canlılığa kavuşan ağırbaşlılığında; üniversitede drama okumuş tiyatro kökenli bir oyuncu olarak (biri ödül getiren) dört Oscar adaylığıyla taçlanmış bir ustalığa erişen, hiç evlenmemiş olan, “Çevreme bir duvar ördüğüm için beni tanımak zor oluyor” diyen Diane Keaton’ın 58 yaşında kamera karşısına bir anlık da olsa çıplak çıkmaktan çekinmemesini sağlayan muzipçe bir özgüven de içeren hanımefendiliğinin ışıltısı yok mu mesela?
Diyebilirsiniz ki, nerede “Duvara Karşı”nın sert ve acılı romantizmi, nerede “Aşkta Herşey Mümkün”ün hafif ve neşeli romantizmi?
Evet, öyle, alakasız iki film, bambaşka kulvarlarda kendi açılarından başarılı da olsalar, birbirlerine hiç benzemiyorlar, ama ortak yönleri, bir oyuncunun en iyi malzemelerinden birinin, bir enstrüman gibi kullanması gereken bedeni gibi, bütün duyguları, düşünceleri ve tecrübeleriyle “kendisi” olduğunu göstermeleri...
Sibel’in yıpranışında Sibel Kekilli’nin kişisel hırpalanmışlığından, Cahit’in karamsarlığında Birol Ünel’in entelektüel sıkıntısından, Harry’nin gönülçeliciliğinde Jack Nicholson’ın tecrübeli hınzırlığından, Erica’nın parıldayışında Diane Keaton’ın keyifli zarafetinden gelen başka bir derinlik, bu filmlere güç katan başka bir zenginlik hissediliyor...
Ki, beyazperdeden salona yayılan harareti yükselten de bu oluyor...

Hiç yorum yok: