15 Ocak 2008 Salı

Uykusuz

Uyan, uykusu çok gözlerim...


Norveçli yönetmen Erik Skjoldbjaerg’in imzasını taşıyan 1997 tarihli “Insomnia” Kuzey Avrupa havasının egemen olduğu daha ağır ve daha karanlık bir filmdi, onun dedektifi ahlaki zaafları daha yoğun, daha kötücül bir karakterdi. Mesela, tanık olarak arabasına aldığı kız öğrencinin bacağını okşuyordu. Oysa genç yönetmen Christopher Nolan’ın imzasını taşıyan 2002 tarihli Amerikan “Insomnia”sının dedektifi, kız eteğini sıyırıp bacaklarını gösterdiğinde göz ucuyla baksa da elini sürmüyor. Norveçli dedektif en sonunda içine düştüğü açmazdan yakasını sıyırıp gidiyordu. Amerikalı dedektif ise ahlaki olarak bocalamanın bedelini ödüyor. Özetle, Norveçli dedektif suçluluk meselesini atlatmakta fazla zorlanmayan bir anti-kahramandı, Amerikalı dedektif bir kaza yüzünden telaşa kapılınca devam ettiği hatalarla yolundan çıkmanın acısını çeken vicdan sahibi bir kusurlu kahraman oluyor...
Özgün filmin akışını, katil karakterini biraz daha öne çıkarmanın ve gerilim artırmak üzere birkaç polisiye ayrıntısı geliştirmenin dışında, neredeyse birebir koruyan, ama aynı zamanda özenli bir diyalog çalışmasıyla yeni boyutlar kazandıran senaryo yazarı Hillary Seitz’ın, birkaç fırça darbesiyle böylesi bir yön değişikliği yaratabilmesine şapka çıkarırken, sonucun “Hollywoodlaştırma” denilerek küçümsenecek bir hafifleştirme değil (belki de “hafifleştirme” denilebilecek en belirgin şey, özgün filmde dedektif sokakta canlı bir köpeğe ateş ederken, bu yeniden çevrimde vurulan köpeğin zaten ölü olması), kendine has erdemleri olan farklı bir “tavır” olduğunu da teslim etmek gerekir, çünkü karşımızda çok iyi bir film var...
Geriye dönüşlerle ilerleyen Following ve baştan sona doğru yürüyen Memento filmlerinde sinemasal zamanla oynayarak taze bir anlatım kuran 32 yaşındaki bağımsız çıkışlı İngiliz yönetmen Christopher Nolan, ilk kez geniş bir bütçeyle, büyük yıldız oyuncularla ve temel olarak çizgisel gelişen bir senaryoyla çalışmış, üstelik özgün bir proje değil, bir yeniden çevrim gerçekleştirmiş, ama gene de filmi kendine ait kılmayı becermiş. (Yapımcıları arasında bulunan Steven Soderbergh’in de ‘hem kişisel hem popüler’ filmler yapabilen sıkı yönetmenlerden biri olması bu açıdan da pek anlamlı!) Zaten hikaye, karakter ve mekan, hem yoğun sıkıntıyla içiçe geçen fiziksel dertlerin de etkili olduğu şüphelerden kurtulma çabası gibi gözde temalarına, hem de klostrofobik görsel üslubuna çok uygun düşmüş. Nitekim uykusuzluğun getirdiği halsizlikle kafa karışıklığı da artan dedektifin zihninde aniden parlayıp sönen görüntüleri geriye dönüş ile halüsinasyon arasında belirsiz bırakarak kurgu kırılmaları da oluşturmuş. Üstelik zaten bütün olarak filmin zamansal yapısı yine bariz bir farklılık arz ediyor, çünkü hikaye Kuzey Kutbu’nun güneşin hiç batmadığı yaz günlerinde 24 saat aydınlıkta kalan Alaska’da geçiyor. Bir kara film için ne acayip malzeme!..
Nolan, daha önce Memento’da işbirliği yaptığı görüntü yönetmeni Wally Pfister ve kurgucu Dody Dorn’un (ve değişmez müzikçisi David Julyan’ın) katkısıyla yine seyirciyi her an tetikte tutan gergin bir atmosfer kuruyor: Ufka uzanan boşlukların hakim olduğu Alaska’nın dış mekanlarında karakterleri çoğunlukla uzak ve geniş görüntülere yerleştirerek sürekli gün ışığı altında kalan doğal çevredeki ezici yalnızlığı hissettirirken, loşluktan ve gülgelerden kaçınmadığı iç mekanlarda alabildiğine yakın planlar kullanarak sıkışmışlık ve çaresizlik halini vurguluyor. Aynı görüntü anlayışıyla çevreyi daraltarak bir boğulma duygusu oluşturduğu sisli kumsaldaki körleme takip ya da nehirde sürüklenen tomrukların altındaki çırpınma gibi anlar da, filmin en etkili sahneleri arasına giriyor. Keza, dedektifin birazcık olsun uyuyabilmek için güneş ışığını tamamen kesmek ümidiyle otel odasının pencerelerine ne bulduysa yığdığı sahneler de öyle...
Kameranın bir uçağı yukarıdan takip ederek ana karakterinin uçsuz bucaksız dağların ötesinde çok az insanın yaşadığı dünyadan kopuk bir bölgeye gelişini gösteren açılış bölümü, bir gönderme midir bilinmez, Kubrick’in Shining filminin açılışını hatırlatıyor, ki Nolan’ın seyirciyi karakterle birlikte içine çekmek istediği psikolojik duruma çok uygun düşüyor...
Bu noktada, Nolan’ın sinematografik imzası bir yana, Al Pacino da filme damgasını vuruyor. Hem kendini kurtarma çabası ile vicdani huzursuzluk arasındaki ahlaki ikilemden, hem uykusuzlukla boğuşurken meseleleri çözmek için uyanık kalmaya da çalışmanın zorluğundan mustarip olan bir adamın yoğunluğunu ince ama çarpıcı ayrıntılarla yüzüne yerleştiriyor.
Üçü de Oscar ödüllü üç oyuncu arasında, belki de ilk kez karanlık bir adamı canlandırırken komedi tecrübesinden damıtılmış ölçülü bir ironi katarak nazikleştirdiği ifadelerle daha da “rahatsız” bir karakter zenginliği hissettiren Robin Williams da, nedense Erkekler Ağlamaz’daki başarısından sonra pek değerlendirilmediği halde yeteneğini farklı bir hava kattığı kadın polis rolünde bir kez daha gösteren genç Hillary Swank de dikkat çekiyor elbette, ama esas yıldız Pacino oluyor. Gerçi ustalık mertebesine çıkmış bir yıldız olarak zaman zaman bir nevi “gösteri” kıvamına kaydığı söylenebilir, ama perdedeki Pacino olunca bu da keyif kaçırmıyor: Hakkıdır, yakışıyor!..
Rivayet olunur ki, Laurence Olivier, Marathon Man filminin çekimleri sırasında, şu meşhur dişçi koltuğundaki işkence sahnesi için kamera karşısına geçmeden önce yeterince bitkin görünmek amacıyla günlerce uyamayan Dustin Hoffman’a, “Kendini bu kadar yıpratacağına, rol yapmayı denesene” demiş!
Önünde sonunda rivayet ama, geleneksel İngiliz tiyatro ekolünden gelen Olivier ile Amerika’da Actors Studio’nun temsil ettiği Stanislavski kaynaklı Metod yaklaşımını benimseyen Hoffman arasındaki yöntem farkı açısından, böyle bir lafın edilmiş olması hiç de yabana atılır bir ihtimal değil doğrusu....
Marlon Brando’dan Robert De Niro’ya, Paul Newman’dan Harvey Keitel’e uzanan birçok öğrencisi Hollywood’da sağlam bir yer edinen Actors Studio okulunun en parlak mezunlarından biri olan Al Pacino’nun Insomnia’daki haline bakılınca, ister istemez bu rivayet geliyor akla: Acaba gerçekten günlerce uykusuz kalarak mı oynamış bu rolü?..

Meraklısı için not: Amerikalı yapımcılar bu yeniden çevrimi de Norveçli yönetmen Erik Skjoldbjaerg’in çekmesini istemişler aslında, ama o aynı hikayeyi ikinci kez anlatmayı anlamlı bulmadığını söyleyerek Elizabeth Wurtzel’ın kitabı “Prozac Toplumu”nun uyarlamasını yapmayı tercih etmiş...

Hiç yorum yok: