15 Ocak 2008 Salı

50 İlk Öpücük

Yine, yeni, yeniden...


Rastladığı her çiçekten bal alan, kimseye bağlanmaya yanaşmayan, günübirlik ilişkilerin keyfini çıkarıp binbir yalan dolanla kaçıveren bir adam, nihayet aşık olduğunda, hiç beklenmedik bir zorlukla karşılaşırsa, aynı ilişkiye her sabah yine çeşitli gayretlere girerek yeni tanışıyormuş gibi yeniden başlamak zorunda kalırsa ne olur?
“Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day) filminin “aynı günü defalarca yeniden yaşamak” meselesi ile “Memento” filminin “kısa süreli hafıza kaybı” meselesini içiçe geçiren bir romantik komedi filmi: 50 İlk Öpücük...
Müzmin çapkın Henry, geçirdiği trafik kazasının beyninde bıraktığı hasar yüzünden bir önceki güne dair hiçbir şey hatırlayamadan yaşamaya mahkum olan Lucy’ye aşık olunca, onu her gün yeniden tavlamaya çalışıyor. Genç kadını tanıdıkça işi biraz kolaylaşıyor, ama bir türlü “ilk gün” aşamasını geçemediği için ilişkiye başlaması mümkün olmuyor...
Lucy’nin hafıza kaybı, bir yanıyla, belki de aşkların en coşkulu ve güzel dönemi sayılan, hani insanların ilişkiler eskimeye yüz tutunca “keşke ilk günkü kalp atışlarımıza dönebilsek” filan dediği başlangıç anlarını, büyük bir heyecanla her sabah yaşayabilme imkanı sunuyor. Bir yanıyla, birbirini giderek sevme, sıcak ve hakiki bir bağlılık kurabilme, yani içten bir ikili ilişkinin tadını çıkarabilme ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyor.
Ama neyse ki Henry, üzücü olabilen ama işe yarayan bir fikir geliştiriyor: “geçmişi özetleyen sevimli bir kısa hayat hikayesi” kasedi hazırlayarak her sabah Lucy’ye seyrettirip ilişkilerinin önceki günlerini hatırlatarak adım adım da olsa ilerleyebilme yöntemi...
Adam Sandler, ne yalan söyleyeyim, hiç hazzetmediğim bir komedyendir, bugüne kadar herhangi bir filminden keyif almışılığım yoktur, dolayısıyla bir gün onun başrolde oynadığı bir filmi beğenebileceğim aklımın ucundan geçmezdi. Ama, işte hayat her zaman sürprizlere gebe, önyargılarınızı kırabileceği gibi, yargılarınızı da değiştirebiliyor. Sandler bu kez, o kaba espri merakını ve aşırılığa dayanan komedyenliğini terketmiş, alabildiğine ölçülü ve nüanslı bir oyunculuk tutturmuş. Daha önce, belki de tek iyi filmi sayılabilecek “Wedding Singer”da da birlikte oynadığı Drew Barrymore’la gayet dengeli ve etkili bir işbirliği kurmuş, ki bu durum Barrymore’un şirinliğinden ve enerjisinden filmin karlı çıkmasını da sağlamış. Sonuçta ortaya, yönetmen Peter Segal’ın vasat ama işlek anlatımıyla, müthiş doğal manzaralar, sıradışı ya da itici olsalar da genel sıcaklığı bozmayan ilginç yan tipler, başta pek becerikli bir mors olmak üzere çok sevimli birkaç hayvan ve gayet eğlenceli birçok sahne içeren, kuşkusuz en beğenilenler arasında yer etmesi sözkonusu olmasa bile, hani derler ya, “iyi vakit geçirten” neşeli bir romantik komedi çıkmış. Seyretmezseniz pek bir şey kaçırmış olmazsınız, ama seyrederseniz hiç pişman da olmazsınız....

Hiç yorum yok: