AIDS gibi kadın... mı?
Çok düşündürücü bir film! Kafa yorup durduk arkadaşlarla. “Peki ne anlatıyor allasen?” sorusuna verdiğimiz yanıt, “aslında hiçbir şey” oldu hep. Belki biraz “düzeninizi muhafaza edin” fısıltıları geliyordu perdeden. Birşeyler söyleme iddiasındaydı yada böyle görünüyordu. Ama tek yapabildiğimiz, filmdeki verileri, biraz zihin jimnastiğiyle daha ileriye götürmek oldu. Sinemasal açıdan en fazlası “sıradan” diye nitelendirilebilecek bir film, bu zihinsel çabayı hak ediyor mu, hâlâ emin değilim!
Kuşkusuz, Öldüren Cazibe’nin çok net mesajlar verdiğini söyleyenler de var. Ne de olsa, 5 dalda Oscar adayı olmuş, 3 dalda İngiliz Film Akademisi ödülü almış film. “Hoş ama boş” demek olmaz, dünya film pazarının mekanizması böyle işliyor. Genellikle şöyle bir mesaj çıkartılıyor: “Yönetmen Adriane Lyne, Öldüren Cazibe’de, ‘karınızı aldatırsanız başınıza bunlar gelir’ diyor”. Bu dışarıdan gelen bir yorum. Bir de filmi üretenlerinki var. Dan’i canlandıran Michael Douglas, Dan ile Alex arasındaki ilişkinin bir “hata” olduğu görüşünde. Alex’i canlandıran Glenn Close’a göre ise, Alex “zeki bir psikopat ve anladığı tek duygu nefret”. Zaten yönetmen de, onların ilişkisini “çılgınlık” diye yorumluyor.
Evet, çılgınlık! Ama bu, çılgınlığa atfettiğiniz içeriğe göre değişiyor; buna yine döneceğiz...
Şimdi, Dan ve Alex kim? Dan bir avukat ve bir “mutlu aile babası”. Alex “garip”, yalnız yaşayan bir yazar. Bu iki kişi, mutlu ailenin kadını ve çocuğu tatile gittiğinde, bir kaçamak yaşıyorlar. Daha önce yalnızca bir partide karşılaşmışlar ve ikinci kez, bir iş toplantısında görüştüklerinde, birbirlerini istiyorlar. Buraya kadar bir terslik yok: Kaçamak kaçamaktır, yapılır ve biter diye bakıyor olaya ikisi de. Ama öyle olmuyor. Dan, bir “haftasonu kaçamağı”ndan sonra, mutlu yuvasına dönmek istiyor. Oysa Alex, onu bırakmak niyetinde değil ve elinde tutmak için her yola başvurmaya hazır. Ölmeye ve öldürmeye bile...
Çılgınlık belki. Ama benim buradaki çılgınlığa atfettiğim, “dilediği an dilediğini yaşayabilme cesaretine tutkuyla sahip olabilmek” gibi bir içerik. Dan ve Alex, bir “çılgınlığı” yaşıyorlar birlikte. Ama, Dan “hata”sını anlayıp “yuva”sına dört elle sarılırken, Alex bu çılgınlığı kesintisiz bir “kriz”e dönüştürmek istiyor. Dan için kısa bir bakışmadan ibaret olan o ilk karşılaşma, Alex için bir “ölümcül çekiciliği” hayatında ilk (ve belki de tek) kez duyumsadığı an olmuş. Buradan sonra, Alex’te “psikopatlık” olarak nitelendirilen “istek ve tutku” ve şiddet, saldırganlık patlamasına varıyor. Neden? Çünkü Alex istiyor ve elde etmek için her şeyi göze alıyor. Belki kazanamıyor, ama göze aldıklarına varıyor. Kalıpların dışında mücadele ediyor, birşeyleri yıkmaya girişiyor.
Dan açısından da bakmak gerek olaya; onun açısından iki olasılık var: Birincisi; Dan aniden Alex’in o gizemli çekiciliğine kapılıyor ve daha farkına varmadan yaşıyor bu macerayı. Sonra, “karımı seviyorum ben” diyor ve pişman oluyor. Pişmanlığı, bir kişiye ya da bir kuruma “ihanet” ettiği için değil bu olasılıkta; yaşadığı bir sevgiyi ve mutluluğu kesintiye uğrattığı için. Ama filmde, Dan’in sözleri dışında, karısıyla arasında böyle bir sevgi olduğuna dair sağlam ipuçları sunulmuyor. Dolayısıyla ikinci olasılık ağır basıyor; yani, Dan metropol koşuşturmacasında monotonluğa düşmüş evliliklerden birini yaşıyor. Alex onun için bir değişiklik, belki ilginç bir deneyim, ama Dan düzenini bozmak istemiyor. Başta da, “ben evliyim” diye uyarıyor, ama Alex “ikimiz de yetişkin insanlarız” diyerek rahatlatıyor onu, bu güvenceyle giriyor ilişkiye. Ne kurulu bir şeyi yıkmayı, ne de yeni bir şey kurmayı göze alıyor. Bu ikinci olasılıkta korumaya çalıştığı bir sevgi ilişkisi değil, bir kurum!
Filmi üretenler de, Dan ve karısı Beth eliyle Alex’i ortadan kaldırdıktan sonra, o “mutlu aile”yi kutsuyorlar. Söylemek istedikleri aşağı yukarı şöyle bir şey: “Çılgınlık yapmayın. İhtiyatlı olun. Aileniz değerli bir kurumdur, ona zarar verebilecek davranışlardan kaçının. Kazanamayacağınız mücadelelerden de vazgeçin!”
Öldüren Cazibe, benim için çok şaşırtıcı oldu. Çünkü, 9 ½ Hafta filminde arzuyu ve tutkuyu güzelleştirirken, bunların “gerilimli” estetiğini de başarıyla kuran Adriane Lyne’ın elinden çıkmıştı. Ve kimi zaman (türün klişelerini kullanmaktan imtina etmeyerek) sarsıcı biçimde kurduğu gerilim ve ışık-ses etkilerinden bir kez daha ustaca yararlandığı anlatım, yalnızca görüntüyü kurtarıyor. Oysa estetik kadar etik de önemli sanat için, tabii kendi etik’i! Lyne’ın kuramadığı da bu zaten...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder