Çile din kardeşlerim, çile!..
Öylesine olumsuz bir hava estirildi ki, bunu belirtirken özür dileme ihtiyacı duyuyorum: Ama ne yalan söyleyeyim, “İsa’nın Çilesi”, bence gayet başarılı bir film!
Mel Gibson ve filminin, Amerika ve Avrupa’dan sonra memleket medyasında da maruz kaldığı toplu hücum yüzünden, acaba bende mi bir terslik var diye kuşkulanacaktım nerdeyse, nitekim TRT 2’de hazırladığımız Beyaz Perde programında da filme ağır eleştiriler yönelten Alin Taşçıyan, Mehmet Açar ve Yeşim Tabak karşısında tek başıma kaldım, ama neyse ki Sabah’ta Atilla Dorsay ve Radikal’de Uğur Vardan, yazılarıyla imdadıma yetişti. Kendileriyle her zaman hemfikir olmayız, ama doğruya doğru, bu kez müteşekkirim, “İsa’nın Çilesi” hakkında yazdıkları beni hakikaten rahatlattı: Demek ki tamamen yalnız değilmişim!
Tabii, şunu da belirtmeden edemem: Schindler’in Listesi’ne baktığım gibi bakıyorum bu filme, yani Spielberg çarpıcı bir film yaparken tam da İsrail’in Filistin’deki şiddet uygulamalarının tüm dünyada tepki gördüğü bir dönemde nasıl alttan alta İsrail propagandası çıkarmayı ihmal etmemişse, Gibson da sarsıcı bir film yaparken müdahaleci bir dış politika uygulayan mevcut ABD yönetiminin koyu Katolik bir zihniyete dayandığı bir dönemde kendisinin de paylaştığı bu inancı coşturmak uğruna Yahudi düşmanlığına yol açmayı bile göze almış, ki benim açımdan bu iki tutum da yanlış...
Ama bu, işin ahlaki boyutu. Üstelik, aklıevveller için not düşmüş olayım, etik-estetik ilişkisini bilmiyor değilim. Gene de, ne yalan söyleyeyim, bir filme ahlaki olarak karşı çıksanız bile, eğer öyleyse başarılı olduğunu da teslim etmeniz gerekir...
Gibson, yapmaya çalıştığını becermiş işte: Kendisi gibi Katolik Hristiyanların seyrederken İsa’nın azabını yüreğinde hissedip iman tazeleyeceği, hatta giderek vecde sürükleneceği, tamamen hedefe yönelik, anlattığı zulüm kadar acımasız bir üslup taşıyan bir film yapmaya sıvanmış...
Kapalı devre bir film
Üstüne üstlük, hikayesini öylesine dar kapsamlı tutmuş, karakterler ve ilişkiler konusunda açıklayıcı olmayı o kadar umursamamış ki, daha baştan “kapalı devre” bir film çıkarmaktan çekinmemiş: Belli ki olan biten bazı şeyleri anlamak ya da hissetmek için imanlı ve bilgili bir Katolik olmak gerekiyor...
İsa’nın kendisine akıl almaz şekilde zulmedenler için merhamet dilemekten vazgeçmemesi Hristiyanlığın temel çıkış noktalarından biri olduğuna göre, filmin kendisini bu noktaya kilitlemiş olması da şaşırtıcı değil...
Nitekim, Mel Gibson’ın rol aldığı filmlerden belli olmayan bir “derinliği, keskin inadı ve büyük yeteneği” olduğunu belirttikten sonra, “ayrıntı titizliğine” vurgu yaparak “son yemek, mabetteki tutuklama, kamçılanma ve haç taşıma, ölümden sonra kopan fırtına ve deprem gibi sahnelerin kolay kolay unutulmaz olduğu”nu yazan üstad Dorsay da, Sabah’taki sayfasında bu meseleye dikkat çekiyordu: “Film belki herkese göre değil. Öncelikle din ve tarih konularına özel bir ilgi duymayan ve de içerdiği aşırı şiddetten rahatsız olabileceklere göre değil. Ama, hepsi de insanlığın en kavgalı, en kargaşalı, en karanlık dönemlerinde ortaya çıkan dinlerin tarihi, her zaman kaçınılmaz savaşlar, kıyımlar, şiddet ve kanla yazılmış değil midir? İnsanoğlunun maruz kaldığı en büyük işkencelerden birinden geçmiş, bedeni kana bulanmış İsa’nın yine de cellatları için merhamet dilenmesi, Hristiyanlığın temel tavırlarından birine işaret etmez mi? Bu tavrı vurgulamak için o şiddeti olduğu gibi göstermekten başka yol var mıydı?”
Etki yaratma sanatı
Sinema için bir sürü şey söylenebilir, ama herhalde en büyük özelliklerinden biri “etki yaratma sanatı” olmasıdır, ki Gibson’ın bu açıdan başarısız olduğunu söylemek, en azından haksızlık olur. Çok acı, ama bu filmi seyrederken kalp sektesinden ölenler olmuşsa, bundandır!..
Hatta dünyanın dört bir yanında bu kadar tartışma çıkardıysa, üzerine bu kadar çok konuşulduysa, yani basbayağı ciddiye alınıp dert edildiyse, yine etkileyici olabildiği içindir!
Nitekim, Uğur Vardan da Radikal’deki sayfasında, “Entertainment Weekly dergisi yazarı Jeff Jensen’ın 1915 tarihli David W. Griffith klasiği ‘Bir Ulusun Doğuşu’ndan (The Birth of a Nation) bu yana sinema tarihinin en tartışmalı filmi ilan ettiği” İsa’nın Çilesi’nin bu tür özelliklerini vurguluyordu: “Gibson daha yolun başında filmini türdaşlarından radikal biçimde ayırıyor ve peygamberin bütün hayatından ziyade, son saatlerini anlatıyor. Hikaye, Nasıralı İsa’nın Judas tarafından gammazlanmasının ardından yakalınışı, peşi sıra işkenceye tabi tutuluşu ve nihayetinde çarmıha gerilişi aşamalarında geziniyor. 137 dakika boyunca, birkaç geri dönüş dışında temel izlek, kanlı görüntülerden oluşuyor. Gibson’ın yaklaşımını şöyle açıklamaktan yanayım: Bu bir insanlık suçuydu, kimin işlediğinin fazla bir önemi yok, ama ne yazık ki ilk kıvılcımı Yahudiler çaktı. Belki şurası fazla tartışmalı: Tarihçilerin çok zalim bir kişilik olarak not ettikleri Romalı komutan Potius Pilatus filmde masumdan öte çaresiz bir kişilik olarak çiziliyor. Yahudi rahiplerin ‘Suç bize yazılsın, ama senin ellerin kirlensin’ tavrı, hikayenin en akılda kalıcı bölümlerinden biri. Gibson, dramatik bir öyküyü cesur dokunuşlarla ve derdini seyirciye direkt yansıtan bir hissiyatla anlatıyor. Görüntü yönetmeni Caleb Deschanel’in Caravaggio esintili kadrajları ve John Debrey’in dramatizasyonu daha bir vurgulayan müziği, filmin yan unsurlardaki başarısı. Ve mükemmel oyuncu seçimi: James Caviezel özellikle peygamberin masumiyetini yansıtan yüz hatlarıyla fiziksel aşamayı geçiyor. Pilatus’ta Bulgar Hristo Shopov, Meryem’de Rumen Maia Morgenstern ve Şeytan’da sadece suretiyle şov yapan İtalyan Fracesca Celentano muhteşem...”
Elbette teolojik ve tarihi açıdan birçok tartışma ve eleştiri var film hakkında, İsa’nın hayatından Aramca-Latince kullanımına, çarmıha germe tekniklerinden kılık kıyafetlere kadar, ama bunları uzmanlarına bırakalım, malum zaten bir belgesel değil bu film, hatta gerçekleri anlattığı iddiasında da değil, kaldı ki bu konuda gerçek nedir, ama bu hikayenin milyarlarca Katolik Hristiyan’ın inancını yansıttığı aşikar, dinlerin yalnızca kutsal kitaplara dayanmadığı, söylencelerden de beslenen kültürel tabanları bulunduğu hesaba katılırsa, karşımızdaki düpedüz bir dinsel film, ne denirse densin! Kendi türünde sinema tarihine geçeceği de kesin...
Üstelik, sadece koyu dini tavrı nedeniyle değil, İsa’nın Çilesi’nin birkaç geriye-dönüş sahnesi dışında nerdeyse tek sekanslık bir film olarak sıradışı bir deneme özelliği taşıdığı, inandırıcılık uğruna İsa’yı canlandıran James Caviezel’ı sakatlayacak kadar abartılan zorlu oyunculuk yöntemi ve kitlesel sinema alanında örneği görülmemiş kadar tavizsiz sert şiddet kullanımıyla da literatüre gireceği belli...
Velhasıl, başarılı bir film bu, sevilmese de, beğenilmese de, en azından ilgiye değer olduğu ortada...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder