Mükemmel iyinin düşmanıdır...
Azap Yolu’nun, bir “resimli roman”dan uyarlandığı başından sonuna kadar belli oluyor, üstelik zaten ana karakterlerinden biri olan çocuğun bu tür bir kitap okuduğu açıkça gösterilerek de bu özellik vurgulanıyor, dolayısıyla filmin eksik ya da hata olarak görülebilecek yanlarının, belki de kendi yapısının bir belirtisi olarak kabullenilmesi bekleniyor.
Klasik gangster filmleri türünün bilinen çizgilerinden pek ayrılmayan hikayesi derinleşmiyor, olay akışı düz bir satıhta ilerliyor, karakterler yeterince geliştirilmiyor, ama sanki filmi yapanlar da bütün bu meseleleri dert etmiyor ya da eldeki malzemenin sınırları dar olduğu için halledemiyor, buna bağlı olarak asıl dikkat ve gayretlerini dramatik çatışmaların görsel tasvirini besleyen bir “atmosfer” yaratmaya yöneltiyor.
1931 yılında, sarsıcı ekonomik ve sosyal sorunlara yol açan Büyük Buhran’ın hemen ertesinde, bir kasabada başlayan hikaye, dört karakter üzerine kuruluyor: Al Capone’la bağlantılı çalışan yıllanmış yerel mafya lideri John Rooney, onun yerini almayı beklerken gücünü artırmak uğruna kanlı dolaplar çeviren öz oğlu Connor, öksüz-yetim bir çocukken yanına alıp yıllar içinde en sadık tetikçisi haline getirdiği manevi oğlu Sullivan ve onun bu işlerden hiç haberi olmayan 12 yaşındaki oğlu Michael...
Amerikan Güzeli’yle başarılı bir çıkış yapan tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes, bu dört karakterin içinde bulunduğu dünyayı ve aralarındaki çatışmalı ilişkileri, birkaç süslü ama yüzeysel laf dışında diyalogları epey sınırlı tutulmuş olan bir senaryo üzerinden, ince işlenmiş görüntülerle simgeselleştirerek sergiliyor:
Açılıştaki cenaze sahnesinde tabutun çevresine “cesedin bozulmaması için” buz döşendiği görülüyor, ki kasabaya hakim olan soğuk hava da sanki insanlar arasındaki “ölü” ilişkilerin dağılmamasını sağlıyor, hem Rooney ile çevresindekiler, hem de Sullivan ile ailesi arasındaki donukluk açıkça hissediliyor, ama tabuttaki buzların yavaş yavaş erimesi gibi kasabadaki soğuk hava da ısındıkça bağlar çözülmeye ya da açılmaya başlıyor!
(Zaten film boyunca iklim, özellikle Sullivan’ın yaşadıklarına bağlı olarak, kasvetli yağmurlarla güneşli havalar arasında gidip geliyor!)
Rooney ile Sullivan arasındaki yakınlık sakin ve uyumlu bir piyano düetiyle hissettirilirken, babası tarafından azarlanan Connor’ın arkasında Rooney’nin Sullivan’a sarıldığı görüntü “öz oğul ile manevi oğul” arasındaki çekişmeyi tek karede gösteriyor.
Rooney’nin Coonor’ı dövdükten sonra kucakladığı sahne, birbirlerine sarılarak ağlayan baba-oğul arasındaki sevgi-nefret ilişkisini özetliyor!
Sullivan’ın evindeki cinayet sahnesinde, yağmur damlalarının vurduğu pencere camında, içerdeki Connor’ın yansıması ile dışardaki Michael’ın görüntüsü yan yana düştüğünde, “kötü evlat” ile “iyi evlat” karşı karşıya geliyor, hatta az sonra kapı önünde ışık altında kalan Connor ile gölgeye sığınan Michael’ın profilleri de yan yana düşüyor! (İçerden çekilen pencere planında, Connor’ın kendi yansımasına odaklandığı için Michael’ı görmemesi hayırlı bir sürpriz oluyor!)
Finaldeki sahil evinin pencere camında, dışardaki Michael’ın yansıması ile içerdeki Sullivan’ın görüntüsü yan yana düştüğünde, baba ile oğul arasındaki ilişkinin iyice geliştiği hissediliyor! (Dışardan çekilen bu pencere planında, Sullivan’ın oğlunun görüntüsüne odaklandığı için odanın içinden cama yansıyanları görmemesi ise acı bir sürprize yol açıyor!)
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği gibi, Azap Yolu dramatik çatışmaları açığa çıkaran sağlam, katmanlı ve etkileyici görüntülerle örülüyor, hatta Sullivan’ın evindeki cinayet sahnesinde vurulma anlarını perdeye getirmek yerine banyo kapısına yansıyan ceset görüntüleriyle yetinilmesi ya da yağmura boğulmuş bir caddede karanlığın içinden patlayan kurşun kıvılcımlarıyla adamların yere serildiği intikam cinayetinin sadece müzük sesiyle verilmesi gibi başka çarpıcı anlar da dikkat çekiyor.
Kuşkusuz, sinema açısından bir hikayeyi temel olarak görüntülerle kurmak doğru ve anlamlı bir seçim, ama elde görüntülerden başka kayda değer pek bir şey olmayınca sonuç ne yazık ki o kadar iyi olmuyor. Belki de Azap Yolu’nun asıl meselesi bu: Işıktan kameraya, mekandan kostüme, kurgudan müziğe uzanan öylesine “mükemmel” bir işçilik var ki, (Amerikan Güzeli’yle Oscar ödülü kazanmış olan görüntü yönetmeni Conrad Hall başta olmak üzere çok tecrübeli bir ekibin elinden çıkan) bu “mükemmelik” giderek bir “hesaplılık” hissettirmeye başlayınca film ile seyirci arasında “mesafe” yaratabiliyor! “Resim”ler o kadar güzel ki, filme lezzet kattığı kadar senaryonun zayıflığına işaret eder hale de gelebiliyor!
(Aslına bakılırsa, Amerikan Güzeli de temel olarak “klişe”ler üzerine kurulu bir senaryoya sahipti mesela, ama orada hem olaylar hem de diyaloglar bazında o klişelerle oynayan bir alaycılık vardı, hatta Mendes’in “güzel” görüntüleri de bu alaycılığın bir parçası oluyordu, bu kez yönetmenin şanssızlığı, klişeleri ciddiyetle kullanan dümdüz bir senaryoyla çalışması galiba...)
Ama eğer filmle baştan “görüntü zevki”ne dayalı bir ilişki kurabilirseniz, yani senaryonun “iki boyutlu”luğuna aldırmamaya razı olur, iyi işlenmemiş karakterler arasındaki ilişkilerin yansıtılmasına yoğunlaşmış müthiş görüntülerin verdiği seyir tadının keyfini çıkarmakla yetinebilirseniz, Azap Yolu’nu beğenebilirsiniz...
Parıltılı oyuncu kadrosuna gelince, karakterlerin kağıt üzerindeki yüzeyselliği yüzünden “harcanmış” olsalar bile, hemen hepsi (babalar ve oğullardaki başrol oyuncuları kadar, kiralık katil tiplemesine “bıçak sırtı” bir renk katan Jude Law da) hakikaten etkili “portre”ler çıkarıyorlar, ki bu da filme hakim olan “resim” havasına çok uygun düşüyor!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder