15 Ocak 2008 Salı

Uzay Kovboyları

Yaşı geçkin astronotlar...


Kovboy filmlerinden hareketli polisiyelere, yakışıklı yıldızlıktan usta yönetmenliğe, sıradan yapımlardan önemli yapıtlara uzanan ilginç ve parıltılı bir sinema kariyerine sahip olan Clint Eastwood, kat ettiği uzun ve zorlu yola bakıldığında, özel bir ödül almayı çoktan hak etmişti elbette. Ama 1992’de Unforgiven filmini yarışmaya kabul etmeyerek bir başyapıtı ıskalamış olan Venedik, sekiz yıl sonra hatasını telafi etmek için, ona bir Yaşam Boyu Başarı Ödülü verip bir de retrospektif bölümü ayırırken, yeni çalışmasını da açılış filmi yapınca, ne yazık ki Eastwood’un bir yönetmen olarak eski parlaklığını kaybettiği, Bird, Unforgiven, A Perfect World, Bridges of Madison County, Midnight in the Garden of Good and Evil gibi filmlerinin başarısını yakalayamadığı bir dönemine denk gelmiş!
Uzay Kovboyları’nda, adından da belli olduğu üzre, klasik kovboy filmlerini hatırlatan bir genel çerçeve var. Temel olarak, rekabeti ve dayanışmasıyla, didişmesi ve sevgisiyle, bir “erkek dostluğu” hikayesi anlatılıyor: 1958 yılında aya gidecek ilk Amerikalı astronotlar olmaya hazırlanırken, uzay araştırmalarının Hava Kuvvetleri’nden NASA’ya devredilmesi üzerine yerlerini bir şempanzeye bırakarak proje dışında kalan Deadalus Takımı’nın üyesi dört gözde askeri pilot, Neil Armstrong’un aya ayak basmasını televizyonda seyrederken gözlerini yaşartan, hayatları boyunca içlerinde ukde kalan uzaya gitme hayalini, yaklaşık kırk yıl sonra, bugün yaşları 70 civarında emekliler olarak gerçekleştirme fırsatı buluyor!
Siyah-beyaz bir açılış bölümünde, astronot adayı dört pilotun nasıl büyük bir hüsran yaşadığını görüyoruz, üstelik ikisinin kişilikleri hakkında ipuçları da alarak: Frank (Eastwood) dikbaşlı ama sağduyulu, Hawk (Jones) atak ve çılgın, ama ikisi de cesur!
Bugüne gelindiğinde film renkleniyor: NASA uzmanları, kontrolden çıkan Rus iletişim uydusunun dünyaya düşmesini engelleyebilmek için çare arıyor. (Bu arada, Amerika’nın 1960’lardan beri gizlice kendi sistemlerini kullandırdığı bu Rus uydusu, bir ara belediye başkanlığı yaparak politikaya da bulaşmış olan Eastwood’a, “ezeli düşman”la “politik hesap”lar uğruna işbirliği yapan “aymaz yönetici”lere şöyle bir değinme fırsatı da veriyor!) Sonunda uydunun bağlı olduğu yörünge sistemini 1960’larda geliştirmiş olan Frank’in gerekli tamiratı yapabilecek tek kişi olduğu ortaya çıkıyor. 1958’de Deadalus Takımı’nı uzay projesinden çıkarmış olan Gerson artık bir NASA yetkilisi olarak bu işin başında bulunduğu için, yıllar öncesinden kalan husumete rağmen Frank’le işbirliği yapmak, üstelik bu fırsatı kaçırmayan Frank’in şartını da kabul etmek zorunda kalıyor: “Deadalus Takımı’nı uzaya gönder, uydu sistemini tamir edelim!”
O andan sonra, Frank’in eski takım arkadaşlarını yeniden biraraya getirmesini seyrederken, diğer iki pilotun da kişiliklerine dair ipuçları alıyoruz: Jerry müzmin ve şakacı bir çapkın, Tank aklı başında ve mülayim bir adam...
Deadalus Takımı, başlarında kovboy şapkaları, emin adımlarla yan yana yürüyerek NASA merkezine girerken, filmin yaşlılığa bakış açısı da iyice belli oluyor: Kendi kendisiyle dalga geçebilme rahatlığı veren derin bir özgüven!
Nitekim, uzay uçuşu için gereken testler boyunca, doğal olarak bazı konularda yetersiz kalsalar da, sevimlilikleri ve kurnazlıklarıyla engelleri aşan geçkin astronotlar, manevi olarak kahramanlıktan hiç taviz vermiyorlar, azim, kararlılık ve tecrübeden güç alıyorlar...
Uzay Kovboyları, ilk yarım saatinde, hikayenin, karakterlerin ve ilişkilerin sergilenişi bakımından, alışılmış kalıplara belli bir mizah duygusuyla bağlı kalsa da merak uyandırarak ümit verirken, giderek yüzeysellik ve tekdüzelik ağır basmaya başlıyor, beklenen derinlik ve zenginlik bir türlü ortaya çıkmıyor.
Asıl sorun, uzay konulu bir filmin yalnızca dörtte birinin uzayda geçiyor olması değil, hatta son yarım saate yayılan uzay sahnelerinin (Eastwood yönetmen olarak ilk kez bu filmde özel görsel efektlerle haşır neşir oluyor) olup biteni seyirciye kavratmakta ve gerilim yaratmakta epey yetersiz kaldığı hesaba katılırsa, yeryüzünden hiç ayrılmasa daha iyiymiş belki.
Ama bir noktadan sonra mizahi yaklaşımın yalnızca yaşlılığa yönelik olduğu, filmin klasik yapıdaki gelişimini (eski ortaklar yeniden biraraya gelir, bazıları kararsızlık gösterir, ama büyük bir bela karşısında beklenmeyen bir gayret gösterilir, onca meselenin ortasında neşe ve aşk da yaşanır, son anda ortaklar arasındaki dayanışmayla aşılacak bir sorun ortaya çıkar, hem ihanetlerle hem fedakarlıklarla karşılaşılır ve zafer kaçınılmazdır!) gayet ciddiye aldığı ortaya çıkınca, böyle bir macerada ciddiyetin gerektirdiği özellikler görülmediği, üstelik bir özgünlük de yakalanamadığı için, seyrin tadı iyice kaçıyor.
En bayat kalıplara boğulmuş olan nice sıradan uzay macerasının bile kendisini heyecanla seyrettirebildiği düşünülünce, bundan da yoksun olan filmin finaline gelindiğinde “hepsi bu muydu?” hüsranı yaşanıyor, geriye kala kala, usta oyuncuların kişisel karizmalarından gelen çekicilik kalıyor, ama onları iyi filmlerde seyretmenin keyfi de hasretle hatırlanıyor!

Hiç yorum yok: