Her şarkı söyleyen Madonna olamaz…
Hürriyet Heykeli’nin yüzüyle başlıyor Çalışan Kız, kamera yavaşça açılıyor geriye, sonra dönüyor ve ilerlemekte olan bir gemiye doğru süzülüyor; bu gemi, sabahın köründe, “9’dan 5’e” işlerine koşturmaktan bitkin ve bıkkın insanlarla doludur; ve hepsi de işleyen çarkın kölesidirler…
Filmin son planı da, o büyük kuruluşta, sonunda özel bir oda kapmış olmanın sevinciyle arkadaşını arayan (eski) sekreter Tess’in penceresinden dışarı süzülen kameranın, önce odanın olduğu katın tümünü, giderek tüm gökdeleni, sonra sonra tüm New York’u gösteren kadrajıyla kapanıyor; Tess’in odası da, bu arada gitgide küçülmüş ve sonunda kaybolup gitmiştir binlerce pencere, oda, bina arasında…
Simgesellik taşıyan bu iki planın arasını, ne yazık ki, aynı biçimde dolduramamış, Dustin Hoffman’lı Mezuniyet (The Graduate) ve Meryl Streep’li Silkwood’undan hatırlayacağınız yönetmen Mike Nichols…
Oysa, “sürpriz parti”lerin bile sürpriz olmaktan çıktığı, yuppie’lerin “halk iktidarı şerefine” tekilla içtiği bir ülkede geçiyor öyküsü. Ve Nichols da biliyor “birçok New York olduğunu” bu dünyada. Ama o, sıradan ve kaliteli bir Hollywood filmi çekmekten yana yapmış seçimini. Olsun. Elinde, çocuksu güzelliği, her dem hüzünlü gözleri ve değişik oyunculuğuyla Melanie Griffith var. Sonracığıma, “İndiana Jones” Harrison Ford, ve de “erkeksi kadın” Sigourney Weaver da, bir güzel döktürüyorlar. Eh, Michael Ballhaus denen kamera ustası da cabası (bu Ballhaus, şimdiye dek Von Trotta’dan Schloendorff’a, Lilienthal’dan Scorsese’ye, bir sürü önemli yönetmenle çalışmış olup, bendenizin “özel star”larından biridir; zaten, özellikle –şu ara piyasada Geç Saatler adıyla bulunan- After Hours’ı görüp de hayran olmamak mümkün değildir)…
Nichols çevresinde dolanıp, derinlemesine ele a(la)madığı iş dünyası, ne hoş malzeme aslında! Orada, kadının yerini, erkek egemenliğinin yanı sıra, statükonun belirleyiciliğini, ne “cevher”lerin o çark içinde harcanıp gittiğini (bakmayın siz filmin “happy end”ine!), öyle ballandıra ballandıra değil, mesela bir Wall Street düzeyinde anlatmak ne hoş olurmuş… Aman canım, benimki de laf yani, nasıl isterse öyle çeker adam filmini…
Bir dergimiz başlık atmış: “Çalışan kızlar kazanır”…
Oysa, bir düş bu da, hem de verili bir düş…
Ne diyor Tess’in o delişmen arkadaşı: “Her gece yatak odamda, iç çamaşırlarımla şarkı söyler dururum, ama bu beni Madonna yapmaz!”
Ağzına sağlık!
Filmlerle ilgili izlenimler... Ayrıca, 1987 yılından bugüne çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış film eleştirilerimi arada bir sunuyorum, bizim kuşaklar hatırlamaktan, yeni kuşaklar öğrenmekten keyif alırlar, başka filmleri keşfetmek için bir çıkış noktası olarak alırlar umarım...
16 Ocak 2008 Çarşamba
Aşk Irmakları
Sevgi nerede?
Gölgen yok senin, ayakizlerin yok
Neden mi? Acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok, mutsuzluk yok.
(Edip Cansever)
Sevgi belirsizliktedir. Sevgi özlemdedir. Sevgi pişmanlıktadır. Sevgi acılardadır. Sevgi paylaşmaktadır, belki de tek başınalıktadır. Ve sevgi bencilliktedir…
Bu sevginin coğrafyası değildir, ama Aşk Irmakları’nın izlediği yolun bir genel görüntüsü sayılabilir. (Filmin adının “Sevgi Irmakları” olması daha uygun olurdu sanırım.)
Ünlü bir yazar olan Robert (John Cassavetes) iki evlilik ve buna bağlı olarak da iki de boşanma yaşamıştır; kızkardeşi Sarah (Gena Rowlands) ise boşanmak üzeredir.
Robert, çocuklarını çoktan kaybetmiştir, hatta yoksamaktadır. Eski karısı, bir günlüğüne bile olsa, oğulları Albie’yi ona bıraktığında biraz kızar. Ama sonra su yüzüne çıkmaya başlayan sevgi için, hayli geç kalmışlardır…
Sarah da kızını kaybetmek üzeredir.
Robert ünü ve parası sayesinde, sevgiyi değil, ama aşkın ‘görüntü’sünü yaşamaktadır; birçok kadınla birlikte olur, vurdumduymazca para harcar, ama yine de nevrotik ve içine kapalıdır…
Sarah, enerjik, dinamik, sürekli devinim ve neşe maskesinin ardında derin hüzünler taşır…
Ve ikisi de “sevgi”yi arıyordur aslında: Robert kaçarak, Sarah peşinden koşarak…
“Sevgi kesintisiz akan bir ırmaktır, hiç durmaz” der; oysa “boşanmada, tutulmayan sözler, ezilen çocuklar” vardır her zaman Robert’a göre…
Ve bocalar, çırpınırlar…
Aynı ırmağın farklı kollarında hep aynı şeyi ararlar, belki de “anayatak” içinde yüzülemeyecek kadar coşkun aktığı için, yan kollarda yüzerler durmadan…
Cassavetes, senaryosunu Ted Allan’la birlikte yazdıkları Aşk Irmakları’nda kendine has biçemini kullanıyor yine; bu dilin dayanağı olan uzun ve kesintisiz planlarla, oyuncularına (ve çokça da kendine) doğaçlama bir oyun çıkarma olanağı sunuyor. Bundan da iyi bir sonuç alıyor. Özellikle, Rowlands canlılığıyla, Cassavetes mimikleriyle ve Albie rolündeki küçük oyuncu sevimli doğallığıyla büyük haz veriyor. Görüntü yönetmeni Al Ruban da sakin kamera hareketleriyle destekliyor yönetmeni. Hatta bazen değişik bir hava kurarak, yeni tatlar da katıyor; Sarah’nın hayalindeki havuzbaşı traji-komikliği ya da opera sahnesi gibi (bu ikincisi Russell’ın Tommy ve Parker’ın The Wall’unu çağrıştırıyor)…
Aşk Irmakları, sevgi üzerine derinlemesine düşünen/düşündüren bir film; her şey bitiyor, sevgi kalıyor geriye, anısıyla bile olsa…
Gölgen yok senin, ayakizlerin yok
Neden mi? Acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok, mutsuzluk yok.
(Edip Cansever)
Sevgi belirsizliktedir. Sevgi özlemdedir. Sevgi pişmanlıktadır. Sevgi acılardadır. Sevgi paylaşmaktadır, belki de tek başınalıktadır. Ve sevgi bencilliktedir…
Bu sevginin coğrafyası değildir, ama Aşk Irmakları’nın izlediği yolun bir genel görüntüsü sayılabilir. (Filmin adının “Sevgi Irmakları” olması daha uygun olurdu sanırım.)
Ünlü bir yazar olan Robert (John Cassavetes) iki evlilik ve buna bağlı olarak da iki de boşanma yaşamıştır; kızkardeşi Sarah (Gena Rowlands) ise boşanmak üzeredir.
Robert, çocuklarını çoktan kaybetmiştir, hatta yoksamaktadır. Eski karısı, bir günlüğüne bile olsa, oğulları Albie’yi ona bıraktığında biraz kızar. Ama sonra su yüzüne çıkmaya başlayan sevgi için, hayli geç kalmışlardır…
Sarah da kızını kaybetmek üzeredir.
Robert ünü ve parası sayesinde, sevgiyi değil, ama aşkın ‘görüntü’sünü yaşamaktadır; birçok kadınla birlikte olur, vurdumduymazca para harcar, ama yine de nevrotik ve içine kapalıdır…
Sarah, enerjik, dinamik, sürekli devinim ve neşe maskesinin ardında derin hüzünler taşır…
Ve ikisi de “sevgi”yi arıyordur aslında: Robert kaçarak, Sarah peşinden koşarak…
“Sevgi kesintisiz akan bir ırmaktır, hiç durmaz” der; oysa “boşanmada, tutulmayan sözler, ezilen çocuklar” vardır her zaman Robert’a göre…
Ve bocalar, çırpınırlar…
Aynı ırmağın farklı kollarında hep aynı şeyi ararlar, belki de “anayatak” içinde yüzülemeyecek kadar coşkun aktığı için, yan kollarda yüzerler durmadan…
Cassavetes, senaryosunu Ted Allan’la birlikte yazdıkları Aşk Irmakları’nda kendine has biçemini kullanıyor yine; bu dilin dayanağı olan uzun ve kesintisiz planlarla, oyuncularına (ve çokça da kendine) doğaçlama bir oyun çıkarma olanağı sunuyor. Bundan da iyi bir sonuç alıyor. Özellikle, Rowlands canlılığıyla, Cassavetes mimikleriyle ve Albie rolündeki küçük oyuncu sevimli doğallığıyla büyük haz veriyor. Görüntü yönetmeni Al Ruban da sakin kamera hareketleriyle destekliyor yönetmeni. Hatta bazen değişik bir hava kurarak, yeni tatlar da katıyor; Sarah’nın hayalindeki havuzbaşı traji-komikliği ya da opera sahnesi gibi (bu ikincisi Russell’ın Tommy ve Parker’ın The Wall’unu çağrıştırıyor)…
Aşk Irmakları, sevgi üzerine derinlemesine düşünen/düşündüren bir film; her şey bitiyor, sevgi kalıyor geriye, anısıyla bile olsa…
15 Ocak 2008 Salı
X-Men
Çizgi-romandan sinemaya totalitarizm eleştirisi...
Stan Lee’nin, ilk kez 1963’te Marvel yayınevi tarafından piyasaya çıkarılan, halen 75 ülkede 22 dilde yayınlanmakta olan, ama özellikle Amerika’da tutkulu hayranları bulunan sıradışı çizgi-romanı X-Men, ülkemizde Olağan Şüpheliler filmiyle tanınan genç yönetmen Bryan Singer’ın yorumuyla beyazperdede!
Yazılmaya başlandığı dönemdeki sosyo-politik atmosferin de etkisiyle ayrımcılık karşıtı bir bakış açısı ve totalitarizm eleştirisi barındıran X-Men ilk kez sinemaya uyarlanırken, daha önce düşük bütçeli filmler çeken Singer da ilk kez pahalı bir stüdyo yapımına imza atıyor, ama sonuç her ikisi için de olumlu: Karakterler ya da olaylar açısından fanatik okurlarını hüsrana uğratacak bazı eksiklikler bulunmasına rağmen, çizgi-roman ruhundan bir şey kaybetmemiş, yönetmen de teknik açıdan epey zorlu bir işin üstesinden gelmeyi başarmış!
Bu açıdan, kameranın arkasında da önünde de güçlü bir kadronun olmasından iyi yararlanmış: Yapım tasarımlarında Elizabeth’le Oscar adayı olan John Mhyre, görsel efektlerde Superman’le Oscar kazanmış olan Colin Chilvers ile Michael Fink, özel makyajlarda Gordon Smith, görüntülerde Newton Thomas Siegel ve müziklerde özellikle Cehennem Silahı serisiyle tanınan Michael Kamen imzası bulunurken, çoğu yoğun makyaj altında kamera karşısına geçen oyuncu kadrosunda da, erkekler cephesinde Ian McKellen ve Patrick Stewart gibi ustaların yanısıra, James Marsden ve Hugh Jackman yeni isimler, kadınlar cephesinde ise daha çocuk yaşta Piano’yla Oscar kazanmış olan Anna Paquin’in yanısıra, Halle Berry, Famke Janssen ve Rebecca Romjin Stamos gibi modellikten gelen yetenekli güzeller de var.
Filmin belki de tek dezavantajı, çizgi-romanın özellikle bir nevi fenomen haline geldiği Amerika’da okumayanlar tarafından bile hiç değilse belli bir ölçüde bilinmesine güvenilerek fazla açıklama ihtiyacı duyulmayan ayrıntılarının, X-Men’in çok popüler olmadığı ülkelerde bunlardan bihaber olan sinemaseverlerin seyrini zorlaştırma ihtimali, ama yönetmen Singer, yaklaşık 500 bilgisayar efekti kullandığı filmi sağlam kurulmuş hareketli sahnelerle aksaksız ilerletirken, karakterleri ve aralarındaki ilişkileri de en azından anlattığı maceraya yetecek kadar yansıtmayı ihmal etmeyerek, bu sorunu da büyük oranda çözmüş...
Genetik değişim sonucu olağanüstü güçlere sahip olarak doğan “mutant”lar, onların farklılığından rahatsız olan, hatta korkuya kapılan “normal” insanlar tarafından aşağılanmakta ve dışlanmaktadır. Bu önyargı ve nefret üzerinden siyasi güç elde etmeye çalışan bir senatörün de kışkırtıcı çıkışları sonucunda hükümet, “doğada bir bozulma” ve “potansiyel bir tehlike” olarak görülen “mutant”ları baskı altına almaya çalışmaktadır. Bütün “mutant”ların hayatını tehdit etmeye başlayan bu ayrımcılık dalgası, onların iki önemli liderini de karşı karşıya getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yürüttüğü Yahudi soykırımına bizzat tanıklık ettiği için bağnazlığın ve paranoyanın insanlara neler yaptırabileceğini iyi bilen, ama giderek kendisi de bir “mutant” ırkçısı haline gelen “radikal” Magneto, “mutant”ların hakimiyeti ele geçirmek için savaşmak dışında çaresi kalmadığını iddia ederken, yıllar önce aynı acı tecrübelerden farklı bir sonuç çıkararak ayrımcılığa ayrımcılıkla karşı çıkılamayacağına inanan “ılımlı” profesör Charles Xavier, iyiniyet ve sabırla insanların barış içinde bir arada yaşamaya ikna edilebileceğini düşünmektedir. Sonunda bu iki farklı anlayış, Magneto’nun emri altında bulunan keskin dişli yıkılmaz dev Sabretooth, kurbağa gibi zıplayabilen uzun dilli Toad, her an her şekle girebilen Mystique gibi “kötü mutant”lar ile, Xavier’nin özel okulunda himaye ettiği güçlü pençeli dövüşçü Wolverine, gözlerinden yıkıcı ışınlar saçabilen Cyclops, telepati ve telekinetik yeteneği olan Jean Grey, hava durumunu istediği gibi değiştirebilen Storm gibi “iyi mutant”ları karşı karşıya getirir...
Stan Lee’nin, ilk kez 1963’te Marvel yayınevi tarafından piyasaya çıkarılan, halen 75 ülkede 22 dilde yayınlanmakta olan, ama özellikle Amerika’da tutkulu hayranları bulunan sıradışı çizgi-romanı X-Men, ülkemizde Olağan Şüpheliler filmiyle tanınan genç yönetmen Bryan Singer’ın yorumuyla beyazperdede!
Yazılmaya başlandığı dönemdeki sosyo-politik atmosferin de etkisiyle ayrımcılık karşıtı bir bakış açısı ve totalitarizm eleştirisi barındıran X-Men ilk kez sinemaya uyarlanırken, daha önce düşük bütçeli filmler çeken Singer da ilk kez pahalı bir stüdyo yapımına imza atıyor, ama sonuç her ikisi için de olumlu: Karakterler ya da olaylar açısından fanatik okurlarını hüsrana uğratacak bazı eksiklikler bulunmasına rağmen, çizgi-roman ruhundan bir şey kaybetmemiş, yönetmen de teknik açıdan epey zorlu bir işin üstesinden gelmeyi başarmış!
Bu açıdan, kameranın arkasında da önünde de güçlü bir kadronun olmasından iyi yararlanmış: Yapım tasarımlarında Elizabeth’le Oscar adayı olan John Mhyre, görsel efektlerde Superman’le Oscar kazanmış olan Colin Chilvers ile Michael Fink, özel makyajlarda Gordon Smith, görüntülerde Newton Thomas Siegel ve müziklerde özellikle Cehennem Silahı serisiyle tanınan Michael Kamen imzası bulunurken, çoğu yoğun makyaj altında kamera karşısına geçen oyuncu kadrosunda da, erkekler cephesinde Ian McKellen ve Patrick Stewart gibi ustaların yanısıra, James Marsden ve Hugh Jackman yeni isimler, kadınlar cephesinde ise daha çocuk yaşta Piano’yla Oscar kazanmış olan Anna Paquin’in yanısıra, Halle Berry, Famke Janssen ve Rebecca Romjin Stamos gibi modellikten gelen yetenekli güzeller de var.
Filmin belki de tek dezavantajı, çizgi-romanın özellikle bir nevi fenomen haline geldiği Amerika’da okumayanlar tarafından bile hiç değilse belli bir ölçüde bilinmesine güvenilerek fazla açıklama ihtiyacı duyulmayan ayrıntılarının, X-Men’in çok popüler olmadığı ülkelerde bunlardan bihaber olan sinemaseverlerin seyrini zorlaştırma ihtimali, ama yönetmen Singer, yaklaşık 500 bilgisayar efekti kullandığı filmi sağlam kurulmuş hareketli sahnelerle aksaksız ilerletirken, karakterleri ve aralarındaki ilişkileri de en azından anlattığı maceraya yetecek kadar yansıtmayı ihmal etmeyerek, bu sorunu da büyük oranda çözmüş...
Genetik değişim sonucu olağanüstü güçlere sahip olarak doğan “mutant”lar, onların farklılığından rahatsız olan, hatta korkuya kapılan “normal” insanlar tarafından aşağılanmakta ve dışlanmaktadır. Bu önyargı ve nefret üzerinden siyasi güç elde etmeye çalışan bir senatörün de kışkırtıcı çıkışları sonucunda hükümet, “doğada bir bozulma” ve “potansiyel bir tehlike” olarak görülen “mutant”ları baskı altına almaya çalışmaktadır. Bütün “mutant”ların hayatını tehdit etmeye başlayan bu ayrımcılık dalgası, onların iki önemli liderini de karşı karşıya getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yürüttüğü Yahudi soykırımına bizzat tanıklık ettiği için bağnazlığın ve paranoyanın insanlara neler yaptırabileceğini iyi bilen, ama giderek kendisi de bir “mutant” ırkçısı haline gelen “radikal” Magneto, “mutant”ların hakimiyeti ele geçirmek için savaşmak dışında çaresi kalmadığını iddia ederken, yıllar önce aynı acı tecrübelerden farklı bir sonuç çıkararak ayrımcılığa ayrımcılıkla karşı çıkılamayacağına inanan “ılımlı” profesör Charles Xavier, iyiniyet ve sabırla insanların barış içinde bir arada yaşamaya ikna edilebileceğini düşünmektedir. Sonunda bu iki farklı anlayış, Magneto’nun emri altında bulunan keskin dişli yıkılmaz dev Sabretooth, kurbağa gibi zıplayabilen uzun dilli Toad, her an her şekle girebilen Mystique gibi “kötü mutant”lar ile, Xavier’nin özel okulunda himaye ettiği güçlü pençeli dövüşçü Wolverine, gözlerinden yıkıcı ışınlar saçabilen Cyclops, telepati ve telekinetik yeteneği olan Jean Grey, hava durumunu istediği gibi değiştirebilen Storm gibi “iyi mutant”ları karşı karşıya getirir...
Ölümsüz
Sabrın sonu felaket...
124 kişinin öldüğü korkunç bir tren kazasından sağ çıkan tek kişi, yaralanmak bir yana, sıyrık bile almadan kurtulan David Dunn olur. Philadelphia’da bir stadyumda güvenlik görevlisi olarak çalışan David, iş görüşmesi için gittiği New York’tan dönerken geçirdiği bu kazanın ardından, doktorlar dahil kimsenin inanamadığı olağanüstü kurtuluş hikayesiyle medyanın ilgisini çekerken, kendisi de şaşkınlık içindedir. Arabasının üzerine bırakılan imzasız bir not, aklını daha da karıştırır: “Hayatında kaç kere hasta oldun?” David hatırlayamayınca, ilişkileri artık ayrı odalarda yatacak kadar kopmuş olan karısı Megan’a sorar, ama o da hatırlayamaz, belki de David hayatı boyunca hiç hasta olmamıştır! Bir süre sonra David, o notu bırakan esrarengiz adamla karşı karşıya gelir: Doğuştan gelen “cam hastalığı” yüzünden bütün hayatı acılar içinde geçen, en küçük darbede kırılan kemiklerinin defalarca yatağa ya da tekerlekli iskemleye mahkum ettiği Elijah Price, klasik çizgi-romanların çok değerli ilk baskılarını satan bir sahaftır. David’in kurtuluşunu “kutsal bir görev için ölümsüz olarak dünyaya yollanmış” olmasına bağlayan Elijah, kazalara dair tuhaf istatistik bilgileri aktararak sorduğu sorularla onu rahatsız eder. David’in bu buluşmaya giderken yanına aldığı 12 yaşındaki oğlu Jeremy ise, duyduklarından o kadar etkilenir ki, babasının ölümsüz olduğuna inanarak onu silahla vurmaya bile kalkar. David, o andan itibaren bütün hayatını yeniden değerlendirmeye ve kendisini sorgulamaya başlayacaktır...
Baştan itibaren heyecan ve merakla sürüklenen seyirciyi, sonunda hiç beklenmeyen bir şaşkınlık yaratarak tokat yemişe çevirmek!
Yalnızca finaliyle değil, bütünüyle çarpıcı bir film olan Altıncı His’te bu yöntem çok sağlam biçimde uygulanmış ve büyük bir başarı olarak alkışlanmıştı, ama Ölümsüz bir devam filmi olmasa da, yine Night Shyamalan yönetiminde Bruce Willis’in oynadığı gizemli bir fantastik-gerilim filmi seyrettiği için bu kez de aynı türden bir “şok” bekleyen seyirci, sonunda hakikaten çok zayıf kalan bayat bir “sürpriz”den ötesini göremiyor, bu da film hakkındaki izlenimleri altüst ediyor!
Oysa haksızlık etmemek lazım, oraya kadar ilgiyi ayakta tutmayı başaran bir anlatım var. Film çok ağır ilerliyor, bir nevi hayalet ifadesiyle dolaşan David’in bunalımı seyirciye pek de kolay geçmiyor, belirsizlikler biraz fazla geliyor, ama gene de özel efekt desteğine ihtiyaç duymadan gerilim hissettiren, görüntü ve müzik çalışmasının yoğun katkısıyla kurulan etkileyici bir atmosfer içinde, güçlü oyuncuların canlandırdığı karakterlere ağırlık veriliyor: Hayatından tatmin olmayan sıradan bir adamken kutsal bir görev için seçilmiş bir insan olma ihtimali karşısında şaşkına dönen David (muzip edasını ne yapacağını bilemeyen bir adamın hüzünlü ifadesine dönüştüren Bruce Willis), bedenindeki korkunç arazın acısıyla büyük bir öfke biriktiren ve zekasını nefretle bileyen Elijah (kendi karizmasını canlandırdığı her karaktere giydirmeyi beceren Samuel L. Jackson), artık aşkının tükendiği kocasının yaşadığı inanılmaz olayın ardından evliliğine yeni bir şans tanırken tereddüt içinde kalan Megan (Leaving Las Vegas ve Message In A Bottle filmlerinin güzel ve başarılı yıldızı Robin Wright Penn), kaybetmekten korktuğu babasının olağanüstü özelliklerine ümit ve gururla haddinden fazla inanan Jeremy (daha önce Çifte Tehlike ve Gladyatör’de seyrettiğimiz yetenekli çocuk oyuncu Spencer Treat Clark)...
Ama filmi asıl sürükleyen “Acaba sonunda ne çıkacak?” sorusu olunca, sabırla beklenen finalin yetersizliği ciddi bir açmaz haline geliyor. Altıncı His’te hayranlık uyandıran yönetmen Shymalan, yine benzer bir atmosferle, sessizlik anlarından çekinmeden, karakterlerin duygusal karmaşalarına yoğunlaşarak sakin bir gerilim kurduğu bu filminde, ne yazık ki “cepten yemek”le yetiniyor! Önceki filmde kurulan tuzaktan keyif alan seyirciler, bu filmi de aynı türden bir tuzak bekleyerek seyrediyor, ama sonunda patlatılan numara, anlatılan hikayeyi berhava edecek kadar fos çıkınca, yaşanan hüsran büyük oluyor!
124 kişinin öldüğü korkunç bir tren kazasından sağ çıkan tek kişi, yaralanmak bir yana, sıyrık bile almadan kurtulan David Dunn olur. Philadelphia’da bir stadyumda güvenlik görevlisi olarak çalışan David, iş görüşmesi için gittiği New York’tan dönerken geçirdiği bu kazanın ardından, doktorlar dahil kimsenin inanamadığı olağanüstü kurtuluş hikayesiyle medyanın ilgisini çekerken, kendisi de şaşkınlık içindedir. Arabasının üzerine bırakılan imzasız bir not, aklını daha da karıştırır: “Hayatında kaç kere hasta oldun?” David hatırlayamayınca, ilişkileri artık ayrı odalarda yatacak kadar kopmuş olan karısı Megan’a sorar, ama o da hatırlayamaz, belki de David hayatı boyunca hiç hasta olmamıştır! Bir süre sonra David, o notu bırakan esrarengiz adamla karşı karşıya gelir: Doğuştan gelen “cam hastalığı” yüzünden bütün hayatı acılar içinde geçen, en küçük darbede kırılan kemiklerinin defalarca yatağa ya da tekerlekli iskemleye mahkum ettiği Elijah Price, klasik çizgi-romanların çok değerli ilk baskılarını satan bir sahaftır. David’in kurtuluşunu “kutsal bir görev için ölümsüz olarak dünyaya yollanmış” olmasına bağlayan Elijah, kazalara dair tuhaf istatistik bilgileri aktararak sorduğu sorularla onu rahatsız eder. David’in bu buluşmaya giderken yanına aldığı 12 yaşındaki oğlu Jeremy ise, duyduklarından o kadar etkilenir ki, babasının ölümsüz olduğuna inanarak onu silahla vurmaya bile kalkar. David, o andan itibaren bütün hayatını yeniden değerlendirmeye ve kendisini sorgulamaya başlayacaktır...
Baştan itibaren heyecan ve merakla sürüklenen seyirciyi, sonunda hiç beklenmeyen bir şaşkınlık yaratarak tokat yemişe çevirmek!
Yalnızca finaliyle değil, bütünüyle çarpıcı bir film olan Altıncı His’te bu yöntem çok sağlam biçimde uygulanmış ve büyük bir başarı olarak alkışlanmıştı, ama Ölümsüz bir devam filmi olmasa da, yine Night Shyamalan yönetiminde Bruce Willis’in oynadığı gizemli bir fantastik-gerilim filmi seyrettiği için bu kez de aynı türden bir “şok” bekleyen seyirci, sonunda hakikaten çok zayıf kalan bayat bir “sürpriz”den ötesini göremiyor, bu da film hakkındaki izlenimleri altüst ediyor!
Oysa haksızlık etmemek lazım, oraya kadar ilgiyi ayakta tutmayı başaran bir anlatım var. Film çok ağır ilerliyor, bir nevi hayalet ifadesiyle dolaşan David’in bunalımı seyirciye pek de kolay geçmiyor, belirsizlikler biraz fazla geliyor, ama gene de özel efekt desteğine ihtiyaç duymadan gerilim hissettiren, görüntü ve müzik çalışmasının yoğun katkısıyla kurulan etkileyici bir atmosfer içinde, güçlü oyuncuların canlandırdığı karakterlere ağırlık veriliyor: Hayatından tatmin olmayan sıradan bir adamken kutsal bir görev için seçilmiş bir insan olma ihtimali karşısında şaşkına dönen David (muzip edasını ne yapacağını bilemeyen bir adamın hüzünlü ifadesine dönüştüren Bruce Willis), bedenindeki korkunç arazın acısıyla büyük bir öfke biriktiren ve zekasını nefretle bileyen Elijah (kendi karizmasını canlandırdığı her karaktere giydirmeyi beceren Samuel L. Jackson), artık aşkının tükendiği kocasının yaşadığı inanılmaz olayın ardından evliliğine yeni bir şans tanırken tereddüt içinde kalan Megan (Leaving Las Vegas ve Message In A Bottle filmlerinin güzel ve başarılı yıldızı Robin Wright Penn), kaybetmekten korktuğu babasının olağanüstü özelliklerine ümit ve gururla haddinden fazla inanan Jeremy (daha önce Çifte Tehlike ve Gladyatör’de seyrettiğimiz yetenekli çocuk oyuncu Spencer Treat Clark)...
Ama filmi asıl sürükleyen “Acaba sonunda ne çıkacak?” sorusu olunca, sabırla beklenen finalin yetersizliği ciddi bir açmaz haline geliyor. Altıncı His’te hayranlık uyandıran yönetmen Shymalan, yine benzer bir atmosferle, sessizlik anlarından çekinmeden, karakterlerin duygusal karmaşalarına yoğunlaşarak sakin bir gerilim kurduğu bu filminde, ne yazık ki “cepten yemek”le yetiniyor! Önceki filmde kurulan tuzaktan keyif alan seyirciler, bu filmi de aynı türden bir tuzak bekleyerek seyrediyor, ama sonunda patlatılan numara, anlatılan hikayeyi berhava edecek kadar fos çıkınca, yaşanan hüsran büyük oluyor!
Uzay Kovboyları
Yaşı geçkin astronotlar...
Kovboy filmlerinden hareketli polisiyelere, yakışıklı yıldızlıktan usta yönetmenliğe, sıradan yapımlardan önemli yapıtlara uzanan ilginç ve parıltılı bir sinema kariyerine sahip olan Clint Eastwood, kat ettiği uzun ve zorlu yola bakıldığında, özel bir ödül almayı çoktan hak etmişti elbette. Ama 1992’de Unforgiven filmini yarışmaya kabul etmeyerek bir başyapıtı ıskalamış olan Venedik, sekiz yıl sonra hatasını telafi etmek için, ona bir Yaşam Boyu Başarı Ödülü verip bir de retrospektif bölümü ayırırken, yeni çalışmasını da açılış filmi yapınca, ne yazık ki Eastwood’un bir yönetmen olarak eski parlaklığını kaybettiği, Bird, Unforgiven, A Perfect World, Bridges of Madison County, Midnight in the Garden of Good and Evil gibi filmlerinin başarısını yakalayamadığı bir dönemine denk gelmiş!
Uzay Kovboyları’nda, adından da belli olduğu üzre, klasik kovboy filmlerini hatırlatan bir genel çerçeve var. Temel olarak, rekabeti ve dayanışmasıyla, didişmesi ve sevgisiyle, bir “erkek dostluğu” hikayesi anlatılıyor: 1958 yılında aya gidecek ilk Amerikalı astronotlar olmaya hazırlanırken, uzay araştırmalarının Hava Kuvvetleri’nden NASA’ya devredilmesi üzerine yerlerini bir şempanzeye bırakarak proje dışında kalan Deadalus Takımı’nın üyesi dört gözde askeri pilot, Neil Armstrong’un aya ayak basmasını televizyonda seyrederken gözlerini yaşartan, hayatları boyunca içlerinde ukde kalan uzaya gitme hayalini, yaklaşık kırk yıl sonra, bugün yaşları 70 civarında emekliler olarak gerçekleştirme fırsatı buluyor!
Siyah-beyaz bir açılış bölümünde, astronot adayı dört pilotun nasıl büyük bir hüsran yaşadığını görüyoruz, üstelik ikisinin kişilikleri hakkında ipuçları da alarak: Frank (Eastwood) dikbaşlı ama sağduyulu, Hawk (Jones) atak ve çılgın, ama ikisi de cesur!
Bugüne gelindiğinde film renkleniyor: NASA uzmanları, kontrolden çıkan Rus iletişim uydusunun dünyaya düşmesini engelleyebilmek için çare arıyor. (Bu arada, Amerika’nın 1960’lardan beri gizlice kendi sistemlerini kullandırdığı bu Rus uydusu, bir ara belediye başkanlığı yaparak politikaya da bulaşmış olan Eastwood’a, “ezeli düşman”la “politik hesap”lar uğruna işbirliği yapan “aymaz yönetici”lere şöyle bir değinme fırsatı da veriyor!) Sonunda uydunun bağlı olduğu yörünge sistemini 1960’larda geliştirmiş olan Frank’in gerekli tamiratı yapabilecek tek kişi olduğu ortaya çıkıyor. 1958’de Deadalus Takımı’nı uzay projesinden çıkarmış olan Gerson artık bir NASA yetkilisi olarak bu işin başında bulunduğu için, yıllar öncesinden kalan husumete rağmen Frank’le işbirliği yapmak, üstelik bu fırsatı kaçırmayan Frank’in şartını da kabul etmek zorunda kalıyor: “Deadalus Takımı’nı uzaya gönder, uydu sistemini tamir edelim!”
O andan sonra, Frank’in eski takım arkadaşlarını yeniden biraraya getirmesini seyrederken, diğer iki pilotun da kişiliklerine dair ipuçları alıyoruz: Jerry müzmin ve şakacı bir çapkın, Tank aklı başında ve mülayim bir adam...
Deadalus Takımı, başlarında kovboy şapkaları, emin adımlarla yan yana yürüyerek NASA merkezine girerken, filmin yaşlılığa bakış açısı da iyice belli oluyor: Kendi kendisiyle dalga geçebilme rahatlığı veren derin bir özgüven!
Nitekim, uzay uçuşu için gereken testler boyunca, doğal olarak bazı konularda yetersiz kalsalar da, sevimlilikleri ve kurnazlıklarıyla engelleri aşan geçkin astronotlar, manevi olarak kahramanlıktan hiç taviz vermiyorlar, azim, kararlılık ve tecrübeden güç alıyorlar...
Uzay Kovboyları, ilk yarım saatinde, hikayenin, karakterlerin ve ilişkilerin sergilenişi bakımından, alışılmış kalıplara belli bir mizah duygusuyla bağlı kalsa da merak uyandırarak ümit verirken, giderek yüzeysellik ve tekdüzelik ağır basmaya başlıyor, beklenen derinlik ve zenginlik bir türlü ortaya çıkmıyor.
Asıl sorun, uzay konulu bir filmin yalnızca dörtte birinin uzayda geçiyor olması değil, hatta son yarım saate yayılan uzay sahnelerinin (Eastwood yönetmen olarak ilk kez bu filmde özel görsel efektlerle haşır neşir oluyor) olup biteni seyirciye kavratmakta ve gerilim yaratmakta epey yetersiz kaldığı hesaba katılırsa, yeryüzünden hiç ayrılmasa daha iyiymiş belki.
Ama bir noktadan sonra mizahi yaklaşımın yalnızca yaşlılığa yönelik olduğu, filmin klasik yapıdaki gelişimini (eski ortaklar yeniden biraraya gelir, bazıları kararsızlık gösterir, ama büyük bir bela karşısında beklenmeyen bir gayret gösterilir, onca meselenin ortasında neşe ve aşk da yaşanır, son anda ortaklar arasındaki dayanışmayla aşılacak bir sorun ortaya çıkar, hem ihanetlerle hem fedakarlıklarla karşılaşılır ve zafer kaçınılmazdır!) gayet ciddiye aldığı ortaya çıkınca, böyle bir macerada ciddiyetin gerektirdiği özellikler görülmediği, üstelik bir özgünlük de yakalanamadığı için, seyrin tadı iyice kaçıyor.
En bayat kalıplara boğulmuş olan nice sıradan uzay macerasının bile kendisini heyecanla seyrettirebildiği düşünülünce, bundan da yoksun olan filmin finaline gelindiğinde “hepsi bu muydu?” hüsranı yaşanıyor, geriye kala kala, usta oyuncuların kişisel karizmalarından gelen çekicilik kalıyor, ama onları iyi filmlerde seyretmenin keyfi de hasretle hatırlanıyor!
Kovboy filmlerinden hareketli polisiyelere, yakışıklı yıldızlıktan usta yönetmenliğe, sıradan yapımlardan önemli yapıtlara uzanan ilginç ve parıltılı bir sinema kariyerine sahip olan Clint Eastwood, kat ettiği uzun ve zorlu yola bakıldığında, özel bir ödül almayı çoktan hak etmişti elbette. Ama 1992’de Unforgiven filmini yarışmaya kabul etmeyerek bir başyapıtı ıskalamış olan Venedik, sekiz yıl sonra hatasını telafi etmek için, ona bir Yaşam Boyu Başarı Ödülü verip bir de retrospektif bölümü ayırırken, yeni çalışmasını da açılış filmi yapınca, ne yazık ki Eastwood’un bir yönetmen olarak eski parlaklığını kaybettiği, Bird, Unforgiven, A Perfect World, Bridges of Madison County, Midnight in the Garden of Good and Evil gibi filmlerinin başarısını yakalayamadığı bir dönemine denk gelmiş!
Uzay Kovboyları’nda, adından da belli olduğu üzre, klasik kovboy filmlerini hatırlatan bir genel çerçeve var. Temel olarak, rekabeti ve dayanışmasıyla, didişmesi ve sevgisiyle, bir “erkek dostluğu” hikayesi anlatılıyor: 1958 yılında aya gidecek ilk Amerikalı astronotlar olmaya hazırlanırken, uzay araştırmalarının Hava Kuvvetleri’nden NASA’ya devredilmesi üzerine yerlerini bir şempanzeye bırakarak proje dışında kalan Deadalus Takımı’nın üyesi dört gözde askeri pilot, Neil Armstrong’un aya ayak basmasını televizyonda seyrederken gözlerini yaşartan, hayatları boyunca içlerinde ukde kalan uzaya gitme hayalini, yaklaşık kırk yıl sonra, bugün yaşları 70 civarında emekliler olarak gerçekleştirme fırsatı buluyor!
Siyah-beyaz bir açılış bölümünde, astronot adayı dört pilotun nasıl büyük bir hüsran yaşadığını görüyoruz, üstelik ikisinin kişilikleri hakkında ipuçları da alarak: Frank (Eastwood) dikbaşlı ama sağduyulu, Hawk (Jones) atak ve çılgın, ama ikisi de cesur!
Bugüne gelindiğinde film renkleniyor: NASA uzmanları, kontrolden çıkan Rus iletişim uydusunun dünyaya düşmesini engelleyebilmek için çare arıyor. (Bu arada, Amerika’nın 1960’lardan beri gizlice kendi sistemlerini kullandırdığı bu Rus uydusu, bir ara belediye başkanlığı yaparak politikaya da bulaşmış olan Eastwood’a, “ezeli düşman”la “politik hesap”lar uğruna işbirliği yapan “aymaz yönetici”lere şöyle bir değinme fırsatı da veriyor!) Sonunda uydunun bağlı olduğu yörünge sistemini 1960’larda geliştirmiş olan Frank’in gerekli tamiratı yapabilecek tek kişi olduğu ortaya çıkıyor. 1958’de Deadalus Takımı’nı uzay projesinden çıkarmış olan Gerson artık bir NASA yetkilisi olarak bu işin başında bulunduğu için, yıllar öncesinden kalan husumete rağmen Frank’le işbirliği yapmak, üstelik bu fırsatı kaçırmayan Frank’in şartını da kabul etmek zorunda kalıyor: “Deadalus Takımı’nı uzaya gönder, uydu sistemini tamir edelim!”
O andan sonra, Frank’in eski takım arkadaşlarını yeniden biraraya getirmesini seyrederken, diğer iki pilotun da kişiliklerine dair ipuçları alıyoruz: Jerry müzmin ve şakacı bir çapkın, Tank aklı başında ve mülayim bir adam...
Deadalus Takımı, başlarında kovboy şapkaları, emin adımlarla yan yana yürüyerek NASA merkezine girerken, filmin yaşlılığa bakış açısı da iyice belli oluyor: Kendi kendisiyle dalga geçebilme rahatlığı veren derin bir özgüven!
Nitekim, uzay uçuşu için gereken testler boyunca, doğal olarak bazı konularda yetersiz kalsalar da, sevimlilikleri ve kurnazlıklarıyla engelleri aşan geçkin astronotlar, manevi olarak kahramanlıktan hiç taviz vermiyorlar, azim, kararlılık ve tecrübeden güç alıyorlar...
Uzay Kovboyları, ilk yarım saatinde, hikayenin, karakterlerin ve ilişkilerin sergilenişi bakımından, alışılmış kalıplara belli bir mizah duygusuyla bağlı kalsa da merak uyandırarak ümit verirken, giderek yüzeysellik ve tekdüzelik ağır basmaya başlıyor, beklenen derinlik ve zenginlik bir türlü ortaya çıkmıyor.
Asıl sorun, uzay konulu bir filmin yalnızca dörtte birinin uzayda geçiyor olması değil, hatta son yarım saate yayılan uzay sahnelerinin (Eastwood yönetmen olarak ilk kez bu filmde özel görsel efektlerle haşır neşir oluyor) olup biteni seyirciye kavratmakta ve gerilim yaratmakta epey yetersiz kaldığı hesaba katılırsa, yeryüzünden hiç ayrılmasa daha iyiymiş belki.
Ama bir noktadan sonra mizahi yaklaşımın yalnızca yaşlılığa yönelik olduğu, filmin klasik yapıdaki gelişimini (eski ortaklar yeniden biraraya gelir, bazıları kararsızlık gösterir, ama büyük bir bela karşısında beklenmeyen bir gayret gösterilir, onca meselenin ortasında neşe ve aşk da yaşanır, son anda ortaklar arasındaki dayanışmayla aşılacak bir sorun ortaya çıkar, hem ihanetlerle hem fedakarlıklarla karşılaşılır ve zafer kaçınılmazdır!) gayet ciddiye aldığı ortaya çıkınca, böyle bir macerada ciddiyetin gerektirdiği özellikler görülmediği, üstelik bir özgünlük de yakalanamadığı için, seyrin tadı iyice kaçıyor.
En bayat kalıplara boğulmuş olan nice sıradan uzay macerasının bile kendisini heyecanla seyrettirebildiği düşünülünce, bundan da yoksun olan filmin finaline gelindiğinde “hepsi bu muydu?” hüsranı yaşanıyor, geriye kala kala, usta oyuncuların kişisel karizmalarından gelen çekicilik kalıyor, ama onları iyi filmlerde seyretmenin keyfi de hasretle hatırlanıyor!
Altıncı His
Anne, görüyorum!
Ünlü doktor Malcolm Crowe, çocuk psikolojisi alanındaki olağanüstü başarıları ve sorunlu çocuklarla ailelerine yardım ederken ortaya koyduğu mesleki mükemmellik nedeniyle Philadelphia valisinden özel bir ödül aldığı gece, evinde karısı Hannah’yla başbaşa kutlama yaparken, yardım edemediği için giderek kötüleşmiş olan eski bir hastasının saldırısına uğrar.
On dört yıl önce, anne-babası boşanırken yaşadığı korkular yüzünden getirildiği kilinikte, Malcolm’un “muhtemel duygulanım bozukluğu” teşhisi koyduğu ama sonradan ihmal ettiği için ruh sağlığını tamamen yitirmiş olan Vincent Gray, Hannah’nın gözleri önünde önce Malcolm’u vurur, sonra da intihar eder...
Ertesi sonbahar Malcolm, yine Philadelphia’da, bu korkunç olaya yol açan eski hatasını en azından kendi vicdanında telafi etmek ümidiyle, tıpkı Vincent gibi anne-babası boşanmış olan sorunlu bir çocukla ilgilenmeye başlar: Akut endişe, sosyal soyutlanma ve muhtemel duygulanım bozukluğu teşhisi konmuş olan 9 yaşındaki Cole Sear, annesinin iyiniyetli gayretlerine rağmen, resim dersinde tornavidayla öldürülmüş bir adam çizmek gibi sıradışı tavırları ve iletişim kurma zorluğu yüzünden, arkadaşları tarafından dışlanmaktan ve deli damgası yemekten kurtulamamış, giderek daha çok içine kapanmıştır.
Sorunlarını kimseye anlatmayan küçük Cole, yaşına göre epey olgun ve soğukkanlı bir biçimde asıl sırrını saklasa da, kendisine içtenlikle dostça yaklaşan Malcolm’a içini döker sonunda: “Her yerde ölü insanlar görüyorum, benimle konuşuyor, onlara yardım etmemi istiyorlar, çok korkuyorum, lütfen beni rahat bırakmalarını sağla.”
Vurulduğu geceden beri karısı Hannah’yla da belirgin bir kopukluk yaşayan Malcolm, bu çocuğun korkularını yenmesi için herhalükarda yardım etmeye kararlıdır, ama tabii ki onun bu anlattıklarına inanamaz, oysa kendisinin inanmak istemediği daha başka gerçekler de olduğunu zamanla farkedecektir...
“Altıncı His”, final sahnesinde ağır bir son darbe indirdiği seyircilerin, eğer seyir zevkini mahvetmek gibi bir kasıtları yoksa, filmi henüz görmeyenlere anlatmadığı “beklenmedik gerçek” üzerine kurulu aslında. Herkesi “ters köşeye yatırdığı” kulaktan kulağa yayıldıkça başlı başına bir “gizemli efsane” haline gelen bu son sahnenin yarattığı şaşkınlık, kuşkusuz filmin en önemli kozu. Ama ilk seyrettiğinizde senaryonun büyük sırrını öğrendikten sonra, filmi bir daha seyrederek, yönetmenin iki saat boyunca bu gerçeği size hiç çaktırmadan hikayesini aksaksız anlatmayı nasıl akıllıca başardığını görmek de ayrı bir keyif veriyor doğrusu...
28 yaşındaki Hint kökenli Amerikalı yönetmen Night Shyamalan, üçüncü filmi olan “Altıncı His”te, usta görüntü yönetmeni Tak Fujimoto’nun belirgin katkısıyla baştan sona merak ve tedirginlik duygularını ayakta tutan gergin bir atmosfer kurarken, inandırıcı karakterler haline getirdiği doktor ile çocuk arasındaki ilişkinin gelişimini de ölçülü bir duygusallıkla işliyor.
“Altıncı His”, bilinen türden bir korku-gerilim filmi olmadığı gibi, alışılmış biçimde bir yetişkin-çocuk dostluğu filmi de değil. Seyirciyi koltuğundan sıçratacak “ani vuruş”lar kadar, gözyaşı dökmeye zorlayan “uzun dokunuş”lardan da uzak duruyor, hem gerilim, hem dramatik etki açısından özgün bir hava yakalıyor.
Son dönemdeki birkaç vasat çalışmadan sonra, bu filmde Malcolm rolüyle oyunculuk gücünü bir kez daha gösterme fırsatını çok iyi değerlendiren Bruce Willis’ın deyişiyle, “karanlık ve aydınlık anları, karakterlerin hayatlarındaki normal ve normaldışı olayları mükemmel biçimde dengeleyen” bir film bu.
Shyamalan, olabilecekleri önceden hissetmenin getirdiği tedirginliğin yanısıra, yetişkinlerin “birşeyleri kaybetme” tehlikesi yüzünden, çocukların ise “bilinmeyen” karşısında duyduğu “gerçek korkular”dan yola çıktığını söylüyor: “Korkulardan kurtulmak için, onlarla yüzleşmek, onları paylaşmak gerek.”
Filmin merkezinde duran bu temayı seyirciye aktarmak için oyunculara büyük iş düşüyor ve tecrübeli Bruce Willis’ın yanısıra, henüz 11 yaşında olan Haley Joel Osment da bu açıdan müthiş bir başarı yakalıyor, sakin ama etkili bir oyunculukla Cole’un korkularını ve acılarını hissettiriyor.
Ünlü doktor Malcolm Crowe, çocuk psikolojisi alanındaki olağanüstü başarıları ve sorunlu çocuklarla ailelerine yardım ederken ortaya koyduğu mesleki mükemmellik nedeniyle Philadelphia valisinden özel bir ödül aldığı gece, evinde karısı Hannah’yla başbaşa kutlama yaparken, yardım edemediği için giderek kötüleşmiş olan eski bir hastasının saldırısına uğrar.
On dört yıl önce, anne-babası boşanırken yaşadığı korkular yüzünden getirildiği kilinikte, Malcolm’un “muhtemel duygulanım bozukluğu” teşhisi koyduğu ama sonradan ihmal ettiği için ruh sağlığını tamamen yitirmiş olan Vincent Gray, Hannah’nın gözleri önünde önce Malcolm’u vurur, sonra da intihar eder...
Ertesi sonbahar Malcolm, yine Philadelphia’da, bu korkunç olaya yol açan eski hatasını en azından kendi vicdanında telafi etmek ümidiyle, tıpkı Vincent gibi anne-babası boşanmış olan sorunlu bir çocukla ilgilenmeye başlar: Akut endişe, sosyal soyutlanma ve muhtemel duygulanım bozukluğu teşhisi konmuş olan 9 yaşındaki Cole Sear, annesinin iyiniyetli gayretlerine rağmen, resim dersinde tornavidayla öldürülmüş bir adam çizmek gibi sıradışı tavırları ve iletişim kurma zorluğu yüzünden, arkadaşları tarafından dışlanmaktan ve deli damgası yemekten kurtulamamış, giderek daha çok içine kapanmıştır.
Sorunlarını kimseye anlatmayan küçük Cole, yaşına göre epey olgun ve soğukkanlı bir biçimde asıl sırrını saklasa da, kendisine içtenlikle dostça yaklaşan Malcolm’a içini döker sonunda: “Her yerde ölü insanlar görüyorum, benimle konuşuyor, onlara yardım etmemi istiyorlar, çok korkuyorum, lütfen beni rahat bırakmalarını sağla.”
Vurulduğu geceden beri karısı Hannah’yla da belirgin bir kopukluk yaşayan Malcolm, bu çocuğun korkularını yenmesi için herhalükarda yardım etmeye kararlıdır, ama tabii ki onun bu anlattıklarına inanamaz, oysa kendisinin inanmak istemediği daha başka gerçekler de olduğunu zamanla farkedecektir...
“Altıncı His”, final sahnesinde ağır bir son darbe indirdiği seyircilerin, eğer seyir zevkini mahvetmek gibi bir kasıtları yoksa, filmi henüz görmeyenlere anlatmadığı “beklenmedik gerçek” üzerine kurulu aslında. Herkesi “ters köşeye yatırdığı” kulaktan kulağa yayıldıkça başlı başına bir “gizemli efsane” haline gelen bu son sahnenin yarattığı şaşkınlık, kuşkusuz filmin en önemli kozu. Ama ilk seyrettiğinizde senaryonun büyük sırrını öğrendikten sonra, filmi bir daha seyrederek, yönetmenin iki saat boyunca bu gerçeği size hiç çaktırmadan hikayesini aksaksız anlatmayı nasıl akıllıca başardığını görmek de ayrı bir keyif veriyor doğrusu...
28 yaşındaki Hint kökenli Amerikalı yönetmen Night Shyamalan, üçüncü filmi olan “Altıncı His”te, usta görüntü yönetmeni Tak Fujimoto’nun belirgin katkısıyla baştan sona merak ve tedirginlik duygularını ayakta tutan gergin bir atmosfer kurarken, inandırıcı karakterler haline getirdiği doktor ile çocuk arasındaki ilişkinin gelişimini de ölçülü bir duygusallıkla işliyor.
“Altıncı His”, bilinen türden bir korku-gerilim filmi olmadığı gibi, alışılmış biçimde bir yetişkin-çocuk dostluğu filmi de değil. Seyirciyi koltuğundan sıçratacak “ani vuruş”lar kadar, gözyaşı dökmeye zorlayan “uzun dokunuş”lardan da uzak duruyor, hem gerilim, hem dramatik etki açısından özgün bir hava yakalıyor.
Son dönemdeki birkaç vasat çalışmadan sonra, bu filmde Malcolm rolüyle oyunculuk gücünü bir kez daha gösterme fırsatını çok iyi değerlendiren Bruce Willis’ın deyişiyle, “karanlık ve aydınlık anları, karakterlerin hayatlarındaki normal ve normaldışı olayları mükemmel biçimde dengeleyen” bir film bu.
Shyamalan, olabilecekleri önceden hissetmenin getirdiği tedirginliğin yanısıra, yetişkinlerin “birşeyleri kaybetme” tehlikesi yüzünden, çocukların ise “bilinmeyen” karşısında duyduğu “gerçek korkular”dan yola çıktığını söylüyor: “Korkulardan kurtulmak için, onlarla yüzleşmek, onları paylaşmak gerek.”
Filmin merkezinde duran bu temayı seyirciye aktarmak için oyunculara büyük iş düşüyor ve tecrübeli Bruce Willis’ın yanısıra, henüz 11 yaşında olan Haley Joel Osment da bu açıdan müthiş bir başarı yakalıyor, sakin ama etkili bir oyunculukla Cole’un korkularını ve acılarını hissettiriyor.
İşaretler
Bu alamet neye delalet?..
Ne yalan söyleyeyim, İşaretler filmini başlı başına bir “kabus” olarak görmek isterdim. O zaman, özellikle Altıncı His’te hepimizi şaşkına çeviren bir zeka ve beceri sergilemiş olan yönetmen M. Night Shyamalan’ın, önceki filmlerinin de ana ekseni olan inanç meselesini bu kez daha da belirgin bir biçimde ele alırken eski moda bir “uzaylı istilası” korkusuna başvurması üzücü bir hüsrana yol açmazdı. “Uçan daireli insan benzeri canavarımsı düşman uzaylılar” gibi artık en azından sinemasal açıdan hükmü kalmamış türden bir olaylar dizisi, filmin hikayesi değil, karakterin inanç krizinin açığa çıkardığı korkularının yansıması olurdu, dolayısıyla, her yeni filmi merak ve heyecanla beklenen Shyamalan hakkındaki olumlu görüşlerde ciddi bir dalgalanma olmazdı.
Her şey bir “kabus”tan ibaret olsaydı, incelik ve dikkatle işlendikleri için filmin temel yapısını ele veren kritik ayrıntıların önemini sonunda ancak bütünü gördüğümüzde fark ettiğimiz Altıncı His’in aksine, bu kez nerdeyse gözümüze sokularak filmin akışına yerleştirilen ve sonunda gerçekten hepsi bir biçimde belirleyici olan bütün o tuhaf ayrıntılar, mesela küçük kızın evin dört bir yanına bıraktığı su dolu bardaklar ya da ölen eşin son nefesinde ettiği alakasız cümle, yönetmenin birer “mucize” yapmak için kurduğu biraz zorlama numaralar değil, adamın bilinçdışından geldiği için makul sayılacak “işaret”ler olurdu.
Üstelik film de, “bilim-kurgu gerilimi üzerinden bir inanç tazeleme draması” olmaktan çıkar, “bir adamın karısının ölümüyle yaralanan iç dünyasında inancını kaybetme korkusundan türeyen bir kabus” olarak farklı anlamlandırmalara açık bir yapıt haline gelirdi.
Ama ne yazık ki, böyle bir okumaya imkan verebilecek yalnızca iki küçük ayrıntı var: Filmin en başında bütün olayların babanın bir kabustan uyanmasından sonra başlaması ve çocuklarının baktığı kitapta bir uzaylı saldırısını anlatan çizimdeki evin aynen ailenin evine benzemesi, ki bunları bile filmin bütününün bir kabus olduğuna dair birer işaret saymak için Shyamalan’ın bu kadar sıradan bir hikaye anlatmayacağına “inanmak” gerekiyor.
(Çocuk babasına “senden nefret ediyorum” diyor, adam Tanrı’ya aynı cümleyle haykırıyor, sonunda adam oğlunu, Tanrı ikisini birden kurtarıyor, gene de mesajı anlamayan varsa diye, en sonunda adam yeniden rahip kıyafetiyle karşımıza çıkarılıyor!)
Öyle ya, hayati bir “eksik” var filmde: Yönetmen bize böyle bir şey “söylemiyor”, hikaye başlayıp bitiyor, ama bütün bunların “aslında” bir adamın zihninde olup bittiğine dair ne bir ses ne bir nefes duyuluyor!
Shyamalan, küçük ve düz bir hikaye anlatıyormuş gibi görünüp hiç beklenmedik bir dönemeçle bütün yolu yeniden gözden geçirmemizi sağlayarak bütünün o ana dek fark ettirmediği anlamını ortaya çıkaran bir yönetmen olarak dikkat çekmişti, ama bu kez muhtemelen aldığı büyük övgülerle gereğinden fazla yükselen özgüveni yüzünden, belirgin temalarını ısrarla sürdürmeyi ihmal etmeden farklı bir şey yapmak için bir “sürpriz final”den kaçınmak isterken “açıklama” yapmaktan da imtina etmiş ve bir nevi “anlayan anlasın” tavrına girmiş galiba...
Evet, “galiba”, çünkü eğer böyle değilse, ki bence değil, Shyamalan’a yakıştırmak zor gelebilir ama, eldeki film hakikaten pek yavan kalmış...
Shyamalan ayrıntılara çok düşkün, her şeyin bütüne hizmet etmesi gerektiğini düşünüyor, ki bu sinemasal açıdan çok doğru bir seçim, tabii eğer o ayrıntılar ince bir kıvraklıkla kullanılırsa. (Bu noktada, kadın polisin ilk gelişindeki konuşma, günah çıkarmak isteyen tezgahtar kız, bükülen mısırlar yüzünden birkaç kez bahsi geçen adamlar gibi, işlenmediği için fazlalık olarak kalan ayrıntılar da var!) Nitekim, mesela Altıncı His bu hususta nerdeyse mükemmel bir örnekti, dönüp bir daha seyrettiğinizde yol boyunca “çaktırmadan” döşenmiş nice “işaret” buluyor ve filmin asıl hikayesinin yalansuz dolansız saklanabilmiş olmasına yeniden hayran oluyordunuz, ama bu kez ayrıntıların hepsi kader inancını desteklemek üzere baştan sona göstere göstere sergileniyor, siz de sürekli olarak “hah, bak bu da kesin bir yere bağlanacak” duygusuna sürükleniyorsunuz, üstelik sonunda hepsinin bağlandığı mesele de “eh yani, bütün hikaye bu muydu” dedirtiyor, hatta çocuğun astımı bile “herşeyde bir hayır vardır” noktasına geliyor!
Gene de hakkını teslim etmek lazım, Shyamalan’ın ayrıntılar hususunda yönetmenlik tekniği açısından yetenekli ve yaratıcı olduğu aşikar, özellikle gündelik nesnelerin gerilim malzemesi olarak kullanımı, mesela gizemli hışırtıların geldiği bir bebek odası telsizi ya da kapalı bir kapının ardında ne olduğunu görmek için ayna niyetine kullanılan bir bıçak, sessizliği bile korkunç hale getirecek kadar sıradan seslere dayanan bir gerginlik, mekan tasarımından çerçevelendirmelere (solgun bir renk bütünlüğü yakalayan usta görüntü yönetmeni Tak Fujimoto), ışıktan müziğe (klasik korku-gerilimleri daha baştan hatırlatan vurgulu ezgiler çıkaran usta besteci James Newton Howard), oyuncu yönetiminden (belki de ilk kez durgun ve şaşkın bir adamı canlandıran heyecanlı rollerin yıldızı Mel Gibson kadar, Joaquin Phoenix ile çocuk oyunculardan da inandırıcı performanslar alan Shyamalan’ın bu açıdan tek istisnası kendisi) kurguya uzanan bir titizlik sayesinde, özel efektlere nerdeyse hiç başvurmadan, durgun akışına rağmen seyirciyi her an tetikte tutarak sonuna kadar perdeye bağlayan bir anlatım kurmakta hiç sıkıntı çekmiyor...
Az şey değil, birkaç karaltı ya da bir tek el göstermekle yetindikten sonra, özellikle ikinci yarı boyunca, finale kadar, birkaç televizyon haberi hariç, sadece dört kişinin bir evin içinde yaşadığı endişe ve korkuyu göstererek “uzaylı istilası”nın dehşetini hissettirecek kadar sağlam bir atmosfer oluşturma mahareti var karşımızda...
Ama gene de, Shyamalan’ın yönetmenlik yeteneği bir kez daha takdir edilse bile, filmden geriye bir tatminsizlik kalıyor, salondan hüsranla çıkılıyor...
Ne yalan söyleyeyim, İşaretler filmini başlı başına bir “kabus” olarak görmek isterdim. O zaman, özellikle Altıncı His’te hepimizi şaşkına çeviren bir zeka ve beceri sergilemiş olan yönetmen M. Night Shyamalan’ın, önceki filmlerinin de ana ekseni olan inanç meselesini bu kez daha da belirgin bir biçimde ele alırken eski moda bir “uzaylı istilası” korkusuna başvurması üzücü bir hüsrana yol açmazdı. “Uçan daireli insan benzeri canavarımsı düşman uzaylılar” gibi artık en azından sinemasal açıdan hükmü kalmamış türden bir olaylar dizisi, filmin hikayesi değil, karakterin inanç krizinin açığa çıkardığı korkularının yansıması olurdu, dolayısıyla, her yeni filmi merak ve heyecanla beklenen Shyamalan hakkındaki olumlu görüşlerde ciddi bir dalgalanma olmazdı.
Her şey bir “kabus”tan ibaret olsaydı, incelik ve dikkatle işlendikleri için filmin temel yapısını ele veren kritik ayrıntıların önemini sonunda ancak bütünü gördüğümüzde fark ettiğimiz Altıncı His’in aksine, bu kez nerdeyse gözümüze sokularak filmin akışına yerleştirilen ve sonunda gerçekten hepsi bir biçimde belirleyici olan bütün o tuhaf ayrıntılar, mesela küçük kızın evin dört bir yanına bıraktığı su dolu bardaklar ya da ölen eşin son nefesinde ettiği alakasız cümle, yönetmenin birer “mucize” yapmak için kurduğu biraz zorlama numaralar değil, adamın bilinçdışından geldiği için makul sayılacak “işaret”ler olurdu.
Üstelik film de, “bilim-kurgu gerilimi üzerinden bir inanç tazeleme draması” olmaktan çıkar, “bir adamın karısının ölümüyle yaralanan iç dünyasında inancını kaybetme korkusundan türeyen bir kabus” olarak farklı anlamlandırmalara açık bir yapıt haline gelirdi.
Ama ne yazık ki, böyle bir okumaya imkan verebilecek yalnızca iki küçük ayrıntı var: Filmin en başında bütün olayların babanın bir kabustan uyanmasından sonra başlaması ve çocuklarının baktığı kitapta bir uzaylı saldırısını anlatan çizimdeki evin aynen ailenin evine benzemesi, ki bunları bile filmin bütününün bir kabus olduğuna dair birer işaret saymak için Shyamalan’ın bu kadar sıradan bir hikaye anlatmayacağına “inanmak” gerekiyor.
(Çocuk babasına “senden nefret ediyorum” diyor, adam Tanrı’ya aynı cümleyle haykırıyor, sonunda adam oğlunu, Tanrı ikisini birden kurtarıyor, gene de mesajı anlamayan varsa diye, en sonunda adam yeniden rahip kıyafetiyle karşımıza çıkarılıyor!)
Öyle ya, hayati bir “eksik” var filmde: Yönetmen bize böyle bir şey “söylemiyor”, hikaye başlayıp bitiyor, ama bütün bunların “aslında” bir adamın zihninde olup bittiğine dair ne bir ses ne bir nefes duyuluyor!
Shyamalan, küçük ve düz bir hikaye anlatıyormuş gibi görünüp hiç beklenmedik bir dönemeçle bütün yolu yeniden gözden geçirmemizi sağlayarak bütünün o ana dek fark ettirmediği anlamını ortaya çıkaran bir yönetmen olarak dikkat çekmişti, ama bu kez muhtemelen aldığı büyük övgülerle gereğinden fazla yükselen özgüveni yüzünden, belirgin temalarını ısrarla sürdürmeyi ihmal etmeden farklı bir şey yapmak için bir “sürpriz final”den kaçınmak isterken “açıklama” yapmaktan da imtina etmiş ve bir nevi “anlayan anlasın” tavrına girmiş galiba...
Evet, “galiba”, çünkü eğer böyle değilse, ki bence değil, Shyamalan’a yakıştırmak zor gelebilir ama, eldeki film hakikaten pek yavan kalmış...
Shyamalan ayrıntılara çok düşkün, her şeyin bütüne hizmet etmesi gerektiğini düşünüyor, ki bu sinemasal açıdan çok doğru bir seçim, tabii eğer o ayrıntılar ince bir kıvraklıkla kullanılırsa. (Bu noktada, kadın polisin ilk gelişindeki konuşma, günah çıkarmak isteyen tezgahtar kız, bükülen mısırlar yüzünden birkaç kez bahsi geçen adamlar gibi, işlenmediği için fazlalık olarak kalan ayrıntılar da var!) Nitekim, mesela Altıncı His bu hususta nerdeyse mükemmel bir örnekti, dönüp bir daha seyrettiğinizde yol boyunca “çaktırmadan” döşenmiş nice “işaret” buluyor ve filmin asıl hikayesinin yalansuz dolansız saklanabilmiş olmasına yeniden hayran oluyordunuz, ama bu kez ayrıntıların hepsi kader inancını desteklemek üzere baştan sona göstere göstere sergileniyor, siz de sürekli olarak “hah, bak bu da kesin bir yere bağlanacak” duygusuna sürükleniyorsunuz, üstelik sonunda hepsinin bağlandığı mesele de “eh yani, bütün hikaye bu muydu” dedirtiyor, hatta çocuğun astımı bile “herşeyde bir hayır vardır” noktasına geliyor!
Gene de hakkını teslim etmek lazım, Shyamalan’ın ayrıntılar hususunda yönetmenlik tekniği açısından yetenekli ve yaratıcı olduğu aşikar, özellikle gündelik nesnelerin gerilim malzemesi olarak kullanımı, mesela gizemli hışırtıların geldiği bir bebek odası telsizi ya da kapalı bir kapının ardında ne olduğunu görmek için ayna niyetine kullanılan bir bıçak, sessizliği bile korkunç hale getirecek kadar sıradan seslere dayanan bir gerginlik, mekan tasarımından çerçevelendirmelere (solgun bir renk bütünlüğü yakalayan usta görüntü yönetmeni Tak Fujimoto), ışıktan müziğe (klasik korku-gerilimleri daha baştan hatırlatan vurgulu ezgiler çıkaran usta besteci James Newton Howard), oyuncu yönetiminden (belki de ilk kez durgun ve şaşkın bir adamı canlandıran heyecanlı rollerin yıldızı Mel Gibson kadar, Joaquin Phoenix ile çocuk oyunculardan da inandırıcı performanslar alan Shyamalan’ın bu açıdan tek istisnası kendisi) kurguya uzanan bir titizlik sayesinde, özel efektlere nerdeyse hiç başvurmadan, durgun akışına rağmen seyirciyi her an tetikte tutarak sonuna kadar perdeye bağlayan bir anlatım kurmakta hiç sıkıntı çekmiyor...
Az şey değil, birkaç karaltı ya da bir tek el göstermekle yetindikten sonra, özellikle ikinci yarı boyunca, finale kadar, birkaç televizyon haberi hariç, sadece dört kişinin bir evin içinde yaşadığı endişe ve korkuyu göstererek “uzaylı istilası”nın dehşetini hissettirecek kadar sağlam bir atmosfer oluşturma mahareti var karşımızda...
Ama gene de, Shyamalan’ın yönetmenlik yeteneği bir kez daha takdir edilse bile, filmden geriye bir tatminsizlik kalıyor, salondan hüsranla çıkılıyor...
Hababam Rock
Vak the Rock...
Geçen hafta gösterime giren “Hababam Rock”, ki orijinal isminin çevirisi “Rock Okulu” yerine neden böyle bir isme gerek duyulmuş bilinmez, tahmin edilebileceği gibi, Sidney Poitier’nin oynadığı unutulmaz “Sevgili Öğretmenim”den, Robin Williams’a Oscar adaylığı getiren “Ölü Ozanlar Derneği”ne uzanan, hatta son olarak Julia Roberts’ın oynadığı “Mona Lisa Gülüşü”yle de devam eden, “öğrencilerinin hayata bakışını değiştiren öğretmen dramaları” türünün, merkezine rock müziğini alan bir örneği...
Ama bu kez öğrencileri etkileyen kişi, gerçek bir öğretmen değil, arkadaşı olan yedek öğretmenin kimliğine bürünerek biraz para kazanmayı ümit ederken, sınıftaki yetenekli çocuklarla sıradışı bir grup kuran hercai rock müzisyeni Dewey Finn, ki kendisini her daim iri vücudundan beklenmeyen bir enerji patlamasıyla oynayan genç komedyen Jack Black canlandırıyor...
Ne yalan söylemeli, yer yer keyif verebilen bir film bu, müzik unsuru son bölümler haricinde film boyunca arzu edilenden az kullanıldığı için tatmin edici olamasa da, rock’la ilgili laflar hayata gamsız müziğe aşık bir adamın abuk sabuk cümlelerinden ibaret kalsa da, filmin sonu başından tahmin edilebilir yapısı hikaye dönemeçlerinden yüzeysel tiplere kadar klişelerden milim sapmasa da, özellikle kendisi de Tenacious D. adlı rock grubunun üyesi olduğu için bir rock müzisyenini canlandırmakta hiç zorluk çekmeyen Jack Black’in, daha önce Stephen Frears’ın “Sensiz Olmaz” (High Fidelity) filminde canlandırdığı müzik mağazası tezgahtarı gibi (ki bu filmin yönetmenliği için de önce Frears düşünülmüş) kıpır kıpır bir müzik delisi rolünde perdeyi kaplayan hareketliliği sayesinde, oyalayıcı ve eğlenceli olabiliyor.
Ayrıca, hepsi de zaten çalmakta oldukları enstrümanları kullanarak “Rock Okulu” grubunun üyelerini canlandıran küçük oyuncular da gayet başarılı, hatta komediyi abartıdan çıkarmakta direten Jack Black’in yanında ölçülü yorumlarıyla daha fazla dikkat çekiyorlar.
Ama bu filmin, “Dazed and Confused”, “Before Sunrise” ve “Tape” gibi bağımsız yapımlara imza atan yönetmen Richard Linklater’ın kariyerine eksi puan getirdiği de açık, ticari bir film olduğu için değil, vasat olduğu için...
Geçen hafta gösterime giren “Hababam Rock”, ki orijinal isminin çevirisi “Rock Okulu” yerine neden böyle bir isme gerek duyulmuş bilinmez, tahmin edilebileceği gibi, Sidney Poitier’nin oynadığı unutulmaz “Sevgili Öğretmenim”den, Robin Williams’a Oscar adaylığı getiren “Ölü Ozanlar Derneği”ne uzanan, hatta son olarak Julia Roberts’ın oynadığı “Mona Lisa Gülüşü”yle de devam eden, “öğrencilerinin hayata bakışını değiştiren öğretmen dramaları” türünün, merkezine rock müziğini alan bir örneği...
Ama bu kez öğrencileri etkileyen kişi, gerçek bir öğretmen değil, arkadaşı olan yedek öğretmenin kimliğine bürünerek biraz para kazanmayı ümit ederken, sınıftaki yetenekli çocuklarla sıradışı bir grup kuran hercai rock müzisyeni Dewey Finn, ki kendisini her daim iri vücudundan beklenmeyen bir enerji patlamasıyla oynayan genç komedyen Jack Black canlandırıyor...
Ne yalan söylemeli, yer yer keyif verebilen bir film bu, müzik unsuru son bölümler haricinde film boyunca arzu edilenden az kullanıldığı için tatmin edici olamasa da, rock’la ilgili laflar hayata gamsız müziğe aşık bir adamın abuk sabuk cümlelerinden ibaret kalsa da, filmin sonu başından tahmin edilebilir yapısı hikaye dönemeçlerinden yüzeysel tiplere kadar klişelerden milim sapmasa da, özellikle kendisi de Tenacious D. adlı rock grubunun üyesi olduğu için bir rock müzisyenini canlandırmakta hiç zorluk çekmeyen Jack Black’in, daha önce Stephen Frears’ın “Sensiz Olmaz” (High Fidelity) filminde canlandırdığı müzik mağazası tezgahtarı gibi (ki bu filmin yönetmenliği için de önce Frears düşünülmüş) kıpır kıpır bir müzik delisi rolünde perdeyi kaplayan hareketliliği sayesinde, oyalayıcı ve eğlenceli olabiliyor.
Ayrıca, hepsi de zaten çalmakta oldukları enstrümanları kullanarak “Rock Okulu” grubunun üyelerini canlandıran küçük oyuncular da gayet başarılı, hatta komediyi abartıdan çıkarmakta direten Jack Black’in yanında ölçülü yorumlarıyla daha fazla dikkat çekiyorlar.
Ama bu filmin, “Dazed and Confused”, “Before Sunrise” ve “Tape” gibi bağımsız yapımlara imza atan yönetmen Richard Linklater’ın kariyerine eksi puan getirdiği de açık, ticari bir film olduğu için değil, vasat olduğu için...
Çatışma Kuralları
Kaba propaganda...
Vietnam ve Körfez savaşlarında gösterdiği kahramanlıklarla saygınlık kazanan Albay Childers, Yemen’deki Amerikan Büyükelçiliğinin yerel protestocular tarafından kuşatılması ve kalabalığın arasından ateş açılması üzerine, emrindeki Deniz Piyadeleri birliğiyle, büyükelçi ve ailesini tahliye etmek üzere görevlendirilir. Ama operasyon sırasında üç askerinin göstericiler arasından ateş sonucunda ölmesinden sonra, kurallara rağmen “ateşle karşılık verileceğine dair uyarıda bulunma ve çocuklar ile kadınlar başta olmak üzere silahsız sivilleri uzaklaştırma” gereği duymadan, “işlerini bitirin” diyerek “açık ateş” emri verir.
Amerikan askerlerinin büyükelçilik binasının çatısından açtığı yaylım ateş sonucunda, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 83 Yemenli ölür. Bu katliamın uluslararası medyaya yansıması üzerine, Albay Childers askeri mahkemede yargılanmaya başlar. Kendisinin iddiası, kalabalığın arasından ateş açıldığı için çaresiz kaldığı, hakkında dava açan yetkililerin iddiası ise, kesin kurallara rağmen silahsız sivilleri gözetmediği için yaptığının “cinayet” olduğudur. Bu sarsıcı olayın Amerikan devletine mal edilmemesi için Childers’ın cezalandırılmasını isteyen Ulusal Güvenlik Sekreteri gerçekten de göstericilerin arasında silahlı kişilerin olduğunu gösteren güvenlik kamerası kayıtlarını yok ederken, Childers kendisini savunması için Vietnam’da hayatını kurtardığı hukukçu Albay Hodges’a başvurur...
Arap-Amerikan Ayrımcılık Karşıtlığı Komitesi tarafından, “bütün Arapları potansiyel terörist olarak ele alarak, üstelik pis insanlar olarak göstererek ırkçılık yaptığı” için kara listeye alınan Çatışma Kuralları, görüp görülebilecek en kaba propaganda ve en ateşli militarizm örneklerinden biri herhalde. Açıkça “kuralların canı cehenneme” diyen Albay Childers film boyunca ısrarla ve inatla “ülkesi için canını ortaya koyan büyük bir kahraman”, ona karşı çıkanlar ise ya sahtekar ya aymaz: Başkan yardımcısı yalancı bir politikacı (Bruce Greenwood bu rolün hakkını veriyor!), askeri savcı şirret bir hırs küpü (bu roldeki Guy Pearce filmin en kötü oyuncusu olarak pırıl pırıl parlıyor), büyükelçi nankör bir sünepe (böyle bir filmde oynamanın pişmanlığı Ben Kingsley’in yüzüne yansıyor)! Hatta kahramanın avukatlığını yapan Hodges bile, Yemen’de olay yerini inceledikten sonra arkadaşını suçladığı sırada saldırgan bir ayyaş haline geliyor...
Araplara karşı saldırgan bir ırkçılık sergilemekten hiç yüksünmeyen filmin, ülkesi adına “haklı katliam” gerçekleştiren Amerikan kahramanı olarak zenci bir albayı alması, ayrı bir uyanıklık örneği. Ataları ırkçılıktan çok çekmiş olan usta oyuncu Samuel L. Jackson, bu rolde oynarken acaba derin bir sızı hissetti mi?
Bir başka usta oyuncu Tommy Lee Jones ise, böyle bir filmde oynaması yetmezmiş gibi, alay edercesine, Yemen’de çoğunluğu teşkil ettikleri için Fas’taki çekimlerde figüran olarak kullanılan Berberilere “hayran kaldığını, herşeyin en doğrusunu yapmayı bilen insanlar olduklarını” söylemez mi?
Tecrübeli yönetmen William Friedkin, akıcı bir anlatım ve yer yer de gerilim oluşturmakta zorluk çekmiyor, hatta kendisini ne düşünüyor bilinmez ama, bu filmi Exorcist’ten daha korkunç!..
Vietnam ve Körfez savaşlarında gösterdiği kahramanlıklarla saygınlık kazanan Albay Childers, Yemen’deki Amerikan Büyükelçiliğinin yerel protestocular tarafından kuşatılması ve kalabalığın arasından ateş açılması üzerine, emrindeki Deniz Piyadeleri birliğiyle, büyükelçi ve ailesini tahliye etmek üzere görevlendirilir. Ama operasyon sırasında üç askerinin göstericiler arasından ateş sonucunda ölmesinden sonra, kurallara rağmen “ateşle karşılık verileceğine dair uyarıda bulunma ve çocuklar ile kadınlar başta olmak üzere silahsız sivilleri uzaklaştırma” gereği duymadan, “işlerini bitirin” diyerek “açık ateş” emri verir.
Amerikan askerlerinin büyükelçilik binasının çatısından açtığı yaylım ateş sonucunda, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 83 Yemenli ölür. Bu katliamın uluslararası medyaya yansıması üzerine, Albay Childers askeri mahkemede yargılanmaya başlar. Kendisinin iddiası, kalabalığın arasından ateş açıldığı için çaresiz kaldığı, hakkında dava açan yetkililerin iddiası ise, kesin kurallara rağmen silahsız sivilleri gözetmediği için yaptığının “cinayet” olduğudur. Bu sarsıcı olayın Amerikan devletine mal edilmemesi için Childers’ın cezalandırılmasını isteyen Ulusal Güvenlik Sekreteri gerçekten de göstericilerin arasında silahlı kişilerin olduğunu gösteren güvenlik kamerası kayıtlarını yok ederken, Childers kendisini savunması için Vietnam’da hayatını kurtardığı hukukçu Albay Hodges’a başvurur...
Arap-Amerikan Ayrımcılık Karşıtlığı Komitesi tarafından, “bütün Arapları potansiyel terörist olarak ele alarak, üstelik pis insanlar olarak göstererek ırkçılık yaptığı” için kara listeye alınan Çatışma Kuralları, görüp görülebilecek en kaba propaganda ve en ateşli militarizm örneklerinden biri herhalde. Açıkça “kuralların canı cehenneme” diyen Albay Childers film boyunca ısrarla ve inatla “ülkesi için canını ortaya koyan büyük bir kahraman”, ona karşı çıkanlar ise ya sahtekar ya aymaz: Başkan yardımcısı yalancı bir politikacı (Bruce Greenwood bu rolün hakkını veriyor!), askeri savcı şirret bir hırs küpü (bu roldeki Guy Pearce filmin en kötü oyuncusu olarak pırıl pırıl parlıyor), büyükelçi nankör bir sünepe (böyle bir filmde oynamanın pişmanlığı Ben Kingsley’in yüzüne yansıyor)! Hatta kahramanın avukatlığını yapan Hodges bile, Yemen’de olay yerini inceledikten sonra arkadaşını suçladığı sırada saldırgan bir ayyaş haline geliyor...
Araplara karşı saldırgan bir ırkçılık sergilemekten hiç yüksünmeyen filmin, ülkesi adına “haklı katliam” gerçekleştiren Amerikan kahramanı olarak zenci bir albayı alması, ayrı bir uyanıklık örneği. Ataları ırkçılıktan çok çekmiş olan usta oyuncu Samuel L. Jackson, bu rolde oynarken acaba derin bir sızı hissetti mi?
Bir başka usta oyuncu Tommy Lee Jones ise, böyle bir filmde oynaması yetmezmiş gibi, alay edercesine, Yemen’de çoğunluğu teşkil ettikleri için Fas’taki çekimlerde figüran olarak kullanılan Berberilere “hayran kaldığını, herşeyin en doğrusunu yapmayı bilen insanlar olduklarını” söylemez mi?
Tecrübeli yönetmen William Friedkin, akıcı bir anlatım ve yer yer de gerilim oluşturmakta zorluk çekmiyor, hatta kendisini ne düşünüyor bilinmez ama, bu filmi Exorcist’ten daha korkunç!..
Azap Yolu
Mükemmel iyinin düşmanıdır...
Azap Yolu’nun, bir “resimli roman”dan uyarlandığı başından sonuna kadar belli oluyor, üstelik zaten ana karakterlerinden biri olan çocuğun bu tür bir kitap okuduğu açıkça gösterilerek de bu özellik vurgulanıyor, dolayısıyla filmin eksik ya da hata olarak görülebilecek yanlarının, belki de kendi yapısının bir belirtisi olarak kabullenilmesi bekleniyor.
Klasik gangster filmleri türünün bilinen çizgilerinden pek ayrılmayan hikayesi derinleşmiyor, olay akışı düz bir satıhta ilerliyor, karakterler yeterince geliştirilmiyor, ama sanki filmi yapanlar da bütün bu meseleleri dert etmiyor ya da eldeki malzemenin sınırları dar olduğu için halledemiyor, buna bağlı olarak asıl dikkat ve gayretlerini dramatik çatışmaların görsel tasvirini besleyen bir “atmosfer” yaratmaya yöneltiyor.
1931 yılında, sarsıcı ekonomik ve sosyal sorunlara yol açan Büyük Buhran’ın hemen ertesinde, bir kasabada başlayan hikaye, dört karakter üzerine kuruluyor: Al Capone’la bağlantılı çalışan yıllanmış yerel mafya lideri John Rooney, onun yerini almayı beklerken gücünü artırmak uğruna kanlı dolaplar çeviren öz oğlu Connor, öksüz-yetim bir çocukken yanına alıp yıllar içinde en sadık tetikçisi haline getirdiği manevi oğlu Sullivan ve onun bu işlerden hiç haberi olmayan 12 yaşındaki oğlu Michael...
Amerikan Güzeli’yle başarılı bir çıkış yapan tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes, bu dört karakterin içinde bulunduğu dünyayı ve aralarındaki çatışmalı ilişkileri, birkaç süslü ama yüzeysel laf dışında diyalogları epey sınırlı tutulmuş olan bir senaryo üzerinden, ince işlenmiş görüntülerle simgeselleştirerek sergiliyor:
Açılıştaki cenaze sahnesinde tabutun çevresine “cesedin bozulmaması için” buz döşendiği görülüyor, ki kasabaya hakim olan soğuk hava da sanki insanlar arasındaki “ölü” ilişkilerin dağılmamasını sağlıyor, hem Rooney ile çevresindekiler, hem de Sullivan ile ailesi arasındaki donukluk açıkça hissediliyor, ama tabuttaki buzların yavaş yavaş erimesi gibi kasabadaki soğuk hava da ısındıkça bağlar çözülmeye ya da açılmaya başlıyor!
(Zaten film boyunca iklim, özellikle Sullivan’ın yaşadıklarına bağlı olarak, kasvetli yağmurlarla güneşli havalar arasında gidip geliyor!)
Rooney ile Sullivan arasındaki yakınlık sakin ve uyumlu bir piyano düetiyle hissettirilirken, babası tarafından azarlanan Connor’ın arkasında Rooney’nin Sullivan’a sarıldığı görüntü “öz oğul ile manevi oğul” arasındaki çekişmeyi tek karede gösteriyor.
Rooney’nin Coonor’ı dövdükten sonra kucakladığı sahne, birbirlerine sarılarak ağlayan baba-oğul arasındaki sevgi-nefret ilişkisini özetliyor!
Sullivan’ın evindeki cinayet sahnesinde, yağmur damlalarının vurduğu pencere camında, içerdeki Connor’ın yansıması ile dışardaki Michael’ın görüntüsü yan yana düştüğünde, “kötü evlat” ile “iyi evlat” karşı karşıya geliyor, hatta az sonra kapı önünde ışık altında kalan Connor ile gölgeye sığınan Michael’ın profilleri de yan yana düşüyor! (İçerden çekilen pencere planında, Connor’ın kendi yansımasına odaklandığı için Michael’ı görmemesi hayırlı bir sürpriz oluyor!)
Finaldeki sahil evinin pencere camında, dışardaki Michael’ın yansıması ile içerdeki Sullivan’ın görüntüsü yan yana düştüğünde, baba ile oğul arasındaki ilişkinin iyice geliştiği hissediliyor! (Dışardan çekilen bu pencere planında, Sullivan’ın oğlunun görüntüsüne odaklandığı için odanın içinden cama yansıyanları görmemesi ise acı bir sürprize yol açıyor!)
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği gibi, Azap Yolu dramatik çatışmaları açığa çıkaran sağlam, katmanlı ve etkileyici görüntülerle örülüyor, hatta Sullivan’ın evindeki cinayet sahnesinde vurulma anlarını perdeye getirmek yerine banyo kapısına yansıyan ceset görüntüleriyle yetinilmesi ya da yağmura boğulmuş bir caddede karanlığın içinden patlayan kurşun kıvılcımlarıyla adamların yere serildiği intikam cinayetinin sadece müzük sesiyle verilmesi gibi başka çarpıcı anlar da dikkat çekiyor.
Kuşkusuz, sinema açısından bir hikayeyi temel olarak görüntülerle kurmak doğru ve anlamlı bir seçim, ama elde görüntülerden başka kayda değer pek bir şey olmayınca sonuç ne yazık ki o kadar iyi olmuyor. Belki de Azap Yolu’nun asıl meselesi bu: Işıktan kameraya, mekandan kostüme, kurgudan müziğe uzanan öylesine “mükemmel” bir işçilik var ki, (Amerikan Güzeli’yle Oscar ödülü kazanmış olan görüntü yönetmeni Conrad Hall başta olmak üzere çok tecrübeli bir ekibin elinden çıkan) bu “mükemmelik” giderek bir “hesaplılık” hissettirmeye başlayınca film ile seyirci arasında “mesafe” yaratabiliyor! “Resim”ler o kadar güzel ki, filme lezzet kattığı kadar senaryonun zayıflığına işaret eder hale de gelebiliyor!
(Aslına bakılırsa, Amerikan Güzeli de temel olarak “klişe”ler üzerine kurulu bir senaryoya sahipti mesela, ama orada hem olaylar hem de diyaloglar bazında o klişelerle oynayan bir alaycılık vardı, hatta Mendes’in “güzel” görüntüleri de bu alaycılığın bir parçası oluyordu, bu kez yönetmenin şanssızlığı, klişeleri ciddiyetle kullanan dümdüz bir senaryoyla çalışması galiba...)
Ama eğer filmle baştan “görüntü zevki”ne dayalı bir ilişki kurabilirseniz, yani senaryonun “iki boyutlu”luğuna aldırmamaya razı olur, iyi işlenmemiş karakterler arasındaki ilişkilerin yansıtılmasına yoğunlaşmış müthiş görüntülerin verdiği seyir tadının keyfini çıkarmakla yetinebilirseniz, Azap Yolu’nu beğenebilirsiniz...
Parıltılı oyuncu kadrosuna gelince, karakterlerin kağıt üzerindeki yüzeyselliği yüzünden “harcanmış” olsalar bile, hemen hepsi (babalar ve oğullardaki başrol oyuncuları kadar, kiralık katil tiplemesine “bıçak sırtı” bir renk katan Jude Law da) hakikaten etkili “portre”ler çıkarıyorlar, ki bu da filme hakim olan “resim” havasına çok uygun düşüyor!..
Azap Yolu’nun, bir “resimli roman”dan uyarlandığı başından sonuna kadar belli oluyor, üstelik zaten ana karakterlerinden biri olan çocuğun bu tür bir kitap okuduğu açıkça gösterilerek de bu özellik vurgulanıyor, dolayısıyla filmin eksik ya da hata olarak görülebilecek yanlarının, belki de kendi yapısının bir belirtisi olarak kabullenilmesi bekleniyor.
Klasik gangster filmleri türünün bilinen çizgilerinden pek ayrılmayan hikayesi derinleşmiyor, olay akışı düz bir satıhta ilerliyor, karakterler yeterince geliştirilmiyor, ama sanki filmi yapanlar da bütün bu meseleleri dert etmiyor ya da eldeki malzemenin sınırları dar olduğu için halledemiyor, buna bağlı olarak asıl dikkat ve gayretlerini dramatik çatışmaların görsel tasvirini besleyen bir “atmosfer” yaratmaya yöneltiyor.
1931 yılında, sarsıcı ekonomik ve sosyal sorunlara yol açan Büyük Buhran’ın hemen ertesinde, bir kasabada başlayan hikaye, dört karakter üzerine kuruluyor: Al Capone’la bağlantılı çalışan yıllanmış yerel mafya lideri John Rooney, onun yerini almayı beklerken gücünü artırmak uğruna kanlı dolaplar çeviren öz oğlu Connor, öksüz-yetim bir çocukken yanına alıp yıllar içinde en sadık tetikçisi haline getirdiği manevi oğlu Sullivan ve onun bu işlerden hiç haberi olmayan 12 yaşındaki oğlu Michael...
Amerikan Güzeli’yle başarılı bir çıkış yapan tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes, bu dört karakterin içinde bulunduğu dünyayı ve aralarındaki çatışmalı ilişkileri, birkaç süslü ama yüzeysel laf dışında diyalogları epey sınırlı tutulmuş olan bir senaryo üzerinden, ince işlenmiş görüntülerle simgeselleştirerek sergiliyor:
Açılıştaki cenaze sahnesinde tabutun çevresine “cesedin bozulmaması için” buz döşendiği görülüyor, ki kasabaya hakim olan soğuk hava da sanki insanlar arasındaki “ölü” ilişkilerin dağılmamasını sağlıyor, hem Rooney ile çevresindekiler, hem de Sullivan ile ailesi arasındaki donukluk açıkça hissediliyor, ama tabuttaki buzların yavaş yavaş erimesi gibi kasabadaki soğuk hava da ısındıkça bağlar çözülmeye ya da açılmaya başlıyor!
(Zaten film boyunca iklim, özellikle Sullivan’ın yaşadıklarına bağlı olarak, kasvetli yağmurlarla güneşli havalar arasında gidip geliyor!)
Rooney ile Sullivan arasındaki yakınlık sakin ve uyumlu bir piyano düetiyle hissettirilirken, babası tarafından azarlanan Connor’ın arkasında Rooney’nin Sullivan’a sarıldığı görüntü “öz oğul ile manevi oğul” arasındaki çekişmeyi tek karede gösteriyor.
Rooney’nin Coonor’ı dövdükten sonra kucakladığı sahne, birbirlerine sarılarak ağlayan baba-oğul arasındaki sevgi-nefret ilişkisini özetliyor!
Sullivan’ın evindeki cinayet sahnesinde, yağmur damlalarının vurduğu pencere camında, içerdeki Connor’ın yansıması ile dışardaki Michael’ın görüntüsü yan yana düştüğünde, “kötü evlat” ile “iyi evlat” karşı karşıya geliyor, hatta az sonra kapı önünde ışık altında kalan Connor ile gölgeye sığınan Michael’ın profilleri de yan yana düşüyor! (İçerden çekilen pencere planında, Connor’ın kendi yansımasına odaklandığı için Michael’ı görmemesi hayırlı bir sürpriz oluyor!)
Finaldeki sahil evinin pencere camında, dışardaki Michael’ın yansıması ile içerdeki Sullivan’ın görüntüsü yan yana düştüğünde, baba ile oğul arasındaki ilişkinin iyice geliştiği hissediliyor! (Dışardan çekilen bu pencere planında, Sullivan’ın oğlunun görüntüsüne odaklandığı için odanın içinden cama yansıyanları görmemesi ise acı bir sürprize yol açıyor!)
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği gibi, Azap Yolu dramatik çatışmaları açığa çıkaran sağlam, katmanlı ve etkileyici görüntülerle örülüyor, hatta Sullivan’ın evindeki cinayet sahnesinde vurulma anlarını perdeye getirmek yerine banyo kapısına yansıyan ceset görüntüleriyle yetinilmesi ya da yağmura boğulmuş bir caddede karanlığın içinden patlayan kurşun kıvılcımlarıyla adamların yere serildiği intikam cinayetinin sadece müzük sesiyle verilmesi gibi başka çarpıcı anlar da dikkat çekiyor.
Kuşkusuz, sinema açısından bir hikayeyi temel olarak görüntülerle kurmak doğru ve anlamlı bir seçim, ama elde görüntülerden başka kayda değer pek bir şey olmayınca sonuç ne yazık ki o kadar iyi olmuyor. Belki de Azap Yolu’nun asıl meselesi bu: Işıktan kameraya, mekandan kostüme, kurgudan müziğe uzanan öylesine “mükemmel” bir işçilik var ki, (Amerikan Güzeli’yle Oscar ödülü kazanmış olan görüntü yönetmeni Conrad Hall başta olmak üzere çok tecrübeli bir ekibin elinden çıkan) bu “mükemmelik” giderek bir “hesaplılık” hissettirmeye başlayınca film ile seyirci arasında “mesafe” yaratabiliyor! “Resim”ler o kadar güzel ki, filme lezzet kattığı kadar senaryonun zayıflığına işaret eder hale de gelebiliyor!
(Aslına bakılırsa, Amerikan Güzeli de temel olarak “klişe”ler üzerine kurulu bir senaryoya sahipti mesela, ama orada hem olaylar hem de diyaloglar bazında o klişelerle oynayan bir alaycılık vardı, hatta Mendes’in “güzel” görüntüleri de bu alaycılığın bir parçası oluyordu, bu kez yönetmenin şanssızlığı, klişeleri ciddiyetle kullanan dümdüz bir senaryoyla çalışması galiba...)
Ama eğer filmle baştan “görüntü zevki”ne dayalı bir ilişki kurabilirseniz, yani senaryonun “iki boyutlu”luğuna aldırmamaya razı olur, iyi işlenmemiş karakterler arasındaki ilişkilerin yansıtılmasına yoğunlaşmış müthiş görüntülerin verdiği seyir tadının keyfini çıkarmakla yetinebilirseniz, Azap Yolu’nu beğenebilirsiniz...
Parıltılı oyuncu kadrosuna gelince, karakterlerin kağıt üzerindeki yüzeyselliği yüzünden “harcanmış” olsalar bile, hemen hepsi (babalar ve oğullardaki başrol oyuncuları kadar, kiralık katil tiplemesine “bıçak sırtı” bir renk katan Jude Law da) hakikaten etkili “portre”ler çıkarıyorlar, ki bu da filme hakim olan “resim” havasına çok uygun düşüyor!..
Unutulmaz Titanlar
Siyah Fatih Terim...
1971 yılında insan hakları hareketinin etkisi altındaki Amerika’nın Virginia eyaletinin Alexandria şehrinde, ırk ayrımcılığı karşıtı yeni politikaların bir parçası olarak başlatılan “halk okulu” projesi çerçevesinde, siyah ve beyaz öğrencilerin gittikleri iki ayrı lise birleştirilir, dolayısıyla futbol takımları da hem siyah hem beyaz gençlerden oluşturulur. Üstelik bir sosyal etkinlik olarak Amerikan futboluna büyük önem verilen yörede, bu ilk karma takımın başına siyah teknik direktör Herman Boone getirilir, beyaz teknik direktör Bill Yoast’a ise onun yardımcılığı teklif edilir. Aslında ikisi de bu durumu kabul etmek istemez, kendisi de eski işini bir başkasına kaptırmış olan Boone şimdi Yoast’un elinden işini almak istemez, Yoast ise başarısına rağmen kendisine haksızlık yapıldığını düşündüğü için mesleki açıdan geri adım atmaya yanaşmaz. Oysa sorumluluk duygusu onları işlerine sahip çıkmak zorunda bırakacaktır: Boone, kendilerinin başarılı bir temsilcisi olarak onu büyük bir coşku ve ümitle destekleyen siyah cemaati, Yoast ise siyah bir teknik direktörle çalışmak istemedikleri için kendilerine üniversite bursu kazandıracak olan futbol takımını bırakmayı göze alan beyaz öğrencilerini yüz üstü bırakamaz. Tecrübeli profesyoneller olarak işbirliğine giren iki teknik direktörün, ilk kez biraraya gelen siyah ve beyaz öğrencileri götürdükleri hazırlık kampında, futbol taktiklerinden ziyade “takım ruhu” oluşturmakta zorlanacakları bellidir. Ama kemikleşmiş önyargıların ve birikmiş öfkelerin etkisiyle ırklar arasında gerilimin sürdüğü bu yörede tepki çekmeye çok müsait bir konumda olmasına rağmen siyahlar kadar beyaz öğrencileri karşısında da çalışma tarzından taviz vermeyen hırs ve özgüven abidesi Boone’un askeri eğitimden farksız olan katı bir disiplinle yürüttüğü hazırlıklar boyunca, hiç beklemedikleri zorluklarla karşı karşıya kalan gençler, başlangıçta birbirlerine düşmanca yaklaştıkları ve takım içinde açıkça gruplaştıkları halde, başarmak için dayanışmaya mecbur olduklarını gördükçe birbirlerine güven ve destek vermeye başlar, hatta bazıları “kardeş” kadar yakın dostlar haline gelir. “Birbirinizi sevmek zorunda değilsiniz, ama birbirinize saygı göstermek zorundasınız” diyen Boone’un sertlikten çekinmeyerek uyguladığı “karıştır-barıştır” yöntemi ve “rakibe hiç acımadan kıran kırana mücadele” anlayışla işlediği başarı hırsı, kuşkusuz birlikte kazanılan maçların getirdiği coşkunun da etkisiyle öğrencileri öylesine güçlü bir biçimde kaynaştırır ki, sonunda şehirdeki ayrılıkları ve çatışmaları bile bastıracak kadar güçlü bir “birlik ve beraberlik” havası oluşur!
Farklı kesimleri neşe ve heyecanla biraraya getiren gençlik ve spor filmlerinin yeni bir örneği, ama gerçek bir hikayeden uyarlanmış olmasına rağmen senaryosunda ciddi boşluklar bulunan, her türlü önyargı ve zorluk çok kolay ve çabuk aşıldığı için pek inandırıcı olamayan, sonunun başından belli olması bir yana, hem tipler hem olaylar açısından ezbere bilinen kalıplardan bile kurtulmayan, iyiniyeti aşırı iyimserliğinin altında ezilen, epey kaba biçimde “birlik sayesinde başarı, başarı sayesinde birlik” teması üzerine kurulmuş olan yüzeysel bir film. Gelmiş geçmiş en yakışıklı ve yetenekli siyah yıldızlardan biri olan Denzel Washington’ı neredeyse “Virginialı İmparator” havası taşıyan bir teknik direktör rolünde seyretmek hayranlarına keyif verebilir, ama mesajlara boğulmuş senaryo yüzünden bir nevi Öğreten Adam havasıyla konuştuğu için çekilmez de olabilir! Kaldı ki, Will Patton gibi usta bir oyuncu bile, “teknik direktörün aşırı sertliği karşısında gençlere daha sevecen yaklaşarak denge sağlayan antrenör” rolünde kariyerinin en zayıf performansını sergiliyor. Çeşitli gençlik ya da spor filmlerinden toparlanmış gibi duran öğrenci tiplemelerindeki tecrübesiz genç oyuncular ise, zaten birer “karbon kopya” olarak kalıyorlar!
1971 yılında insan hakları hareketinin etkisi altındaki Amerika’nın Virginia eyaletinin Alexandria şehrinde, ırk ayrımcılığı karşıtı yeni politikaların bir parçası olarak başlatılan “halk okulu” projesi çerçevesinde, siyah ve beyaz öğrencilerin gittikleri iki ayrı lise birleştirilir, dolayısıyla futbol takımları da hem siyah hem beyaz gençlerden oluşturulur. Üstelik bir sosyal etkinlik olarak Amerikan futboluna büyük önem verilen yörede, bu ilk karma takımın başına siyah teknik direktör Herman Boone getirilir, beyaz teknik direktör Bill Yoast’a ise onun yardımcılığı teklif edilir. Aslında ikisi de bu durumu kabul etmek istemez, kendisi de eski işini bir başkasına kaptırmış olan Boone şimdi Yoast’un elinden işini almak istemez, Yoast ise başarısına rağmen kendisine haksızlık yapıldığını düşündüğü için mesleki açıdan geri adım atmaya yanaşmaz. Oysa sorumluluk duygusu onları işlerine sahip çıkmak zorunda bırakacaktır: Boone, kendilerinin başarılı bir temsilcisi olarak onu büyük bir coşku ve ümitle destekleyen siyah cemaati, Yoast ise siyah bir teknik direktörle çalışmak istemedikleri için kendilerine üniversite bursu kazandıracak olan futbol takımını bırakmayı göze alan beyaz öğrencilerini yüz üstü bırakamaz. Tecrübeli profesyoneller olarak işbirliğine giren iki teknik direktörün, ilk kez biraraya gelen siyah ve beyaz öğrencileri götürdükleri hazırlık kampında, futbol taktiklerinden ziyade “takım ruhu” oluşturmakta zorlanacakları bellidir. Ama kemikleşmiş önyargıların ve birikmiş öfkelerin etkisiyle ırklar arasında gerilimin sürdüğü bu yörede tepki çekmeye çok müsait bir konumda olmasına rağmen siyahlar kadar beyaz öğrencileri karşısında da çalışma tarzından taviz vermeyen hırs ve özgüven abidesi Boone’un askeri eğitimden farksız olan katı bir disiplinle yürüttüğü hazırlıklar boyunca, hiç beklemedikleri zorluklarla karşı karşıya kalan gençler, başlangıçta birbirlerine düşmanca yaklaştıkları ve takım içinde açıkça gruplaştıkları halde, başarmak için dayanışmaya mecbur olduklarını gördükçe birbirlerine güven ve destek vermeye başlar, hatta bazıları “kardeş” kadar yakın dostlar haline gelir. “Birbirinizi sevmek zorunda değilsiniz, ama birbirinize saygı göstermek zorundasınız” diyen Boone’un sertlikten çekinmeyerek uyguladığı “karıştır-barıştır” yöntemi ve “rakibe hiç acımadan kıran kırana mücadele” anlayışla işlediği başarı hırsı, kuşkusuz birlikte kazanılan maçların getirdiği coşkunun da etkisiyle öğrencileri öylesine güçlü bir biçimde kaynaştırır ki, sonunda şehirdeki ayrılıkları ve çatışmaları bile bastıracak kadar güçlü bir “birlik ve beraberlik” havası oluşur!
Farklı kesimleri neşe ve heyecanla biraraya getiren gençlik ve spor filmlerinin yeni bir örneği, ama gerçek bir hikayeden uyarlanmış olmasına rağmen senaryosunda ciddi boşluklar bulunan, her türlü önyargı ve zorluk çok kolay ve çabuk aşıldığı için pek inandırıcı olamayan, sonunun başından belli olması bir yana, hem tipler hem olaylar açısından ezbere bilinen kalıplardan bile kurtulmayan, iyiniyeti aşırı iyimserliğinin altında ezilen, epey kaba biçimde “birlik sayesinde başarı, başarı sayesinde birlik” teması üzerine kurulmuş olan yüzeysel bir film. Gelmiş geçmiş en yakışıklı ve yetenekli siyah yıldızlardan biri olan Denzel Washington’ı neredeyse “Virginialı İmparator” havası taşıyan bir teknik direktör rolünde seyretmek hayranlarına keyif verebilir, ama mesajlara boğulmuş senaryo yüzünden bir nevi Öğreten Adam havasıyla konuştuğu için çekilmez de olabilir! Kaldı ki, Will Patton gibi usta bir oyuncu bile, “teknik direktörün aşırı sertliği karşısında gençlere daha sevecen yaklaşarak denge sağlayan antrenör” rolünde kariyerinin en zayıf performansını sergiliyor. Çeşitli gençlik ya da spor filmlerinden toparlanmış gibi duran öğrenci tiplemelerindeki tecrübesiz genç oyuncular ise, zaten birer “karbon kopya” olarak kalıyorlar!
Kızıl Ejder
Dehşetin gölgesi altında...
Eğer bir yönetmen, Anthony Hopkins, Edward Norton, Ralph Fiennes, Emily Watson, Philip Seymour Hoffman ve Harvey Keitel gibi hepsi kendine has bir ışıltıya sahip ünlü ve saygın oyuncuların yer aldığı güçlü bir kadroyla çalışıyorsa, maça 1-0 galip başlamış sayılır, ama bu yüzden sırtındaki yük daha da ağırlaşır, “avans” aldığı için kendini beğendirmesi iyice zorlaşırken, oyuncuların etkisiyle beklentinin çok yükselmesi de filminin aleyhine işleyebilir!
Üstelik ele aldığı proje, gişede kazandığı büyük başarıyı beş ana dalda (film, yönetmen, senaryo, kadın ve erkek oyuncu) Oscar ödülüyle taçlandırmış olan “Kuzuların Sessizliği”nin devamıysa, hele bir önceki devam filmi “Hanibal” usta yönetmen Ridley Scott’ın imzasını taşıdığı halde beğenilmemişse, hatta filmine kaynaklık eden roman yıllar önce Michael Mann gibi saygın bir yönetmen tarafından “Manhunter” adıyla zaten sinemaya akrarılmışsa, mesele daha da çetrefilleşir, öncekilerin ağırlığı altında ezilebilir!
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bu yönetmen daha önce eğlenceli macera ya da romantik komedi türünde “Rush Hour” ya da “Family Man” gibi hafif filmler çekmekten öteye gitmemişse, ilk kez girdiği gerilim alanında tutukluk yaşayabilir, üzerine düşeni iyi yapsa bile küçümseyici bakışlardan kurtulamayacağını düşünerek gösteri yapmaya kalkarsa daha da beter çuvallayabilir!
32 yaşında bir yönetmen...
Genç yönetmen Brett Ratner, bu zorlu şartların altından yara bere almadan kalkarak ayaklarının üzerinde durmayı beceriyor. Hem başlangıçta ajan dedektif Graham’ın doktor Lecter’ı hücresinde ziyaret ettiği sahnede benzer görüntüler kullanarak, hem de kapanışta ana karakterini hatırlatarak gönderme yaptığı “Kuzuların Sessizliği”nde yönetmen Jonathan Demme’in ruhsal durumları kavrayan kamera çerçeveleri ve heyecan yükselten sakin bir kurguyla sergilediği yaklaşımı paylaşıyor:
Bir an görülüp kaybolan ceset fotoğrafları gibi birkaç kısa malzeme dışında açık şiddet manzaralarına başvurmadan, gölgelerden bolca yararlanan usta görüntü yönetmeni Dante Spinotti’nin kurduğu gergin atmosferi iyi değerlendirerek, yavaş yavaş geliştirip son noktasına ihtiyaç bırakmadığı ya da mesela canhıraş çığlık sesleriyle yetindiği cinayetlerin kanlı ayrıntılarını çoğunlukla seyircinin zihnine bırakarak, karakterlerin ve durumların yarattığı dehşet hissini aksaksız yürüyen gösterişsiz bir üslupla ayakta tutarak, sürükleyici bir gerilim filmi çıkarmayı başarıyor.
Kırılganlık ile acımasızlık...
Yönetmen kendini oyuncularına da kaptırmıyor, ama karakterlerin hakkını vermeyi biliyor: Sinema tarihine nakşettiği Hannibal Lecter rolünde artık o müstehzi ifadeyle kameranın karşısında durması bile yeten Hopkins usta bir yana, korkularından beslenen cesaretiyle zekasını hedefe kitleyerek katilin bakışına ulaşan dedektifte Norton, kendisi gibi kırılgan bir adamın güçlülüğüne kapılırken nereye sürüklendiğini göremeyen kadında Watson ve atılganlığı arsızlığa varmış olduğu için başına gelebilecekleri fark etmeyen hırslı gazetecide Hoffman sağlam çizgiler yakalarken, Graham’ın karısı rolünde Mary Louise Parker silik kalıyor, tecrübeli FBI yöneticisi rolünde çok az değerlendirilen Harvey Keitel ne yazık ki kıymetinin karşılığını bulamıyor.
Bu parlak kadronun arasından biraz da olsa öne çıkan ise, “Kuzuların Sessizliği” ajan dedektife, “Hannibal” karizmatik caniye odaklanmışken, “Kızıl Ejder” filminin ismini de aldığı sapık katile yoğunlaşmasının verdiği imkanı iyi kullanarak, bu rolde kırılganlık ile acımasızlık arasında endişe verici bir incelikle gidip gelen Ralph Fiennes oluyor.
Projenin ardındaki hüsran...
Amerikalı yazar Thomas Harris’in hepsi de sinemaya uyarlanmış toplam dört romanından üçünün oluşturduğu “Lecter üçlemesi”nin ilk kitabı “Kızıl Ejder” 1986’da “Manhunter” adıyla sinemaya uyarlandığında pek dikkat çekmemiş, 15 milyon dolarlık bütçesine karşılık Amerika hasılatı 9 milyon dolar civarında kalınca, yapımcısı Dino De Laurentiis için de büyük bir hüsran olmuştu.
Beş yıl sonra ikinci romandan uyarlanan “Kuzuların Sessizliği”, 22 milyon dolarlık bütçesine karşılık 130 milyon dolarlık Amerika hasılatıyla büyük bir kar getirmesinin yanı sıra, beş Oscar ödülü de kazanınca, De Luarentiis’in hüsranı daha da büyük oldu, çünkü bu kez yapımcı o değildi!
Bunun üzerine üçüncü romana el atan Laurentiis, “Kuzuların Sessizliği”yle yıldızlaşan Anthony Hopkins üzerine kurulu büyük bir proje hazırladı, aslına bakılırsa sonuç yine başarılı bulunmadı, ama bu kez yapımcısını pek üzmedi, 87 milyon dolara mal olan “Hannibal”, sadece Amerika’da 165 milyon dolar hasılat yaptı.
Laurenttis açısından, bu üçlemenin ilk romanını, gişe garantisi olan bir kadroyla yeniden sinemaya aktarmak, biraz da yıllar önce yaşadığı o hüsranın acısını çıkarmak anlamına geliyormuş yani...
Bu sıkı gerilim filminin ardında böyle bir yapımcılık meselesi de var...
Eğer bir yönetmen, Anthony Hopkins, Edward Norton, Ralph Fiennes, Emily Watson, Philip Seymour Hoffman ve Harvey Keitel gibi hepsi kendine has bir ışıltıya sahip ünlü ve saygın oyuncuların yer aldığı güçlü bir kadroyla çalışıyorsa, maça 1-0 galip başlamış sayılır, ama bu yüzden sırtındaki yük daha da ağırlaşır, “avans” aldığı için kendini beğendirmesi iyice zorlaşırken, oyuncuların etkisiyle beklentinin çok yükselmesi de filminin aleyhine işleyebilir!
Üstelik ele aldığı proje, gişede kazandığı büyük başarıyı beş ana dalda (film, yönetmen, senaryo, kadın ve erkek oyuncu) Oscar ödülüyle taçlandırmış olan “Kuzuların Sessizliği”nin devamıysa, hele bir önceki devam filmi “Hanibal” usta yönetmen Ridley Scott’ın imzasını taşıdığı halde beğenilmemişse, hatta filmine kaynaklık eden roman yıllar önce Michael Mann gibi saygın bir yönetmen tarafından “Manhunter” adıyla zaten sinemaya akrarılmışsa, mesele daha da çetrefilleşir, öncekilerin ağırlığı altında ezilebilir!
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bu yönetmen daha önce eğlenceli macera ya da romantik komedi türünde “Rush Hour” ya da “Family Man” gibi hafif filmler çekmekten öteye gitmemişse, ilk kez girdiği gerilim alanında tutukluk yaşayabilir, üzerine düşeni iyi yapsa bile küçümseyici bakışlardan kurtulamayacağını düşünerek gösteri yapmaya kalkarsa daha da beter çuvallayabilir!
32 yaşında bir yönetmen...
Genç yönetmen Brett Ratner, bu zorlu şartların altından yara bere almadan kalkarak ayaklarının üzerinde durmayı beceriyor. Hem başlangıçta ajan dedektif Graham’ın doktor Lecter’ı hücresinde ziyaret ettiği sahnede benzer görüntüler kullanarak, hem de kapanışta ana karakterini hatırlatarak gönderme yaptığı “Kuzuların Sessizliği”nde yönetmen Jonathan Demme’in ruhsal durumları kavrayan kamera çerçeveleri ve heyecan yükselten sakin bir kurguyla sergilediği yaklaşımı paylaşıyor:
Bir an görülüp kaybolan ceset fotoğrafları gibi birkaç kısa malzeme dışında açık şiddet manzaralarına başvurmadan, gölgelerden bolca yararlanan usta görüntü yönetmeni Dante Spinotti’nin kurduğu gergin atmosferi iyi değerlendirerek, yavaş yavaş geliştirip son noktasına ihtiyaç bırakmadığı ya da mesela canhıraş çığlık sesleriyle yetindiği cinayetlerin kanlı ayrıntılarını çoğunlukla seyircinin zihnine bırakarak, karakterlerin ve durumların yarattığı dehşet hissini aksaksız yürüyen gösterişsiz bir üslupla ayakta tutarak, sürükleyici bir gerilim filmi çıkarmayı başarıyor.
Kırılganlık ile acımasızlık...
Yönetmen kendini oyuncularına da kaptırmıyor, ama karakterlerin hakkını vermeyi biliyor: Sinema tarihine nakşettiği Hannibal Lecter rolünde artık o müstehzi ifadeyle kameranın karşısında durması bile yeten Hopkins usta bir yana, korkularından beslenen cesaretiyle zekasını hedefe kitleyerek katilin bakışına ulaşan dedektifte Norton, kendisi gibi kırılgan bir adamın güçlülüğüne kapılırken nereye sürüklendiğini göremeyen kadında Watson ve atılganlığı arsızlığa varmış olduğu için başına gelebilecekleri fark etmeyen hırslı gazetecide Hoffman sağlam çizgiler yakalarken, Graham’ın karısı rolünde Mary Louise Parker silik kalıyor, tecrübeli FBI yöneticisi rolünde çok az değerlendirilen Harvey Keitel ne yazık ki kıymetinin karşılığını bulamıyor.
Bu parlak kadronun arasından biraz da olsa öne çıkan ise, “Kuzuların Sessizliği” ajan dedektife, “Hannibal” karizmatik caniye odaklanmışken, “Kızıl Ejder” filminin ismini de aldığı sapık katile yoğunlaşmasının verdiği imkanı iyi kullanarak, bu rolde kırılganlık ile acımasızlık arasında endişe verici bir incelikle gidip gelen Ralph Fiennes oluyor.
Projenin ardındaki hüsran...
Amerikalı yazar Thomas Harris’in hepsi de sinemaya uyarlanmış toplam dört romanından üçünün oluşturduğu “Lecter üçlemesi”nin ilk kitabı “Kızıl Ejder” 1986’da “Manhunter” adıyla sinemaya uyarlandığında pek dikkat çekmemiş, 15 milyon dolarlık bütçesine karşılık Amerika hasılatı 9 milyon dolar civarında kalınca, yapımcısı Dino De Laurentiis için de büyük bir hüsran olmuştu.
Beş yıl sonra ikinci romandan uyarlanan “Kuzuların Sessizliği”, 22 milyon dolarlık bütçesine karşılık 130 milyon dolarlık Amerika hasılatıyla büyük bir kar getirmesinin yanı sıra, beş Oscar ödülü de kazanınca, De Luarentiis’in hüsranı daha da büyük oldu, çünkü bu kez yapımcı o değildi!
Bunun üzerine üçüncü romana el atan Laurentiis, “Kuzuların Sessizliği”yle yıldızlaşan Anthony Hopkins üzerine kurulu büyük bir proje hazırladı, aslına bakılırsa sonuç yine başarılı bulunmadı, ama bu kez yapımcısını pek üzmedi, 87 milyon dolara mal olan “Hannibal”, sadece Amerika’da 165 milyon dolar hasılat yaptı.
Laurenttis açısından, bu üçlemenin ilk romanını, gişe garantisi olan bir kadroyla yeniden sinemaya aktarmak, biraz da yıllar önce yaşadığı o hüsranın acısını çıkarmak anlamına geliyormuş yani...
Bu sıkı gerilim filminin ardında böyle bir yapımcılık meselesi de var...
Yaşam Kanıtı
Rehin Kalpler Kulübü...
Küçük bir Güney Amerika ülkesinde uluslararası bir müteahhitlik şirketinin baraj projesinde çalışmakta olan Amerikalı mühendis Peter Bowman, rastlantı sonucu, bir terörist örgütün yaptığı baskın sırasında kaçırılan insanların arasında kalır, üstelik kimliği öğrenilince rehin tutularak, karısından 3 milyon dolar fidye talep edilir.
Bu tür olaylarda uzman olarak, bir sigorta şirketi adına pazarlık ve kurtarma operasyonları gerçekleştiren Avustralyalı eski komando Terry Thorne yapılan başvuru üzerine çalışmalara başlamak üzereyken, her halükarda kurtarılması çok zor görünen Bowman için istenen fidyeyi ödememeye karar veren müteahhitlik şirketi, baraj projesini iptal ederek bu ülkeden çekildiğini ve mühendisin kurtarılmasını Amerikan Büyükelçiliği ile yerel güvenlik güçlerine bıraktığını bildirir, dolayısıyla Thorne’un çalışması da iptal edilir.
Yabancı olduğu bir ülkede yüzüstü bırakılan Bowman’ın karısı Alice, çaresiz kalarak bazı yerel arabulucularla işbirliği yapmayı dener ve tehlikeli bir para tuzağına düşer. Ama görür görmez Alice’ten etkilenen Terry, son anda geri dönerek onu kurtarır ve bu olayı kendisi adına üstlenmeye karar verdiğini söyleyerek teröristlerden gelecek telefonları beklemeye başlar.
O andan sonra, telefon ve telsiz görüşmeleriyle yürütülecek olan gerilimli fidye pazarlıkları boyunca, Alice ile Terry arasında açıkça dile getirilmeyen bir aşk ilişkisi küçük ve titrek adımlarla ilerlerken, teröristler tarafından bir dağ kampında aylarca rehin tutulan Peter, çok zorlu koşullarda ruhsal ve bedensel açıdan ayakta kalma mücadelesine girecektir...
Subay ve Centilmen’den yıllar sonra Şeytanın Avukatı’yla bir kez daha hayranlık uyandıran yönetmen Taylor Hackford, önceki çalışmalarına göre epey zayıf kalan bir filmle karşımıza çıkıyor. Aslına bakılırsa, temel karakterleri ve aralarındaki ilişkileri yansıtırken belirgin anlatım incelikleri sergiliyor, hatta özellikle finale doğru başlayan hareketli sahnelerin altından kalkmayı da sağlam ve sürükleyici bir teknikle başarıyor, ama ne yazık ki senaryodan kaynaklanan bazı boşlukları ve fazlalıkları aşmakta zorlanıyor. Hem fidye olayındaki bazı çözümler epey rastlantısal, hem de Peter’ın kızkardeşi gibi bazı yan karakterler gereksiz kalıyor ve yönetmenin atmosfer yaratma becerisiyle kurduğu inandırıcılığa rağmen filmi zedeliyor. Bazı gerçek olaylara dair haber ve araştırmalardan alınan ayrıntılar harmanlanarak Tecala adlı hayali bir ülkeye uyarlanan senaryo, heyecanlı bir gelişim çizgisini, karakterleri ihmal etmeden aktarırken, Alice ile Terry’nin ilişkisi biraz yüzeysel kalıyor, asıl iyi işlenen karakter Peter oluyor, onun yaşadığı zorlu süreç daha etkileyici hale geliyor. Ve bu noktada, oyuncuların başarısı öne çıkıyor, hele Casablanca çağrışımları yaratan dramatik final sahnesi, onlar sayesinde güçleniyor.
Zaten sorunlu bir evlilik yaşadığı kocası Peter için duyduğu endişenin acısına rağmen beklenmedik biçimde kendisine yakın destek olan Terry’ye ilgi duymaktan kendisini alamayan Alice rolündeki Meg Ryan ve mesleki alışkanlıklarına rağmen çekimine kapıldığı Alice’in kocasına kavuşması için hayatını ortaya koyacak kadar yoğun bir çaba içine girerken derin bir çelişki yaşayan Terry rolündeki Russell Crowe, yetenekleri ve perde hakimiyetleri sayesinde üstlerini düşeni yerine getirmeyi başarırken, son olarak Karanlıktaki Dansçı’da seyrettiğimiz usta oyuncu David Morse, karısına duyduğu sevgiyle direnci artan güçlü Peter karakterinde yine çarpıcı bir performans kaydediyor.
(Meraklısı için not: Alice ile Terry arasındaki ilişkinin adı konmadan yaşandığı halde son sahnede doruğa çıkan bir yoğunluk taşıması pek inandırıcı gelmiyorsa, bunun bir sebebi de, sonradan yapılan bir müdahale olabilir: Aslında bir sevişme sahnesi varmış, üstelik çekilmiş, ama Meg Ryan ile Russell Crowe arasındaki aşk ilişkisine dair haberlere malzeme olmaması için çıkarılmış!)
Küçük bir Güney Amerika ülkesinde uluslararası bir müteahhitlik şirketinin baraj projesinde çalışmakta olan Amerikalı mühendis Peter Bowman, rastlantı sonucu, bir terörist örgütün yaptığı baskın sırasında kaçırılan insanların arasında kalır, üstelik kimliği öğrenilince rehin tutularak, karısından 3 milyon dolar fidye talep edilir.
Bu tür olaylarda uzman olarak, bir sigorta şirketi adına pazarlık ve kurtarma operasyonları gerçekleştiren Avustralyalı eski komando Terry Thorne yapılan başvuru üzerine çalışmalara başlamak üzereyken, her halükarda kurtarılması çok zor görünen Bowman için istenen fidyeyi ödememeye karar veren müteahhitlik şirketi, baraj projesini iptal ederek bu ülkeden çekildiğini ve mühendisin kurtarılmasını Amerikan Büyükelçiliği ile yerel güvenlik güçlerine bıraktığını bildirir, dolayısıyla Thorne’un çalışması da iptal edilir.
Yabancı olduğu bir ülkede yüzüstü bırakılan Bowman’ın karısı Alice, çaresiz kalarak bazı yerel arabulucularla işbirliği yapmayı dener ve tehlikeli bir para tuzağına düşer. Ama görür görmez Alice’ten etkilenen Terry, son anda geri dönerek onu kurtarır ve bu olayı kendisi adına üstlenmeye karar verdiğini söyleyerek teröristlerden gelecek telefonları beklemeye başlar.
O andan sonra, telefon ve telsiz görüşmeleriyle yürütülecek olan gerilimli fidye pazarlıkları boyunca, Alice ile Terry arasında açıkça dile getirilmeyen bir aşk ilişkisi küçük ve titrek adımlarla ilerlerken, teröristler tarafından bir dağ kampında aylarca rehin tutulan Peter, çok zorlu koşullarda ruhsal ve bedensel açıdan ayakta kalma mücadelesine girecektir...
Subay ve Centilmen’den yıllar sonra Şeytanın Avukatı’yla bir kez daha hayranlık uyandıran yönetmen Taylor Hackford, önceki çalışmalarına göre epey zayıf kalan bir filmle karşımıza çıkıyor. Aslına bakılırsa, temel karakterleri ve aralarındaki ilişkileri yansıtırken belirgin anlatım incelikleri sergiliyor, hatta özellikle finale doğru başlayan hareketli sahnelerin altından kalkmayı da sağlam ve sürükleyici bir teknikle başarıyor, ama ne yazık ki senaryodan kaynaklanan bazı boşlukları ve fazlalıkları aşmakta zorlanıyor. Hem fidye olayındaki bazı çözümler epey rastlantısal, hem de Peter’ın kızkardeşi gibi bazı yan karakterler gereksiz kalıyor ve yönetmenin atmosfer yaratma becerisiyle kurduğu inandırıcılığa rağmen filmi zedeliyor. Bazı gerçek olaylara dair haber ve araştırmalardan alınan ayrıntılar harmanlanarak Tecala adlı hayali bir ülkeye uyarlanan senaryo, heyecanlı bir gelişim çizgisini, karakterleri ihmal etmeden aktarırken, Alice ile Terry’nin ilişkisi biraz yüzeysel kalıyor, asıl iyi işlenen karakter Peter oluyor, onun yaşadığı zorlu süreç daha etkileyici hale geliyor. Ve bu noktada, oyuncuların başarısı öne çıkıyor, hele Casablanca çağrışımları yaratan dramatik final sahnesi, onlar sayesinde güçleniyor.
Zaten sorunlu bir evlilik yaşadığı kocası Peter için duyduğu endişenin acısına rağmen beklenmedik biçimde kendisine yakın destek olan Terry’ye ilgi duymaktan kendisini alamayan Alice rolündeki Meg Ryan ve mesleki alışkanlıklarına rağmen çekimine kapıldığı Alice’in kocasına kavuşması için hayatını ortaya koyacak kadar yoğun bir çaba içine girerken derin bir çelişki yaşayan Terry rolündeki Russell Crowe, yetenekleri ve perde hakimiyetleri sayesinde üstlerini düşeni yerine getirmeyi başarırken, son olarak Karanlıktaki Dansçı’da seyrettiğimiz usta oyuncu David Morse, karısına duyduğu sevgiyle direnci artan güçlü Peter karakterinde yine çarpıcı bir performans kaydediyor.
(Meraklısı için not: Alice ile Terry arasındaki ilişkinin adı konmadan yaşandığı halde son sahnede doruğa çıkan bir yoğunluk taşıması pek inandırıcı gelmiyorsa, bunun bir sebebi de, sonradan yapılan bir müdahale olabilir: Aslında bir sevişme sahnesi varmış, üstelik çekilmiş, ama Meg Ryan ile Russell Crowe arasındaki aşk ilişkisine dair haberlere malzeme olmaması için çıkarılmış!)
İyilik Bul, İyilik Yap
Dersimiz hayat bilgisi...
Orta ikinci sınıf öğrencisi Trevor, yılın ilk dersinde, yeni Sosyal Bilgiler öğretmeni Eugene Simonet’nin konuşmasından çok etkilenir: “İsteseniz de istemeseniz de dünya sizi ilgilendiriyor. Şimdi kimse sizden bir şey beklemiyor olabilir, ama yarın öbür gün özgür olacaksınız ve dünyayla yüzyüze geleceksiniz. Peki ya dünya bir hayalkırıklığından ibaretse? O zaman hoşlanmadığınız şeyleri hayatınızdan çıkarıp atmak, hiç değilse karşınıza çıkan zorlukları ortadan kaldırmak isteyeceksiniz. Peki bunu başarabilir miyiz? Bu soru, size fazladan not kazandırabilecek olan yıllık ödevinizin de konusu: Dünyamızı değiştirecek bir fikir geliştirin ve onu uygulayın! Bu çaba, gereksiz, zor, hatta imkansız gelebilir, ama mümkün. En azından kafanızın içinde mümkün...”
Babası evi terk ettikten sonra, geçimlerini sağlayabilmek için geceleri bir kulüpte, gündüzleri de bir kumarhanede garsonluk yapan alkolik annesiyle birlikte yaşarken, gündelik hayatının büyük kısmını yalnız başına geçirdiği için 11 yaşındaki bir çocuğa göre epey olgunlaşmış olan Trevor, bu yaklaşımı çok ciddiye alır, zaten yoksul bir mahallede geçen hayatı da ona ilham verir ve bir fikir geliştirir, üstelik hemen uygulamaya da başlar.
İyilik Zinciri, basit bir fikirdir aslında: Üç kişiye birer iyilik yap, onlar da üçer kişiye birer iyilik yapsın, sonra o dokuz kişi de üçer kişiye iyilik yapsın, iyilik bulan herkes iyilik yapmayı ihmal etmezse, bu zincir gelişir, dokuz, yirmi yedi, seksen bir derken, dünya daha güzel bir yer olur! Trevor biraz olgun da olsa, nihayetinde bir çocuktur ve İyilik Zinciri elbette çocukça bir fikirdir, ama yardımlaşmanın çoktan unutulduğu, bencilliğin ve hırsın hakim olduğu bir dünyada, epey takdir görecektir!
Evsiz barksız bir adamı gizlice evlerinin garajına getirip karnını doyurarak işe başlayan Trevor, ikinci iyilik olarak, annesi Arlene ile öğretmeni Eugene’in arasını yapmaya çalışır: Kocası tarafından terk edilen, iki işte birden çalışmak zorunda kalan, ama gene de yeterince iyi bir anne olamadığını düşündüğü için kendini alkole vuran Arlene yaralı bir kadındır. Ama yüzünü kaplayan yanık izleri kadar yüreğinde de iz bırakan anılarla ve acılarla boğuşan Eugene de ondan daha iyi durumda değildir, müzmin yalnızlığı içinde yalın bir rutine bağlı kalarak kendini rahatlamaya çalışırken ümitlerini de yitirmeye başlamıştır.
Trevor açısından, yeterince ilgilenemediği için vicdan azabı duyduğu oğlunun zekasından gurur duyan Arlene sorunlarını tek başına aşamayacak durumdayken, kendi çocukluğunun acılarını hatırlatan öğrencisinin hassasiyetine hayran olan Eugene de insanlarla yakınlaşmasını engelleyen korunma duvarlarını yıkmak zorundadır. Ama birbirlerine yardımcı olsunlar diye yakınlaştırmaya çalıştığı bu iki insanın birlikte olması, o kadar da kolay değildir. Hatta küçük Trevor, giderek İyilik Zinciri fikrinin yürümeyeceğini de düşünmeye başlar, oysa herkes umut peşinde olduğu için işler hiç beklemediği boyutlara gelecektir...
Konu özeti epey geniş oldu, ama bu film bir roman uyarlaması, haliyle hikayesi de ziyadesiyle dolu. Hatta bu üç ana karakterin yaşadıklarının arasına, başkalarının başına gelenler de girip çıkıyor. Ve senaryo belki de bu genişlik yüzünden yer yer dağılmaktan kurtulamıyor. Aralara serpiştirilen yan hikayeler filmin anlatmaya çalıştığı meseleler için zenginleştirici olsa da, özellikle zaman içinde ileri ve geri gidiş sahneleri, akışı gereksiz biçimde bölüyor. Toplumların “kahraman ihtiyacı”na eleştirel bir vurgu yapmak için mi, yoksa aşırı iyimserlikle “herşeye rağmen umut” mesajı vermek için mi çekildiği pek anlaşılamayan final sahnesi ise, filmin genel havasını, hatta sonunda Trevor’ın başına gelen olayın çarpıcılığını bile zedeleyecek kadar zorlama kalıyor.
Gene de, Barışçı ve Derin Darbe gibi patlamalarla dolu hareketli macera filmleriyle tanınan yönetmen Mimi Leder, ilk kez bu kadar duygusal ve durgun bir hikaye ele alırken yumuşak bir anlatım kurmakta zorlanmıyor, ama özellikle oyuncularından yararlanmakta çok başarılı oluyor, ki zaten film de asıl gücünü buradan alıyor: Olağan Şüpheliler’den sonra Amerikan Güzeli’yle de Oscar kazanan Kevin Spacey, Altıncı His’le geçen yıl Oscar’ın güçlü adayları arasın giren küçük Haley Joel Osment ve Benden Bu Kadar’la kazandığı Oscar’dan sonra girdiği sessizlikten ardarda gelen filmlerle (Kadınlar Ne İster, Doktor ve Kadınlar, Yeni Hayat) çıkan Helen Hunt, baştan sona sağlam performanslarla filmi sürüklüyorlar. Yan rollerde ise, İnce Kırmızı Hat’tan sonra Frekans’ta seyrettiğimiz Jim Caviezel, en son U-571’de karşımıza çıkan rock yıldızı Jon Bon Jovi ve yıllar öncesinin Kadın Polis’i Angie Dickinson da var..
Orta ikinci sınıf öğrencisi Trevor, yılın ilk dersinde, yeni Sosyal Bilgiler öğretmeni Eugene Simonet’nin konuşmasından çok etkilenir: “İsteseniz de istemeseniz de dünya sizi ilgilendiriyor. Şimdi kimse sizden bir şey beklemiyor olabilir, ama yarın öbür gün özgür olacaksınız ve dünyayla yüzyüze geleceksiniz. Peki ya dünya bir hayalkırıklığından ibaretse? O zaman hoşlanmadığınız şeyleri hayatınızdan çıkarıp atmak, hiç değilse karşınıza çıkan zorlukları ortadan kaldırmak isteyeceksiniz. Peki bunu başarabilir miyiz? Bu soru, size fazladan not kazandırabilecek olan yıllık ödevinizin de konusu: Dünyamızı değiştirecek bir fikir geliştirin ve onu uygulayın! Bu çaba, gereksiz, zor, hatta imkansız gelebilir, ama mümkün. En azından kafanızın içinde mümkün...”
Babası evi terk ettikten sonra, geçimlerini sağlayabilmek için geceleri bir kulüpte, gündüzleri de bir kumarhanede garsonluk yapan alkolik annesiyle birlikte yaşarken, gündelik hayatının büyük kısmını yalnız başına geçirdiği için 11 yaşındaki bir çocuğa göre epey olgunlaşmış olan Trevor, bu yaklaşımı çok ciddiye alır, zaten yoksul bir mahallede geçen hayatı da ona ilham verir ve bir fikir geliştirir, üstelik hemen uygulamaya da başlar.
İyilik Zinciri, basit bir fikirdir aslında: Üç kişiye birer iyilik yap, onlar da üçer kişiye birer iyilik yapsın, sonra o dokuz kişi de üçer kişiye iyilik yapsın, iyilik bulan herkes iyilik yapmayı ihmal etmezse, bu zincir gelişir, dokuz, yirmi yedi, seksen bir derken, dünya daha güzel bir yer olur! Trevor biraz olgun da olsa, nihayetinde bir çocuktur ve İyilik Zinciri elbette çocukça bir fikirdir, ama yardımlaşmanın çoktan unutulduğu, bencilliğin ve hırsın hakim olduğu bir dünyada, epey takdir görecektir!
Evsiz barksız bir adamı gizlice evlerinin garajına getirip karnını doyurarak işe başlayan Trevor, ikinci iyilik olarak, annesi Arlene ile öğretmeni Eugene’in arasını yapmaya çalışır: Kocası tarafından terk edilen, iki işte birden çalışmak zorunda kalan, ama gene de yeterince iyi bir anne olamadığını düşündüğü için kendini alkole vuran Arlene yaralı bir kadındır. Ama yüzünü kaplayan yanık izleri kadar yüreğinde de iz bırakan anılarla ve acılarla boğuşan Eugene de ondan daha iyi durumda değildir, müzmin yalnızlığı içinde yalın bir rutine bağlı kalarak kendini rahatlamaya çalışırken ümitlerini de yitirmeye başlamıştır.
Trevor açısından, yeterince ilgilenemediği için vicdan azabı duyduğu oğlunun zekasından gurur duyan Arlene sorunlarını tek başına aşamayacak durumdayken, kendi çocukluğunun acılarını hatırlatan öğrencisinin hassasiyetine hayran olan Eugene de insanlarla yakınlaşmasını engelleyen korunma duvarlarını yıkmak zorundadır. Ama birbirlerine yardımcı olsunlar diye yakınlaştırmaya çalıştığı bu iki insanın birlikte olması, o kadar da kolay değildir. Hatta küçük Trevor, giderek İyilik Zinciri fikrinin yürümeyeceğini de düşünmeye başlar, oysa herkes umut peşinde olduğu için işler hiç beklemediği boyutlara gelecektir...
Konu özeti epey geniş oldu, ama bu film bir roman uyarlaması, haliyle hikayesi de ziyadesiyle dolu. Hatta bu üç ana karakterin yaşadıklarının arasına, başkalarının başına gelenler de girip çıkıyor. Ve senaryo belki de bu genişlik yüzünden yer yer dağılmaktan kurtulamıyor. Aralara serpiştirilen yan hikayeler filmin anlatmaya çalıştığı meseleler için zenginleştirici olsa da, özellikle zaman içinde ileri ve geri gidiş sahneleri, akışı gereksiz biçimde bölüyor. Toplumların “kahraman ihtiyacı”na eleştirel bir vurgu yapmak için mi, yoksa aşırı iyimserlikle “herşeye rağmen umut” mesajı vermek için mi çekildiği pek anlaşılamayan final sahnesi ise, filmin genel havasını, hatta sonunda Trevor’ın başına gelen olayın çarpıcılığını bile zedeleyecek kadar zorlama kalıyor.
Gene de, Barışçı ve Derin Darbe gibi patlamalarla dolu hareketli macera filmleriyle tanınan yönetmen Mimi Leder, ilk kez bu kadar duygusal ve durgun bir hikaye ele alırken yumuşak bir anlatım kurmakta zorlanmıyor, ama özellikle oyuncularından yararlanmakta çok başarılı oluyor, ki zaten film de asıl gücünü buradan alıyor: Olağan Şüpheliler’den sonra Amerikan Güzeli’yle de Oscar kazanan Kevin Spacey, Altıncı His’le geçen yıl Oscar’ın güçlü adayları arasın giren küçük Haley Joel Osment ve Benden Bu Kadar’la kazandığı Oscar’dan sonra girdiği sessizlikten ardarda gelen filmlerle (Kadınlar Ne İster, Doktor ve Kadınlar, Yeni Hayat) çıkan Helen Hunt, baştan sona sağlam performanslarla filmi sürüklüyorlar. Yan rollerde ise, İnce Kırmızı Hat’tan sonra Frekans’ta seyrettiğimiz Jim Caviezel, en son U-571’de karşımıza çıkan rock yıldızı Jon Bon Jovi ve yıllar öncesinin Kadın Polis’i Angie Dickinson da var..
İsa'nın Çilesi
Çile din kardeşlerim, çile!..
Öylesine olumsuz bir hava estirildi ki, bunu belirtirken özür dileme ihtiyacı duyuyorum: Ama ne yalan söyleyeyim, “İsa’nın Çilesi”, bence gayet başarılı bir film!
Mel Gibson ve filminin, Amerika ve Avrupa’dan sonra memleket medyasında da maruz kaldığı toplu hücum yüzünden, acaba bende mi bir terslik var diye kuşkulanacaktım nerdeyse, nitekim TRT 2’de hazırladığımız Beyaz Perde programında da filme ağır eleştiriler yönelten Alin Taşçıyan, Mehmet Açar ve Yeşim Tabak karşısında tek başıma kaldım, ama neyse ki Sabah’ta Atilla Dorsay ve Radikal’de Uğur Vardan, yazılarıyla imdadıma yetişti. Kendileriyle her zaman hemfikir olmayız, ama doğruya doğru, bu kez müteşekkirim, “İsa’nın Çilesi” hakkında yazdıkları beni hakikaten rahatlattı: Demek ki tamamen yalnız değilmişim!
Tabii, şunu da belirtmeden edemem: Schindler’in Listesi’ne baktığım gibi bakıyorum bu filme, yani Spielberg çarpıcı bir film yaparken tam da İsrail’in Filistin’deki şiddet uygulamalarının tüm dünyada tepki gördüğü bir dönemde nasıl alttan alta İsrail propagandası çıkarmayı ihmal etmemişse, Gibson da sarsıcı bir film yaparken müdahaleci bir dış politika uygulayan mevcut ABD yönetiminin koyu Katolik bir zihniyete dayandığı bir dönemde kendisinin de paylaştığı bu inancı coşturmak uğruna Yahudi düşmanlığına yol açmayı bile göze almış, ki benim açımdan bu iki tutum da yanlış...
Ama bu, işin ahlaki boyutu. Üstelik, aklıevveller için not düşmüş olayım, etik-estetik ilişkisini bilmiyor değilim. Gene de, ne yalan söyleyeyim, bir filme ahlaki olarak karşı çıksanız bile, eğer öyleyse başarılı olduğunu da teslim etmeniz gerekir...
Gibson, yapmaya çalıştığını becermiş işte: Kendisi gibi Katolik Hristiyanların seyrederken İsa’nın azabını yüreğinde hissedip iman tazeleyeceği, hatta giderek vecde sürükleneceği, tamamen hedefe yönelik, anlattığı zulüm kadar acımasız bir üslup taşıyan bir film yapmaya sıvanmış...
Kapalı devre bir film
Üstüne üstlük, hikayesini öylesine dar kapsamlı tutmuş, karakterler ve ilişkiler konusunda açıklayıcı olmayı o kadar umursamamış ki, daha baştan “kapalı devre” bir film çıkarmaktan çekinmemiş: Belli ki olan biten bazı şeyleri anlamak ya da hissetmek için imanlı ve bilgili bir Katolik olmak gerekiyor...
İsa’nın kendisine akıl almaz şekilde zulmedenler için merhamet dilemekten vazgeçmemesi Hristiyanlığın temel çıkış noktalarından biri olduğuna göre, filmin kendisini bu noktaya kilitlemiş olması da şaşırtıcı değil...
Nitekim, Mel Gibson’ın rol aldığı filmlerden belli olmayan bir “derinliği, keskin inadı ve büyük yeteneği” olduğunu belirttikten sonra, “ayrıntı titizliğine” vurgu yaparak “son yemek, mabetteki tutuklama, kamçılanma ve haç taşıma, ölümden sonra kopan fırtına ve deprem gibi sahnelerin kolay kolay unutulmaz olduğu”nu yazan üstad Dorsay da, Sabah’taki sayfasında bu meseleye dikkat çekiyordu: “Film belki herkese göre değil. Öncelikle din ve tarih konularına özel bir ilgi duymayan ve de içerdiği aşırı şiddetten rahatsız olabileceklere göre değil. Ama, hepsi de insanlığın en kavgalı, en kargaşalı, en karanlık dönemlerinde ortaya çıkan dinlerin tarihi, her zaman kaçınılmaz savaşlar, kıyımlar, şiddet ve kanla yazılmış değil midir? İnsanoğlunun maruz kaldığı en büyük işkencelerden birinden geçmiş, bedeni kana bulanmış İsa’nın yine de cellatları için merhamet dilenmesi, Hristiyanlığın temel tavırlarından birine işaret etmez mi? Bu tavrı vurgulamak için o şiddeti olduğu gibi göstermekten başka yol var mıydı?”
Etki yaratma sanatı
Sinema için bir sürü şey söylenebilir, ama herhalde en büyük özelliklerinden biri “etki yaratma sanatı” olmasıdır, ki Gibson’ın bu açıdan başarısız olduğunu söylemek, en azından haksızlık olur. Çok acı, ama bu filmi seyrederken kalp sektesinden ölenler olmuşsa, bundandır!..
Hatta dünyanın dört bir yanında bu kadar tartışma çıkardıysa, üzerine bu kadar çok konuşulduysa, yani basbayağı ciddiye alınıp dert edildiyse, yine etkileyici olabildiği içindir!
Nitekim, Uğur Vardan da Radikal’deki sayfasında, “Entertainment Weekly dergisi yazarı Jeff Jensen’ın 1915 tarihli David W. Griffith klasiği ‘Bir Ulusun Doğuşu’ndan (The Birth of a Nation) bu yana sinema tarihinin en tartışmalı filmi ilan ettiği” İsa’nın Çilesi’nin bu tür özelliklerini vurguluyordu: “Gibson daha yolun başında filmini türdaşlarından radikal biçimde ayırıyor ve peygamberin bütün hayatından ziyade, son saatlerini anlatıyor. Hikaye, Nasıralı İsa’nın Judas tarafından gammazlanmasının ardından yakalınışı, peşi sıra işkenceye tabi tutuluşu ve nihayetinde çarmıha gerilişi aşamalarında geziniyor. 137 dakika boyunca, birkaç geri dönüş dışında temel izlek, kanlı görüntülerden oluşuyor. Gibson’ın yaklaşımını şöyle açıklamaktan yanayım: Bu bir insanlık suçuydu, kimin işlediğinin fazla bir önemi yok, ama ne yazık ki ilk kıvılcımı Yahudiler çaktı. Belki şurası fazla tartışmalı: Tarihçilerin çok zalim bir kişilik olarak not ettikleri Romalı komutan Potius Pilatus filmde masumdan öte çaresiz bir kişilik olarak çiziliyor. Yahudi rahiplerin ‘Suç bize yazılsın, ama senin ellerin kirlensin’ tavrı, hikayenin en akılda kalıcı bölümlerinden biri. Gibson, dramatik bir öyküyü cesur dokunuşlarla ve derdini seyirciye direkt yansıtan bir hissiyatla anlatıyor. Görüntü yönetmeni Caleb Deschanel’in Caravaggio esintili kadrajları ve John Debrey’in dramatizasyonu daha bir vurgulayan müziği, filmin yan unsurlardaki başarısı. Ve mükemmel oyuncu seçimi: James Caviezel özellikle peygamberin masumiyetini yansıtan yüz hatlarıyla fiziksel aşamayı geçiyor. Pilatus’ta Bulgar Hristo Shopov, Meryem’de Rumen Maia Morgenstern ve Şeytan’da sadece suretiyle şov yapan İtalyan Fracesca Celentano muhteşem...”
Elbette teolojik ve tarihi açıdan birçok tartışma ve eleştiri var film hakkında, İsa’nın hayatından Aramca-Latince kullanımına, çarmıha germe tekniklerinden kılık kıyafetlere kadar, ama bunları uzmanlarına bırakalım, malum zaten bir belgesel değil bu film, hatta gerçekleri anlattığı iddiasında da değil, kaldı ki bu konuda gerçek nedir, ama bu hikayenin milyarlarca Katolik Hristiyan’ın inancını yansıttığı aşikar, dinlerin yalnızca kutsal kitaplara dayanmadığı, söylencelerden de beslenen kültürel tabanları bulunduğu hesaba katılırsa, karşımızdaki düpedüz bir dinsel film, ne denirse densin! Kendi türünde sinema tarihine geçeceği de kesin...
Üstelik, sadece koyu dini tavrı nedeniyle değil, İsa’nın Çilesi’nin birkaç geriye-dönüş sahnesi dışında nerdeyse tek sekanslık bir film olarak sıradışı bir deneme özelliği taşıdığı, inandırıcılık uğruna İsa’yı canlandıran James Caviezel’ı sakatlayacak kadar abartılan zorlu oyunculuk yöntemi ve kitlesel sinema alanında örneği görülmemiş kadar tavizsiz sert şiddet kullanımıyla da literatüre gireceği belli...
Velhasıl, başarılı bir film bu, sevilmese de, beğenilmese de, en azından ilgiye değer olduğu ortada...
Öylesine olumsuz bir hava estirildi ki, bunu belirtirken özür dileme ihtiyacı duyuyorum: Ama ne yalan söyleyeyim, “İsa’nın Çilesi”, bence gayet başarılı bir film!
Mel Gibson ve filminin, Amerika ve Avrupa’dan sonra memleket medyasında da maruz kaldığı toplu hücum yüzünden, acaba bende mi bir terslik var diye kuşkulanacaktım nerdeyse, nitekim TRT 2’de hazırladığımız Beyaz Perde programında da filme ağır eleştiriler yönelten Alin Taşçıyan, Mehmet Açar ve Yeşim Tabak karşısında tek başıma kaldım, ama neyse ki Sabah’ta Atilla Dorsay ve Radikal’de Uğur Vardan, yazılarıyla imdadıma yetişti. Kendileriyle her zaman hemfikir olmayız, ama doğruya doğru, bu kez müteşekkirim, “İsa’nın Çilesi” hakkında yazdıkları beni hakikaten rahatlattı: Demek ki tamamen yalnız değilmişim!
Tabii, şunu da belirtmeden edemem: Schindler’in Listesi’ne baktığım gibi bakıyorum bu filme, yani Spielberg çarpıcı bir film yaparken tam da İsrail’in Filistin’deki şiddet uygulamalarının tüm dünyada tepki gördüğü bir dönemde nasıl alttan alta İsrail propagandası çıkarmayı ihmal etmemişse, Gibson da sarsıcı bir film yaparken müdahaleci bir dış politika uygulayan mevcut ABD yönetiminin koyu Katolik bir zihniyete dayandığı bir dönemde kendisinin de paylaştığı bu inancı coşturmak uğruna Yahudi düşmanlığına yol açmayı bile göze almış, ki benim açımdan bu iki tutum da yanlış...
Ama bu, işin ahlaki boyutu. Üstelik, aklıevveller için not düşmüş olayım, etik-estetik ilişkisini bilmiyor değilim. Gene de, ne yalan söyleyeyim, bir filme ahlaki olarak karşı çıksanız bile, eğer öyleyse başarılı olduğunu da teslim etmeniz gerekir...
Gibson, yapmaya çalıştığını becermiş işte: Kendisi gibi Katolik Hristiyanların seyrederken İsa’nın azabını yüreğinde hissedip iman tazeleyeceği, hatta giderek vecde sürükleneceği, tamamen hedefe yönelik, anlattığı zulüm kadar acımasız bir üslup taşıyan bir film yapmaya sıvanmış...
Kapalı devre bir film
Üstüne üstlük, hikayesini öylesine dar kapsamlı tutmuş, karakterler ve ilişkiler konusunda açıklayıcı olmayı o kadar umursamamış ki, daha baştan “kapalı devre” bir film çıkarmaktan çekinmemiş: Belli ki olan biten bazı şeyleri anlamak ya da hissetmek için imanlı ve bilgili bir Katolik olmak gerekiyor...
İsa’nın kendisine akıl almaz şekilde zulmedenler için merhamet dilemekten vazgeçmemesi Hristiyanlığın temel çıkış noktalarından biri olduğuna göre, filmin kendisini bu noktaya kilitlemiş olması da şaşırtıcı değil...
Nitekim, Mel Gibson’ın rol aldığı filmlerden belli olmayan bir “derinliği, keskin inadı ve büyük yeteneği” olduğunu belirttikten sonra, “ayrıntı titizliğine” vurgu yaparak “son yemek, mabetteki tutuklama, kamçılanma ve haç taşıma, ölümden sonra kopan fırtına ve deprem gibi sahnelerin kolay kolay unutulmaz olduğu”nu yazan üstad Dorsay da, Sabah’taki sayfasında bu meseleye dikkat çekiyordu: “Film belki herkese göre değil. Öncelikle din ve tarih konularına özel bir ilgi duymayan ve de içerdiği aşırı şiddetten rahatsız olabileceklere göre değil. Ama, hepsi de insanlığın en kavgalı, en kargaşalı, en karanlık dönemlerinde ortaya çıkan dinlerin tarihi, her zaman kaçınılmaz savaşlar, kıyımlar, şiddet ve kanla yazılmış değil midir? İnsanoğlunun maruz kaldığı en büyük işkencelerden birinden geçmiş, bedeni kana bulanmış İsa’nın yine de cellatları için merhamet dilenmesi, Hristiyanlığın temel tavırlarından birine işaret etmez mi? Bu tavrı vurgulamak için o şiddeti olduğu gibi göstermekten başka yol var mıydı?”
Etki yaratma sanatı
Sinema için bir sürü şey söylenebilir, ama herhalde en büyük özelliklerinden biri “etki yaratma sanatı” olmasıdır, ki Gibson’ın bu açıdan başarısız olduğunu söylemek, en azından haksızlık olur. Çok acı, ama bu filmi seyrederken kalp sektesinden ölenler olmuşsa, bundandır!..
Hatta dünyanın dört bir yanında bu kadar tartışma çıkardıysa, üzerine bu kadar çok konuşulduysa, yani basbayağı ciddiye alınıp dert edildiyse, yine etkileyici olabildiği içindir!
Nitekim, Uğur Vardan da Radikal’deki sayfasında, “Entertainment Weekly dergisi yazarı Jeff Jensen’ın 1915 tarihli David W. Griffith klasiği ‘Bir Ulusun Doğuşu’ndan (The Birth of a Nation) bu yana sinema tarihinin en tartışmalı filmi ilan ettiği” İsa’nın Çilesi’nin bu tür özelliklerini vurguluyordu: “Gibson daha yolun başında filmini türdaşlarından radikal biçimde ayırıyor ve peygamberin bütün hayatından ziyade, son saatlerini anlatıyor. Hikaye, Nasıralı İsa’nın Judas tarafından gammazlanmasının ardından yakalınışı, peşi sıra işkenceye tabi tutuluşu ve nihayetinde çarmıha gerilişi aşamalarında geziniyor. 137 dakika boyunca, birkaç geri dönüş dışında temel izlek, kanlı görüntülerden oluşuyor. Gibson’ın yaklaşımını şöyle açıklamaktan yanayım: Bu bir insanlık suçuydu, kimin işlediğinin fazla bir önemi yok, ama ne yazık ki ilk kıvılcımı Yahudiler çaktı. Belki şurası fazla tartışmalı: Tarihçilerin çok zalim bir kişilik olarak not ettikleri Romalı komutan Potius Pilatus filmde masumdan öte çaresiz bir kişilik olarak çiziliyor. Yahudi rahiplerin ‘Suç bize yazılsın, ama senin ellerin kirlensin’ tavrı, hikayenin en akılda kalıcı bölümlerinden biri. Gibson, dramatik bir öyküyü cesur dokunuşlarla ve derdini seyirciye direkt yansıtan bir hissiyatla anlatıyor. Görüntü yönetmeni Caleb Deschanel’in Caravaggio esintili kadrajları ve John Debrey’in dramatizasyonu daha bir vurgulayan müziği, filmin yan unsurlardaki başarısı. Ve mükemmel oyuncu seçimi: James Caviezel özellikle peygamberin masumiyetini yansıtan yüz hatlarıyla fiziksel aşamayı geçiyor. Pilatus’ta Bulgar Hristo Shopov, Meryem’de Rumen Maia Morgenstern ve Şeytan’da sadece suretiyle şov yapan İtalyan Fracesca Celentano muhteşem...”
Elbette teolojik ve tarihi açıdan birçok tartışma ve eleştiri var film hakkında, İsa’nın hayatından Aramca-Latince kullanımına, çarmıha germe tekniklerinden kılık kıyafetlere kadar, ama bunları uzmanlarına bırakalım, malum zaten bir belgesel değil bu film, hatta gerçekleri anlattığı iddiasında da değil, kaldı ki bu konuda gerçek nedir, ama bu hikayenin milyarlarca Katolik Hristiyan’ın inancını yansıttığı aşikar, dinlerin yalnızca kutsal kitaplara dayanmadığı, söylencelerden de beslenen kültürel tabanları bulunduğu hesaba katılırsa, karşımızdaki düpedüz bir dinsel film, ne denirse densin! Kendi türünde sinema tarihine geçeceği de kesin...
Üstelik, sadece koyu dini tavrı nedeniyle değil, İsa’nın Çilesi’nin birkaç geriye-dönüş sahnesi dışında nerdeyse tek sekanslık bir film olarak sıradışı bir deneme özelliği taşıdığı, inandırıcılık uğruna İsa’yı canlandıran James Caviezel’ı sakatlayacak kadar abartılan zorlu oyunculuk yöntemi ve kitlesel sinema alanında örneği görülmemiş kadar tavizsiz sert şiddet kullanımıyla da literatüre gireceği belli...
Velhasıl, başarılı bir film bu, sevilmese de, beğenilmese de, en azından ilgiye değer olduğu ortada...
Şeytana Karşı
Kötülük çiçekleri...
Öyle filmler vardır, aslına bakarsanız şematiktir, hatta belki en yavan ve yaygın kalıpları kullanır, ama gene de sizi avcunun içine alır, eğer karakterlerine ve hikayesine inandırabilirse sürükleyip götürür, çünkü en dibine bakıldığında hayat da biraz “kalıp”lardan ibarettir zaten...
Jan Guillou’nun kendi hayatından izler de taşıdığı söylenen popüler romanından uyarlanan “Ondskan”, bu yıl yabancı film dalında Oscar adayı olduğunda verilen İngilizce ismiyle “Evil”, kulağa eksik gelse de doğru bir çeviriyle “Kötü” ya da “Kötülük”, ülkemizde yakıştırılan ismiyle “Şeytana Karşı”, işte tam da böyle bir film: Her fırsatta bir terbiye bahanesi bularak dakikalarca acımasızca kemer dayağı atan otoriter üvey baba, evladının maruz kaldığı bu zulme yüreği kan ağlasa da evliliği bozulmasın diye göz yummak zorunda kalan zayıf anne, hayatına damgasını vuran aile içi baskı ve şiddetin acısını sokakta ya da okulda şiddete meyilli bir isyankar delikanlı olarak çıkaran dışı sert içi kırılgan genç, katı kuralların hakim olduğu bir yatılı okulda hem ayak işlerini yaptırarak rahat etmek hem de sadistçe bir keyif almak için küçükleri sözde eğitim düzeni adına öğretmenlerin sessiz onayıyla ezen büyükler... Kimbilir kaç romanda, kaç filmde, kaç hayat hikayesinde karşımıza çıkmıştır bunlar... Ama işte burada, biraz abartılı bir keskinlikle oynanmış olsa da, bariz bir köşelilikle ilerlese de, yine kendi dünyasını kuran, kendi insanlarını yaratan, kendi hayatını yaşatan bir filmle çıktıkları için karşımıza, “böyle şeyler oluyor maalesef” dedirtiyor...
İsyankar delikanlı Erik, karışıtığı son kavgada şiddetin ölçüsünü kaçırınca atıldığı okuldan sonra, liseyi bitirebilmek için, annesinin eşya satarak parasını denkleştirdiği saygın bir erkek okuluna gitmek zorunda kalıyor, ama nerdeyse tamamen soylu ve zengin aile çocuklarının devam ettiği bu okulda da, öğrenci birliğinde hüküm süren büyük sınıfların küçüklere angarya ve ceza yöntemiyle uyguladıkları zulme maruz kalıyor, keyfi taleplere boyun eğmedikçe, okuldan atılmamak uğruna iğrenç saldırılara ve feci cezalara katlanmayı göze alıyor, bu sancılı süreçte sadece çekingen ve çelimsiz olduğu için itilip kakılan zeki oda arkadaşının içten dostluğundan ve okuldan atılma pahasına gizlice aşk yaşadığı hademe kızın sevgisinden manevi destek alabiliyor, ama kendisine acı çektirenler karşısında gitgide bir patlama noktasına doğru ilerlediği de görülüyor...
İsveçli yönetmen Mikael Hafström, bu dokunaklı ve gerilimli hikaye boyunca, inandırıcılık yolunda boğucu bir ortam kurarak, şiddeti epey sert şekilde yansıtarak, sık sık ana karakterinin derin ifadeli yüzüne odaklanarak, baştan sona sakin ve gergin bir anlatım kuruyor. Genç oyuncu Andreas Wilson, hem çocuksu bir masumiyet, hem de soğukkanlı bakışların ardında her an kükreyebilecek bir öfke barındıran yüzüyle, karşısındakiler kadar seyircileri de “ne zaman saldıracak acaba?” diye diken üstünde tutan bir karakter yaratıyor...
Evet, “klişe” olarak görülebilecek tipler ve olaylar içeren, yer yer fazla bariz bir kesin çerçeveye sıkışan, ama heyecana kapılsa da çok müsait olduğu halde duygusal abartmalara hiç meyletmeyen, belki düz ama sağlam bir hikaye örgüsüne dayanan, gösterişsiz ama doğrudan hedefi bulan bir üslup taşıyan “Şeytana Karşı”, çok etkileyici bir film...
Öyle filmler vardır, aslına bakarsanız şematiktir, hatta belki en yavan ve yaygın kalıpları kullanır, ama gene de sizi avcunun içine alır, eğer karakterlerine ve hikayesine inandırabilirse sürükleyip götürür, çünkü en dibine bakıldığında hayat da biraz “kalıp”lardan ibarettir zaten...
Jan Guillou’nun kendi hayatından izler de taşıdığı söylenen popüler romanından uyarlanan “Ondskan”, bu yıl yabancı film dalında Oscar adayı olduğunda verilen İngilizce ismiyle “Evil”, kulağa eksik gelse de doğru bir çeviriyle “Kötü” ya da “Kötülük”, ülkemizde yakıştırılan ismiyle “Şeytana Karşı”, işte tam da böyle bir film: Her fırsatta bir terbiye bahanesi bularak dakikalarca acımasızca kemer dayağı atan otoriter üvey baba, evladının maruz kaldığı bu zulme yüreği kan ağlasa da evliliği bozulmasın diye göz yummak zorunda kalan zayıf anne, hayatına damgasını vuran aile içi baskı ve şiddetin acısını sokakta ya da okulda şiddete meyilli bir isyankar delikanlı olarak çıkaran dışı sert içi kırılgan genç, katı kuralların hakim olduğu bir yatılı okulda hem ayak işlerini yaptırarak rahat etmek hem de sadistçe bir keyif almak için küçükleri sözde eğitim düzeni adına öğretmenlerin sessiz onayıyla ezen büyükler... Kimbilir kaç romanda, kaç filmde, kaç hayat hikayesinde karşımıza çıkmıştır bunlar... Ama işte burada, biraz abartılı bir keskinlikle oynanmış olsa da, bariz bir köşelilikle ilerlese de, yine kendi dünyasını kuran, kendi insanlarını yaratan, kendi hayatını yaşatan bir filmle çıktıkları için karşımıza, “böyle şeyler oluyor maalesef” dedirtiyor...
İsyankar delikanlı Erik, karışıtığı son kavgada şiddetin ölçüsünü kaçırınca atıldığı okuldan sonra, liseyi bitirebilmek için, annesinin eşya satarak parasını denkleştirdiği saygın bir erkek okuluna gitmek zorunda kalıyor, ama nerdeyse tamamen soylu ve zengin aile çocuklarının devam ettiği bu okulda da, öğrenci birliğinde hüküm süren büyük sınıfların küçüklere angarya ve ceza yöntemiyle uyguladıkları zulme maruz kalıyor, keyfi taleplere boyun eğmedikçe, okuldan atılmamak uğruna iğrenç saldırılara ve feci cezalara katlanmayı göze alıyor, bu sancılı süreçte sadece çekingen ve çelimsiz olduğu için itilip kakılan zeki oda arkadaşının içten dostluğundan ve okuldan atılma pahasına gizlice aşk yaşadığı hademe kızın sevgisinden manevi destek alabiliyor, ama kendisine acı çektirenler karşısında gitgide bir patlama noktasına doğru ilerlediği de görülüyor...
İsveçli yönetmen Mikael Hafström, bu dokunaklı ve gerilimli hikaye boyunca, inandırıcılık yolunda boğucu bir ortam kurarak, şiddeti epey sert şekilde yansıtarak, sık sık ana karakterinin derin ifadeli yüzüne odaklanarak, baştan sona sakin ve gergin bir anlatım kuruyor. Genç oyuncu Andreas Wilson, hem çocuksu bir masumiyet, hem de soğukkanlı bakışların ardında her an kükreyebilecek bir öfke barındıran yüzüyle, karşısındakiler kadar seyircileri de “ne zaman saldıracak acaba?” diye diken üstünde tutan bir karakter yaratıyor...
Evet, “klişe” olarak görülebilecek tipler ve olaylar içeren, yer yer fazla bariz bir kesin çerçeveye sıkışan, ama heyecana kapılsa da çok müsait olduğu halde duygusal abartmalara hiç meyletmeyen, belki düz ama sağlam bir hikaye örgüsüne dayanan, gösterişsiz ama doğrudan hedefi bulan bir üslup taşıyan “Şeytana Karşı”, çok etkileyici bir film...
Azınlık Raporu
Spielberg’ün muhalefet şerhi...
Gerçi kendisi basın toplantılarında başkan Bush’un iç ve dış güvenlik politikalarını desteklediğini belirtiyor ama, sanki Spielberg de filmdeki “kahin”ler gibi olacakları önceden görmüş, Amerika’nın hem kendi içinde hem uluslararası alanda “potansiyel suçlu avı”na çıkma ve “muhtemel suça ceza” kesme eğilimine gireceğini hissetmiş gibi, iki yıl önce Philip K. Dick’in tam da bu meseleleri merkezine alan bir bilim-kurgu hikayesini uyarlamaya karar vermiş, üstelik bugünkü sertleşmelere yol açan 11 Eylül saldırıları da yapılmadan önce, henüz Yapay Zeka’nın kurgu çalışmaları sürerken çekimlere başlamış ve doğrusu sözlü beyanlarında ne derse desin filmde “suç-öncesi” sistemine karşı çıkmış, hatta özgün hikayede olmayan bir “mutlu son” ekleyerek bu tavrını daha da açık hale getirmiş...
Kuşkusuz ki Spielberg, belki de bugün dünya çapında en çok tanınan ustası olduğu popüler sinemanın gereklerine uyarak, öncelikle seyircide merak ve heyecan uyandıran bir hikayeyi akıcı ve tutarlı bir anlatımla perdeye ektarmaya bakıyor: 2054 yılında, gündelik hayata dahil olan teknolojik gelişmeler dışında pek de değişmemiş olan Washington’da geçen bir gizemli polisiye yapısını öne çıkarıyor, ama her has sinemacı gibi (uyarladığı hikayenin yazarına da haksızlık etmeden) ele aldığı fikirlere yataklık eden yan hikayelere ve alt temalara uygun bir atmosfer kurarak filmine bir anlam zenginliği katmayı da ihmal etmiyor.
Görüntülere hakim olan soluk renkler ve loş ışıklar, “şık”lık olsun diye değil, kehanetler üzerine insanların işlemedikleri cinayetler nedeniyle tutuklanıp ortada henüz suç olmadığı için yargılanamadıkları halde “bitkisel hayata” mahkum edilerek tüplere kapatılabildiği bir dünyanın karanlığını yansıtmak için kullanılıyor. Keza, arabaların binalara tırmanabildiği bir dikey trafik akışının başladığı, polislerin sırtlarındaki jet motorlarıyla uçarak operasyona gidebildiği, kimlik belgesi yerine otomatik retina taraması yapılarak herkesin adım adım takip edilebildiği, bu sayede yol boyunca duvarlarda beliren reklamların da doğrudan bir kişiye seslenebildiği ve buna benzer birçok teknolojik gelişmenin gündelik hayata yerleştiği bir dönemde, kenar mahalle sokaklarında hala çöp yığınlarının olması, gökdelenlerdeki lüks evlerde nerdeyse herşey elektronikleşmişken yoksulların yaşadığı eski döküntü binalarda pisliğin kol gezmesi filan da boşuna değil, gelecekte birçok gelişme olacağını, ama temel meselelerin pek de değişmeyeceğini hissettiriyor, ki Spielberg’ün o eski iyimser ve çocuksu bakışının giderek geriye çekildiğini de hatırlatıyor bu.
(Gerçi, son iki filminde özellikle ana karakterlerini seyircinin özdeşlik kurmasını zorlaştıran bir soğukluk ve mesafeyle ele alması da bir değişimin ipuçlarından sayılabilir, ki nitekim özellikle Amerikalı eleştirmenler onun “Kubrickleştiğini” yazarken, kendisi de bizzat şöyle diyor: “Kariyerimin ilk yarısında seyirci kaygısıyla film yaptım, ama artık ciddi bir seyirci kitlesine hitap edecek öznel filmler yapmak istiyorum.”)
(Hadi, bir parantez daha: Kehanetlere dayanılarak işlemedikleri cinayetler nedeniyle tutuklanıp ortada henüz suç olmadığı için yargılanamadıklarından “bitkisel hayata” mahkum edilerek tüplere hapsedilen insanlar, size de potansiyel savaş ya da terörizm tehdidi gerekçe gösterilerek cezalandırılması düşünülürken “ambargo” politikalarıyla “izole” edilen ya da aynı anlayışla çoktan saldırılarak cezalandırılmış olan ülkeleri, hatta terörizm şüphesi üzerine gözaltına ya da sıkı takibe alınan insanları hatırlattı mı acaba?..)
Gene de, sinemanın temel ve çağdaş bütün olanaklarını büyük bir maharetle kullanabilen bir yönetmen olarak iyice ustalaşan Spielberg, bir anlatıcı olarak, ciddi meselelere daha yoğun olarak değinmeye başlasa da, başka yönetmenlerin muhtemelen bir teknik parıltı oalarak gözümüze sokmaya çalışacağı “gelecek tasarımları”nın detaylarını çok öne çıkarmadan (tek istisnası dramatik açıdan da önemli olan o devasa saydam bilgisayar ekranı, ki tasarımı da uygulaması da müthiş!), üzerine çok konuşulabilecek felsefi ve politik argümanlara fazla yüklenmeden, ama meraklısı için yeterince tartışma ve derinmleşme malzemesi sunarak, öncelikle sağlam bir kara film entrikası kuruyor, seyirciyi hareketli sahneleri kadar ince gelişmeleri de sıkı işlenmiş bir polisiye maceranın peşinden sürüklüyor. Aslına bakılırsa, hareketli maceraları sevdiği bilinir de, Spielberg deyince akla pek “polisiye” gelmez elbette, ama Komiser Kolumbo dizisinin 1971’de bir televizyon filmi olarak çekilen ilk macerasının da yönetmeni olduğu göz önüne alnırsa, yabancı sularda olduğu da söylenemez. Kaldı ki, Kubrick’i anmışken, belirtmekte fayda var, sinemada iyi bir anlatıcı için “tür” sınırı yoktur, eh, Spielberg de bu açıdan her zaman Kubrick gibiydi zaten...
(Filmin bütün oyuncu kadrosu çok sağlam, malum Spielberg titizliği ve yönetimi var zaten, ama Kubrick’ten sonra bu kez de Spielberg tarafından soğutulan Tom Cruise için özel bir not düşmeden edemeyeceğim: Güçlü bir oyuncu da olduğunu kanıtlamak üzere, sadece yakışıklı bir yıldız olarak akılda kalmasın diye midir nedir, son filmlerinde yüzünü ya deforme ediyor ya da saklıyor, Görevimiz Tehlike’lerde kılık değiştirme, Gözleri Tamamen Kapalı’da maske, Vanilla Sky’da trafik kazasında yanık, burada da geçici yüz felci!..)
Gerçi kendisi basın toplantılarında başkan Bush’un iç ve dış güvenlik politikalarını desteklediğini belirtiyor ama, sanki Spielberg de filmdeki “kahin”ler gibi olacakları önceden görmüş, Amerika’nın hem kendi içinde hem uluslararası alanda “potansiyel suçlu avı”na çıkma ve “muhtemel suça ceza” kesme eğilimine gireceğini hissetmiş gibi, iki yıl önce Philip K. Dick’in tam da bu meseleleri merkezine alan bir bilim-kurgu hikayesini uyarlamaya karar vermiş, üstelik bugünkü sertleşmelere yol açan 11 Eylül saldırıları da yapılmadan önce, henüz Yapay Zeka’nın kurgu çalışmaları sürerken çekimlere başlamış ve doğrusu sözlü beyanlarında ne derse desin filmde “suç-öncesi” sistemine karşı çıkmış, hatta özgün hikayede olmayan bir “mutlu son” ekleyerek bu tavrını daha da açık hale getirmiş...
Kuşkusuz ki Spielberg, belki de bugün dünya çapında en çok tanınan ustası olduğu popüler sinemanın gereklerine uyarak, öncelikle seyircide merak ve heyecan uyandıran bir hikayeyi akıcı ve tutarlı bir anlatımla perdeye ektarmaya bakıyor: 2054 yılında, gündelik hayata dahil olan teknolojik gelişmeler dışında pek de değişmemiş olan Washington’da geçen bir gizemli polisiye yapısını öne çıkarıyor, ama her has sinemacı gibi (uyarladığı hikayenin yazarına da haksızlık etmeden) ele aldığı fikirlere yataklık eden yan hikayelere ve alt temalara uygun bir atmosfer kurarak filmine bir anlam zenginliği katmayı da ihmal etmiyor.
Görüntülere hakim olan soluk renkler ve loş ışıklar, “şık”lık olsun diye değil, kehanetler üzerine insanların işlemedikleri cinayetler nedeniyle tutuklanıp ortada henüz suç olmadığı için yargılanamadıkları halde “bitkisel hayata” mahkum edilerek tüplere kapatılabildiği bir dünyanın karanlığını yansıtmak için kullanılıyor. Keza, arabaların binalara tırmanabildiği bir dikey trafik akışının başladığı, polislerin sırtlarındaki jet motorlarıyla uçarak operasyona gidebildiği, kimlik belgesi yerine otomatik retina taraması yapılarak herkesin adım adım takip edilebildiği, bu sayede yol boyunca duvarlarda beliren reklamların da doğrudan bir kişiye seslenebildiği ve buna benzer birçok teknolojik gelişmenin gündelik hayata yerleştiği bir dönemde, kenar mahalle sokaklarında hala çöp yığınlarının olması, gökdelenlerdeki lüks evlerde nerdeyse herşey elektronikleşmişken yoksulların yaşadığı eski döküntü binalarda pisliğin kol gezmesi filan da boşuna değil, gelecekte birçok gelişme olacağını, ama temel meselelerin pek de değişmeyeceğini hissettiriyor, ki Spielberg’ün o eski iyimser ve çocuksu bakışının giderek geriye çekildiğini de hatırlatıyor bu.
(Gerçi, son iki filminde özellikle ana karakterlerini seyircinin özdeşlik kurmasını zorlaştıran bir soğukluk ve mesafeyle ele alması da bir değişimin ipuçlarından sayılabilir, ki nitekim özellikle Amerikalı eleştirmenler onun “Kubrickleştiğini” yazarken, kendisi de bizzat şöyle diyor: “Kariyerimin ilk yarısında seyirci kaygısıyla film yaptım, ama artık ciddi bir seyirci kitlesine hitap edecek öznel filmler yapmak istiyorum.”)
(Hadi, bir parantez daha: Kehanetlere dayanılarak işlemedikleri cinayetler nedeniyle tutuklanıp ortada henüz suç olmadığı için yargılanamadıklarından “bitkisel hayata” mahkum edilerek tüplere hapsedilen insanlar, size de potansiyel savaş ya da terörizm tehdidi gerekçe gösterilerek cezalandırılması düşünülürken “ambargo” politikalarıyla “izole” edilen ya da aynı anlayışla çoktan saldırılarak cezalandırılmış olan ülkeleri, hatta terörizm şüphesi üzerine gözaltına ya da sıkı takibe alınan insanları hatırlattı mı acaba?..)
Gene de, sinemanın temel ve çağdaş bütün olanaklarını büyük bir maharetle kullanabilen bir yönetmen olarak iyice ustalaşan Spielberg, bir anlatıcı olarak, ciddi meselelere daha yoğun olarak değinmeye başlasa da, başka yönetmenlerin muhtemelen bir teknik parıltı oalarak gözümüze sokmaya çalışacağı “gelecek tasarımları”nın detaylarını çok öne çıkarmadan (tek istisnası dramatik açıdan da önemli olan o devasa saydam bilgisayar ekranı, ki tasarımı da uygulaması da müthiş!), üzerine çok konuşulabilecek felsefi ve politik argümanlara fazla yüklenmeden, ama meraklısı için yeterince tartışma ve derinmleşme malzemesi sunarak, öncelikle sağlam bir kara film entrikası kuruyor, seyirciyi hareketli sahneleri kadar ince gelişmeleri de sıkı işlenmiş bir polisiye maceranın peşinden sürüklüyor. Aslına bakılırsa, hareketli maceraları sevdiği bilinir de, Spielberg deyince akla pek “polisiye” gelmez elbette, ama Komiser Kolumbo dizisinin 1971’de bir televizyon filmi olarak çekilen ilk macerasının da yönetmeni olduğu göz önüne alnırsa, yabancı sularda olduğu da söylenemez. Kaldı ki, Kubrick’i anmışken, belirtmekte fayda var, sinemada iyi bir anlatıcı için “tür” sınırı yoktur, eh, Spielberg de bu açıdan her zaman Kubrick gibiydi zaten...
(Filmin bütün oyuncu kadrosu çok sağlam, malum Spielberg titizliği ve yönetimi var zaten, ama Kubrick’ten sonra bu kez de Spielberg tarafından soğutulan Tom Cruise için özel bir not düşmeden edemeyeceğim: Güçlü bir oyuncu da olduğunu kanıtlamak üzere, sadece yakışıklı bir yıldız olarak akılda kalmasın diye midir nedir, son filmlerinde yüzünü ya deforme ediyor ya da saklıyor, Görevimiz Tehlike’lerde kılık değiştirme, Gözleri Tamamen Kapalı’da maske, Vanilla Sky’da trafik kazasında yanık, burada da geçici yüz felci!..)
Akdeniz
Kaçış adası...
1941 ilkbaharında, sekiz İtalyan askeri, küçük bir Yunan adasını ele geçirmek üzere Garibaldi adlı bir gemiyle Ege’ye gönderilir. Ama adadaki köy bomboştur, üstelik çevrede hiçbir hayat belirtisi de yoktur. Gemileri torpillenerek batan ve telsizleri bozulan askerler, dünyayla tüm bağlantıları kesilmiş olarak bu ıssız adada kalakalmıştır. Ama yalnızlıkları uzun sürmeyecektir:
Onların geldiğini gördüklerinde, daha önce bütün erkeklerini esir alıp götüren Alman askerlerinin geri döndüğünü sanarak dağa kaçan ada halkı, birkaç gün sonra köye geri döner. Beklenmedik bir biçimde, askerler işgalciliğe, köylüler da mazlumluğa niyetli olmayınca, kaynaşmakta zorluk çekmezler. Ada halkı ile köyün mecburi sakinleri, savaşı unutarak dostluk içinde birbirlerine alışırken, küçük mutluluklar, aşklar, çekişmeler ve gündelik uğraşlarla hayat sürüp gitmeye başlar. Adanın dışındaki dünya yeniden kendisini hatırlatıncaya kadar...
İtalyan yönetmen Gabriele Salvatores, 1992 yılında en iyi yabancı film dalında Oscar kazanan “Akdeniz”de, esir almaya gittikleri ada halkıyla birlikte yaşamaya başlayan askerlerin çevresinde, askerlik ve savaş olgularını alaya alıyor, dostluğun ve barışın altını çiziyor, özellikle de Akdeniz insanlarının kardeşliğini vurguluyor. Gerçi, bir gece adaya gelen Antalyalı balıkçı Aziz’in, askerleri esrarla uyutup silahlarını çalarak kaçması yüzünden, Türkler yine pek iyi anılmıyor gibi gelebilir, ama neyse ki, Aziz giderken onlara bir miktar esrar bırakmayı da ihmal etmiyor. Ve askerler, “silahlar her zaman böyle şeylerle değiş tokuş edilebilse hayat ne güzel olurdu” diyerek, Salvatores’in çeşitli ayrıntılarla filme sindirdiği “68 ruhu”nu yaşamaya devam ediyor: Esrar çekerek, dans ederek, aşklarını özgürce yaşayarak, her türlü otoriteden uzakta hayatın tadı çıkarırken, dünyayı ve kendilerini de yeniden sorguluyor...
Ve finalde, her şeye rağmen umut besleyerek “İtalya’nın yeniden kuruluşuna katkıda bulunmaya” gidenlerden bazıları adaya geri döndüklerinde, “dünyayı değiştirmemize izin vermediler, biz de, ‘tamam siz kazandınız ama biz suç ortağınız olmak ve size benzemek zorunda değiliz’ diyerek kaçtık” diyor. Bir protesto ifadesi olarak “kaçış” tercihini ele alan yönetmen Salvatores, toplumdan tümüyle kaçmak mümkün olmasa bile, “genel tektipleşmeden, kayıtsızlıktan, tüketim çılgınlığı ve beyin yıkamadan kaçılabileceğini” savunuyor.“Akdeniz”, insan sıcaklığını ve umudunu, yenilseler de teslim olmayanların onurunu beyazperdeye taşıyan, herkesin kendi “ada”sını temiz tutabileceğine ve hayattan küçük tatlar alarak mutlu olabileceğine dikkat çeken, mütevazı ama etkileyici bir “itiraz ve ikaz” filmi. “Kaçmak” için birebir yani...
1941 ilkbaharında, sekiz İtalyan askeri, küçük bir Yunan adasını ele geçirmek üzere Garibaldi adlı bir gemiyle Ege’ye gönderilir. Ama adadaki köy bomboştur, üstelik çevrede hiçbir hayat belirtisi de yoktur. Gemileri torpillenerek batan ve telsizleri bozulan askerler, dünyayla tüm bağlantıları kesilmiş olarak bu ıssız adada kalakalmıştır. Ama yalnızlıkları uzun sürmeyecektir:
Onların geldiğini gördüklerinde, daha önce bütün erkeklerini esir alıp götüren Alman askerlerinin geri döndüğünü sanarak dağa kaçan ada halkı, birkaç gün sonra köye geri döner. Beklenmedik bir biçimde, askerler işgalciliğe, köylüler da mazlumluğa niyetli olmayınca, kaynaşmakta zorluk çekmezler. Ada halkı ile köyün mecburi sakinleri, savaşı unutarak dostluk içinde birbirlerine alışırken, küçük mutluluklar, aşklar, çekişmeler ve gündelik uğraşlarla hayat sürüp gitmeye başlar. Adanın dışındaki dünya yeniden kendisini hatırlatıncaya kadar...
İtalyan yönetmen Gabriele Salvatores, 1992 yılında en iyi yabancı film dalında Oscar kazanan “Akdeniz”de, esir almaya gittikleri ada halkıyla birlikte yaşamaya başlayan askerlerin çevresinde, askerlik ve savaş olgularını alaya alıyor, dostluğun ve barışın altını çiziyor, özellikle de Akdeniz insanlarının kardeşliğini vurguluyor. Gerçi, bir gece adaya gelen Antalyalı balıkçı Aziz’in, askerleri esrarla uyutup silahlarını çalarak kaçması yüzünden, Türkler yine pek iyi anılmıyor gibi gelebilir, ama neyse ki, Aziz giderken onlara bir miktar esrar bırakmayı da ihmal etmiyor. Ve askerler, “silahlar her zaman böyle şeylerle değiş tokuş edilebilse hayat ne güzel olurdu” diyerek, Salvatores’in çeşitli ayrıntılarla filme sindirdiği “68 ruhu”nu yaşamaya devam ediyor: Esrar çekerek, dans ederek, aşklarını özgürce yaşayarak, her türlü otoriteden uzakta hayatın tadı çıkarırken, dünyayı ve kendilerini de yeniden sorguluyor...
Ve finalde, her şeye rağmen umut besleyerek “İtalya’nın yeniden kuruluşuna katkıda bulunmaya” gidenlerden bazıları adaya geri döndüklerinde, “dünyayı değiştirmemize izin vermediler, biz de, ‘tamam siz kazandınız ama biz suç ortağınız olmak ve size benzemek zorunda değiliz’ diyerek kaçtık” diyor. Bir protesto ifadesi olarak “kaçış” tercihini ele alan yönetmen Salvatores, toplumdan tümüyle kaçmak mümkün olmasa bile, “genel tektipleşmeden, kayıtsızlıktan, tüketim çılgınlığı ve beyin yıkamadan kaçılabileceğini” savunuyor.“Akdeniz”, insan sıcaklığını ve umudunu, yenilseler de teslim olmayanların onurunu beyazperdeye taşıyan, herkesin kendi “ada”sını temiz tutabileceğine ve hayattan küçük tatlar alarak mutlu olabileceğine dikkat çeken, mütevazı ama etkileyici bir “itiraz ve ikaz” filmi. “Kaçmak” için birebir yani...
Ben, Kendim ve Sevgilim
Elinde iyi komedyen olunca...
Jim Carrey’nin olağanüstü mimik yeteneği ve sağlam oyunculuğu, Dumb & Dumber’dan altı yıl sonra bir kez daha, Farrelly Biraderlerin cüretkar mizah anlayışı ve akıcı anlatımıyla karşımızda...
Emektar polis memuru Charlie, üç simsiyah oğlan çocuğu doğurduktan hemen sonra “ruh eşi”ni bulduğunu söyleyerek zenci bir cüceyle çekip giden karısının ardından, renkleri benzemese de babaları olduğundan hiç kuşku duymadığı oğullarını tek başına yetiştirdiği yıllar boyunca, bütün kasabanın alay konusu olmaya hiç aldırmaz, daha doğrusu aldırmaz görünür: İyiniyetlidir, ama bu aptal olduğu anlamına gelmez. Kibardır, ama bu sünepe olduğu anlamına gelmez. Kanunlara saygılıdır, ama bu bir gün patlamayacağı anlamına gelmez!
Hemen herkes tarafından aşağılandığı halde, sıkıntısını hep içine atan Charlie’nin bütün birikmiş öfkesi, birkaç olayın peşpeşe geldiği bir gün ilk kez yüzünü gösterdikten sonra, ikinci bir kişilik olarak ortaya çıkmaya başlar: Charlie’nin bedeninde, onun tam tersi bir adam daha yaşamaktadır artık, zaman zaman peydah olan ve kendisine Hank diyen, terbiyesiz, saldırgan, azgın bir serseri!
Charlie ne zaman birileri tarafından mağdur edilse, Hank birden ortaya çıkıp herkesin ağzının payını vermekte, hatta daha ileri gidip durduk yerde sorun çıkarmaktadır artık. Olaylar çığrından çıkınca, “kafa doktoru”na yollanan Charlie’ye “kişilik bölünmesi” teşhisi konur ve Hank’in ortaya çıkmasını engellemek için yatıştırıcı haplar alması söylenir.
Ama bir gün Charlie, hakkında arama emri bulunan Irene adlı güzel bir kıza başka bir şehre kadar refakat etmekle görevlendirildikten sonra, Hank dizginleri ele almak için yanıp tutuşmaya başlar. Hele bir de Charlie haplarını kaybettikten sonra, Hank’i kimse tutamaz artık. Kendisini korumak için çırpınan Charlie’den hoşlanmaya başlayan Irene de, ona göz koyan dayanılmaz Hank’le ne yapacağını bilemez tabii!..
Görüldüğü üzre, senaryoda da imzaları bulunan Farrelly Biraderler, sıradışı mizah anlayışları için yine verimli bir alan oluşturmuşlar. Charlie ile Hank’in çekişmesi, onlara birçok malzeme veriyor: Cinsellik de var, pislik de! Hayvanlara kötü muamele de var, fiziksel engelli insanları aşağılama da!
Gerçi bu kez biraz uslanmış görünüyorlar: Hank önce “sütlü” diyerek dalga geçtiği albinolu bir gençten özür diliyor ve onunla dost oluyor, sağlam bir adamın fiziksel engelliler için ayrılmış park yerine bıraktığı arabanın “içine ederek” tepki gösteriyor, ki bunlar onlardan pek beklenmeyecek türden, basbayağı “siyaseten doğru” (politically correct) tavırlar!
Ama gene de Farrelly Biraderler rahatsız edici ya da mide bulandırıcı olmaktan çekinmiyorlar. Dumb & Dumber’dan ya da There’s Something About Mary’den bilinen tarzlarından vazgeçmiş değiller: Tuvalet esprilerini de (örnek: çikolatalı dondurma ve havaya işeme), cinsellik esprilerini de (örnek: biri hakiki diğeri yapay olan iki penis), hayvan esprilerini de (dokuz canlı inek ya da popoya tıkılan horoz) sakınmıyorlar!
Üstelik ellerinde Jim Carrey gibi bir cevher de olunca, hem iki kişilik arasındaki gelgitleri yansıtmak kolaylaşıyor, hem esprilerine farklı bir canlılık ve zenginlik geliyor. Üstüne üstlük, Fight Club’da Edward Norton’ın yaptığına taş çıkartacak bir kendi kendini dövme sahnesi de cabası!
Velhasıl sıkı bir komedi filmi Ben, Kendim ve Sevgilim, ama midenizin ve terbiyenizin tahammül sınırına güveniyorsanız!..
(Meraklısı için not: Kanada Şizofreni Birliği, filmin tanıtımlarında “şizofreni” ile “kişilik bölünmesi”nin aynı şeymiş gibi gösterildiğini iddia ederek yapımcıları “cahil olmak ve haksızlık yapmak”la suçlamış, ama onların şikayetine karşılık, Kanada Reklam Denetim Kurumu, sözkonusu tanıtımlarda saldırgan bir unsur bulunmadığına karar vermişti!)
Jim Carrey’nin olağanüstü mimik yeteneği ve sağlam oyunculuğu, Dumb & Dumber’dan altı yıl sonra bir kez daha, Farrelly Biraderlerin cüretkar mizah anlayışı ve akıcı anlatımıyla karşımızda...
Emektar polis memuru Charlie, üç simsiyah oğlan çocuğu doğurduktan hemen sonra “ruh eşi”ni bulduğunu söyleyerek zenci bir cüceyle çekip giden karısının ardından, renkleri benzemese de babaları olduğundan hiç kuşku duymadığı oğullarını tek başına yetiştirdiği yıllar boyunca, bütün kasabanın alay konusu olmaya hiç aldırmaz, daha doğrusu aldırmaz görünür: İyiniyetlidir, ama bu aptal olduğu anlamına gelmez. Kibardır, ama bu sünepe olduğu anlamına gelmez. Kanunlara saygılıdır, ama bu bir gün patlamayacağı anlamına gelmez!
Hemen herkes tarafından aşağılandığı halde, sıkıntısını hep içine atan Charlie’nin bütün birikmiş öfkesi, birkaç olayın peşpeşe geldiği bir gün ilk kez yüzünü gösterdikten sonra, ikinci bir kişilik olarak ortaya çıkmaya başlar: Charlie’nin bedeninde, onun tam tersi bir adam daha yaşamaktadır artık, zaman zaman peydah olan ve kendisine Hank diyen, terbiyesiz, saldırgan, azgın bir serseri!
Charlie ne zaman birileri tarafından mağdur edilse, Hank birden ortaya çıkıp herkesin ağzının payını vermekte, hatta daha ileri gidip durduk yerde sorun çıkarmaktadır artık. Olaylar çığrından çıkınca, “kafa doktoru”na yollanan Charlie’ye “kişilik bölünmesi” teşhisi konur ve Hank’in ortaya çıkmasını engellemek için yatıştırıcı haplar alması söylenir.
Ama bir gün Charlie, hakkında arama emri bulunan Irene adlı güzel bir kıza başka bir şehre kadar refakat etmekle görevlendirildikten sonra, Hank dizginleri ele almak için yanıp tutuşmaya başlar. Hele bir de Charlie haplarını kaybettikten sonra, Hank’i kimse tutamaz artık. Kendisini korumak için çırpınan Charlie’den hoşlanmaya başlayan Irene de, ona göz koyan dayanılmaz Hank’le ne yapacağını bilemez tabii!..
Görüldüğü üzre, senaryoda da imzaları bulunan Farrelly Biraderler, sıradışı mizah anlayışları için yine verimli bir alan oluşturmuşlar. Charlie ile Hank’in çekişmesi, onlara birçok malzeme veriyor: Cinsellik de var, pislik de! Hayvanlara kötü muamele de var, fiziksel engelli insanları aşağılama da!
Gerçi bu kez biraz uslanmış görünüyorlar: Hank önce “sütlü” diyerek dalga geçtiği albinolu bir gençten özür diliyor ve onunla dost oluyor, sağlam bir adamın fiziksel engelliler için ayrılmış park yerine bıraktığı arabanın “içine ederek” tepki gösteriyor, ki bunlar onlardan pek beklenmeyecek türden, basbayağı “siyaseten doğru” (politically correct) tavırlar!
Ama gene de Farrelly Biraderler rahatsız edici ya da mide bulandırıcı olmaktan çekinmiyorlar. Dumb & Dumber’dan ya da There’s Something About Mary’den bilinen tarzlarından vazgeçmiş değiller: Tuvalet esprilerini de (örnek: çikolatalı dondurma ve havaya işeme), cinsellik esprilerini de (örnek: biri hakiki diğeri yapay olan iki penis), hayvan esprilerini de (dokuz canlı inek ya da popoya tıkılan horoz) sakınmıyorlar!
Üstelik ellerinde Jim Carrey gibi bir cevher de olunca, hem iki kişilik arasındaki gelgitleri yansıtmak kolaylaşıyor, hem esprilerine farklı bir canlılık ve zenginlik geliyor. Üstüne üstlük, Fight Club’da Edward Norton’ın yaptığına taş çıkartacak bir kendi kendini dövme sahnesi de cabası!
Velhasıl sıkı bir komedi filmi Ben, Kendim ve Sevgilim, ama midenizin ve terbiyenizin tahammül sınırına güveniyorsanız!..
(Meraklısı için not: Kanada Şizofreni Birliği, filmin tanıtımlarında “şizofreni” ile “kişilik bölünmesi”nin aynı şeymiş gibi gösterildiğini iddia ederek yapımcıları “cahil olmak ve haksızlık yapmak”la suçlamış, ama onların şikayetine karşılık, Kanada Reklam Denetim Kurumu, sözkonusu tanıtımlarda saldırgan bir unsur bulunmadığına karar vermişti!)
Matrix
“www.acayipiyibirfilm.com”
Birkaç aydır sinemalarda gösterilen o çarpıcı tanıtımı görenler, filmin web sitesi adresindeki “Matrix nedir” sorusunun cevabını, herhalde kısaca da olsa biliyorlardır artık: “Bütün insanlığı pil haline getirmek üzere kontrol altında tutmak için bilgisayarlar tarafından kurulmuş bir sanal dünya”!..
Aslına bakılırsa, filmde Morpheus karakterinin sarfettiği bu cümleyi epeyce açmak mümkün, ama ayrıntıları vermek, filmi seyretmenin zevkini ve heyecanını öldürebilir, dolayısıyla, ne biz anlatalım, ne de siz web sitesine girip öğrenmeye kalkın, gidip seyrettiğinizde zaten göreceksiniz ki, nerdeyse filmin tamamı “Matrix nedir?” sorusunun cevabına dair ayrıntılarla geçiyor...
Gündüzleri bir bilgisayar şirketinde programcı olarak çalışan, geceleri ise Neo adlı bir “hacker” olarak faaliyet gösteren Thomas Anderson da aynı soruyu aklından çıkaramıyor, bu yüzden bir “terörist” olarak “aranan” Morpheus’la tanışmaya da can atıyor, ama malum cevabı alınca hayatı altüst oluyor:
Öncelikle, yıl 1999 değil, 2199! Thomas, yaşadığını sanıyor, ama o, sadece canlı! Dünyadaki diğer milyarlarca insan gibi, çölleşmiş bu gezegende hakimiyeti ele geçiren bilgisayarlara enerji sağlamak için kullanılmak üzere “yetiştirilmiş” bir insan! Herkes gibi Thomas da, her gün işe gittiğini, yemek yediğini, sokaklarda dolaştığını filan sanıyor, ama aslında hayatının ilk gününden beri bir “pil yuvası”nda kablolara bağlı olarak yatıyor! Ama, yine kendisinin bilmediği bir farkı da var: O, “gerçek dünya”da yeraltında saklanarak insanlığı özgürlüğe kavuşturmak için mücadele veren Morpheus ve yedi arkadaşının kendi bilgisayar sistemleriyle sızdıkları “sanal dünya”da ölümsüz ve acımasız “ajan”lardan kaçarak yılardır aradığı “kurtarıcı” olan “One” aslında! Tabii, buna kendisi de inanır, korku ve şüphelerinden arınırsa...
Kameralarla dans!..
Larry ve Andy Wachoski kardeşler, yarattıkları “iki dünya”nın, yani hem “çölleşmiş gerçek dünya”nın hem de bildiğimiz hayatın sürdüğü “sanal dünya”nın iç mantıklarını, bazı noktaları belirsiz kalsa da, yavaş yavaş ama etkileyici biçimde kurdukları “The Matrix”te, karanlık bir gelecek tasvirini karamsar bir bakışla, ama muzipliği elden bırakmadan, heyecanlı ve keyifli bir üslupla anlatıyorlar...
Böylece “The Matrix”, hem iyi işlenmiş diyaloglarla ilerleyen zengin okumalara açık senaryosu, hem daha önce pek denenmemiş teknik numaraların başarıyla kullanıldığı dövüş ve silahlı çatışma sahneleri sayesinde, muhtemelen sinema tarihine geçecek bir “hareketli bilim-kurgu gerilim” filmi haline geliyor..
Bu çalışma için özel olarak Jackie Chan’ın danışmanından Kung Fu eğitimi alan oyuncular, çekimlerinde kablolar kullanılan sahnelerde, hızla tımandıkları duvarlarda (yan yatarak!) koşuyor, tekme atmak için sıçradıklarında bir süre havada asılı kalıyor, birbirlerini ayaklarından tutup döndürerek savuruyor, kurşunlardan kaçarken “yan perende” atıyor, kimi sahnelerde nerdeyse “kameralarla dans” ediyorlar.
Malum, “direnişçi”lerin “ajan”lara karşı mücadele verdikleri dünya “sanal” olduğundan, yerçekimi de yok elbette, ama yalnızca bu gerçeğin farkında olan bir avuç insan için sonsuz hareket olanağı var, çünkü kasların değil aklın gücü işe yarıyor burada!
Aynı nedenle, dövüş figürlerinde belirgin olarak “yapay”lık hissettiriliyor, hareketler bir bilgisayar oyunu gibi köşeli, çizgisel ve kısa tutularak “sanal”lık vurgulanıyor. Ayrıca, beynine yüklenen bilgisayar programlarıyla komando eğitiminden geçen Neo’nun “atlama programı”ndaki ilk denemesinde gökdelenden yere çakılması ya da Ajan Smith’in kavga sırasında şimşek hızından görülmez olan yumruklar vurması gibi anlarda, abartısız ama hesaplı bir komiklik de görülüyor...
Cehalet, saadettir!..
“İnanma”nın ve “özgüven”in altını kalınca çizen, finalde hayat kurtaran “sevgi”yi de “havai fişek” benzeri elektrik kıvılcımlarıyla kutlayan Wachowski Biraderler, ortaya koydukları karanlık gelecek tasvirinde bilim-kurgu türünün birçok klasik öğesini yeni bir anlatımla harmanlarken, “kader” temasına vurgu yapmalarına bağlı olarak, teolojik ve mitolojik metinlere de göndermeler yapıyorlar: Keanu Reeves’in canlandırdığı Neo, hem “kurtarıcı” diye beklenen “One”ın anagramı olan adı, hem de finale doğru kurşunlar karşısında yarattığı mucizeyle Hazreti İsa’yı hatırlatıyor. Laurence Fishburne’ün canlandırdığı Morpheus, doğrudan doğruya düşler tanrısının adını taşıyor, ama efsanevi ozan, kahin ve büyücü Orpheus’u da çağrıştırıyor. Carrie-Anne Moss’un canlandırdığı Trinity’nin adı, Hristiyanlıkta “üçlü bir” sayılan “Baba-Oğul-Kutsal Ruh”, yani “teslis” anlamına geliyor. “Direnişçi”lerle “gerçek dünya”da sıkıntılı bir hayat sürmektense “cehalet saadettir” deyip herşeyi unutarak “sanal dünya”ya dönmeye karar veren Cypher ise, tabii ki “şeytan” Lucypher’ı akla getiriyor!..
Başlangıçta “insanlığın kurtarılması” amacının etrafında gelişen, ama sonra bunu erteleyerek, “Neo”nun “One” olup olmadığı merakını merkeze alıp “tali mesele”lerin heyecanını öne çıkaran ve bir nevi “başlangıç”la biterek “girizgah faslı” haline gelen “The Matrix”, bariz biçimde, birkaç “devam filmi”ne kapı açıyor. Nitekim, Keanu Reeves ile şimdiden 2 ve 3 için anlaşma yapılmış bile. Doğrusu, seyir zevki böyle olacaksa, beklemeye değer!..
Birkaç aydır sinemalarda gösterilen o çarpıcı tanıtımı görenler, filmin web sitesi adresindeki “Matrix nedir” sorusunun cevabını, herhalde kısaca da olsa biliyorlardır artık: “Bütün insanlığı pil haline getirmek üzere kontrol altında tutmak için bilgisayarlar tarafından kurulmuş bir sanal dünya”!..
Aslına bakılırsa, filmde Morpheus karakterinin sarfettiği bu cümleyi epeyce açmak mümkün, ama ayrıntıları vermek, filmi seyretmenin zevkini ve heyecanını öldürebilir, dolayısıyla, ne biz anlatalım, ne de siz web sitesine girip öğrenmeye kalkın, gidip seyrettiğinizde zaten göreceksiniz ki, nerdeyse filmin tamamı “Matrix nedir?” sorusunun cevabına dair ayrıntılarla geçiyor...
Gündüzleri bir bilgisayar şirketinde programcı olarak çalışan, geceleri ise Neo adlı bir “hacker” olarak faaliyet gösteren Thomas Anderson da aynı soruyu aklından çıkaramıyor, bu yüzden bir “terörist” olarak “aranan” Morpheus’la tanışmaya da can atıyor, ama malum cevabı alınca hayatı altüst oluyor:
Öncelikle, yıl 1999 değil, 2199! Thomas, yaşadığını sanıyor, ama o, sadece canlı! Dünyadaki diğer milyarlarca insan gibi, çölleşmiş bu gezegende hakimiyeti ele geçiren bilgisayarlara enerji sağlamak için kullanılmak üzere “yetiştirilmiş” bir insan! Herkes gibi Thomas da, her gün işe gittiğini, yemek yediğini, sokaklarda dolaştığını filan sanıyor, ama aslında hayatının ilk gününden beri bir “pil yuvası”nda kablolara bağlı olarak yatıyor! Ama, yine kendisinin bilmediği bir farkı da var: O, “gerçek dünya”da yeraltında saklanarak insanlığı özgürlüğe kavuşturmak için mücadele veren Morpheus ve yedi arkadaşının kendi bilgisayar sistemleriyle sızdıkları “sanal dünya”da ölümsüz ve acımasız “ajan”lardan kaçarak yılardır aradığı “kurtarıcı” olan “One” aslında! Tabii, buna kendisi de inanır, korku ve şüphelerinden arınırsa...
Kameralarla dans!..
Larry ve Andy Wachoski kardeşler, yarattıkları “iki dünya”nın, yani hem “çölleşmiş gerçek dünya”nın hem de bildiğimiz hayatın sürdüğü “sanal dünya”nın iç mantıklarını, bazı noktaları belirsiz kalsa da, yavaş yavaş ama etkileyici biçimde kurdukları “The Matrix”te, karanlık bir gelecek tasvirini karamsar bir bakışla, ama muzipliği elden bırakmadan, heyecanlı ve keyifli bir üslupla anlatıyorlar...
Böylece “The Matrix”, hem iyi işlenmiş diyaloglarla ilerleyen zengin okumalara açık senaryosu, hem daha önce pek denenmemiş teknik numaraların başarıyla kullanıldığı dövüş ve silahlı çatışma sahneleri sayesinde, muhtemelen sinema tarihine geçecek bir “hareketli bilim-kurgu gerilim” filmi haline geliyor..
Bu çalışma için özel olarak Jackie Chan’ın danışmanından Kung Fu eğitimi alan oyuncular, çekimlerinde kablolar kullanılan sahnelerde, hızla tımandıkları duvarlarda (yan yatarak!) koşuyor, tekme atmak için sıçradıklarında bir süre havada asılı kalıyor, birbirlerini ayaklarından tutup döndürerek savuruyor, kurşunlardan kaçarken “yan perende” atıyor, kimi sahnelerde nerdeyse “kameralarla dans” ediyorlar.
Malum, “direnişçi”lerin “ajan”lara karşı mücadele verdikleri dünya “sanal” olduğundan, yerçekimi de yok elbette, ama yalnızca bu gerçeğin farkında olan bir avuç insan için sonsuz hareket olanağı var, çünkü kasların değil aklın gücü işe yarıyor burada!
Aynı nedenle, dövüş figürlerinde belirgin olarak “yapay”lık hissettiriliyor, hareketler bir bilgisayar oyunu gibi köşeli, çizgisel ve kısa tutularak “sanal”lık vurgulanıyor. Ayrıca, beynine yüklenen bilgisayar programlarıyla komando eğitiminden geçen Neo’nun “atlama programı”ndaki ilk denemesinde gökdelenden yere çakılması ya da Ajan Smith’in kavga sırasında şimşek hızından görülmez olan yumruklar vurması gibi anlarda, abartısız ama hesaplı bir komiklik de görülüyor...
Cehalet, saadettir!..
“İnanma”nın ve “özgüven”in altını kalınca çizen, finalde hayat kurtaran “sevgi”yi de “havai fişek” benzeri elektrik kıvılcımlarıyla kutlayan Wachowski Biraderler, ortaya koydukları karanlık gelecek tasvirinde bilim-kurgu türünün birçok klasik öğesini yeni bir anlatımla harmanlarken, “kader” temasına vurgu yapmalarına bağlı olarak, teolojik ve mitolojik metinlere de göndermeler yapıyorlar: Keanu Reeves’in canlandırdığı Neo, hem “kurtarıcı” diye beklenen “One”ın anagramı olan adı, hem de finale doğru kurşunlar karşısında yarattığı mucizeyle Hazreti İsa’yı hatırlatıyor. Laurence Fishburne’ün canlandırdığı Morpheus, doğrudan doğruya düşler tanrısının adını taşıyor, ama efsanevi ozan, kahin ve büyücü Orpheus’u da çağrıştırıyor. Carrie-Anne Moss’un canlandırdığı Trinity’nin adı, Hristiyanlıkta “üçlü bir” sayılan “Baba-Oğul-Kutsal Ruh”, yani “teslis” anlamına geliyor. “Direnişçi”lerle “gerçek dünya”da sıkıntılı bir hayat sürmektense “cehalet saadettir” deyip herşeyi unutarak “sanal dünya”ya dönmeye karar veren Cypher ise, tabii ki “şeytan” Lucypher’ı akla getiriyor!..
Başlangıçta “insanlığın kurtarılması” amacının etrafında gelişen, ama sonra bunu erteleyerek, “Neo”nun “One” olup olmadığı merakını merkeze alıp “tali mesele”lerin heyecanını öne çıkaran ve bir nevi “başlangıç”la biterek “girizgah faslı” haline gelen “The Matrix”, bariz biçimde, birkaç “devam filmi”ne kapı açıyor. Nitekim, Keanu Reeves ile şimdiden 2 ve 3 için anlaşma yapılmış bile. Doğrusu, seyir zevki böyle olacaksa, beklemeye değer!..
Benim Karım Artist
Film icabı olsa bile...
“Benim Karım Artist”te, doğrudan doğruya filme etki eden bir gerçek hayat bağlantısı var: İlk kez yönetmenlik yapan Yvan Attal, senaryosunu da yazdığı filmde, bizzat karısı Charlotte Gainsbourg’la başrolleri paylaşıyor: Karı-koca, karı-kocayı canlandırıyor, üstelik isimleri de Yvan ve Charlotte...
Charlotte’un güzel bir yıldız olarak her yerde ilgi odağı olması, spor muhabirliği yapan kocası Yvan’ı zaten yeterince rahatsız ederken, bir filmin çekimleri için Paris’ten Londra’ya gitmesi yeni bir soruna kapı açıyor: Karısının filmlerde başka erkeklerle öpüşüp sevişmesine nasıl tahammül ettiği sorulunca, “Bu onun mesleği, cinayet sahnelerinde vurulanlar nasıl ölmüyorsa, öpüşenler de gerçekten öpüşmüyor, film icabı alt tarafı” gibi avuntu cevapları veren Yvan’ın içine bir kuşku tohumu düşüyor, hele Charlotte’un yeni rol arkadaşının kadınlar tarafından çok çekici bulunduğunu fark ettiğinde, onu kıskanmaktan kendini alamıyor, giderek aldatılma korkusu büyüyor...
Meslek olarak sinema...
Attal, bu hikayeden romantik bir kıskançlık komedisi çıkarırken, özellikle sinema-gerçeklik ilişkisine ciddiyetle yaklaşmak da istemiş (mesela Charlotte’un bir gece rol arkadaşının yatak odasından toparlanarak çıktığını görüyoruz ama onunla gerçekten yatıp yatmadığını hiç öğrenemiyoruz!), ama film gittikçe tekrarlara düşerek soluklaşırken iyice hafiflemiş: Ciddiyet derinleşmezken, mizah da zayıflamış. Oysa yönetmenin ciddiye aldığı sinema-gerçeklik meselesinden de epey komedi çıkabilir, en azından yama gibi kalan hamile abla ile kocası arasındaki atışmalardan daha iyi olabilirmiş!
Gene de, başta Gainsbourg olmak üzere, hiç fena oynanmamış (Attal doğallığını, Terence Stamp ağırlığını koyuyor ortaya), pek sıkıcılığa düşmeyen, meslek olarak sinema üzerine biraz düşündürebilen, yer yer de güldüren bir film karşımızda: Hele o “oyuncular soyunmak zorundaysa set ekibi de soyunsun” sahnesi hakikaten eğlenceli!..
Ama galiba en çarpıcı bölüm, karı-koca arasındaki “film icabı öpüşme-sevişme” tartışmasının hemen ardından, Charlotte’u yatakta inlerken gördüğümüz, ilk anda “film içindeki film”in bir sahnesi sandığımız, ama kamera açılınca Yvan’la seviştiğini fark ettiğimiz an oluyor: Gerçeklikteki karı-koca, canlandırdıkları karı-koca olarak, film icabı sevişiyor!..
“Benim Karım Artist”te, doğrudan doğruya filme etki eden bir gerçek hayat bağlantısı var: İlk kez yönetmenlik yapan Yvan Attal, senaryosunu da yazdığı filmde, bizzat karısı Charlotte Gainsbourg’la başrolleri paylaşıyor: Karı-koca, karı-kocayı canlandırıyor, üstelik isimleri de Yvan ve Charlotte...
Charlotte’un güzel bir yıldız olarak her yerde ilgi odağı olması, spor muhabirliği yapan kocası Yvan’ı zaten yeterince rahatsız ederken, bir filmin çekimleri için Paris’ten Londra’ya gitmesi yeni bir soruna kapı açıyor: Karısının filmlerde başka erkeklerle öpüşüp sevişmesine nasıl tahammül ettiği sorulunca, “Bu onun mesleği, cinayet sahnelerinde vurulanlar nasıl ölmüyorsa, öpüşenler de gerçekten öpüşmüyor, film icabı alt tarafı” gibi avuntu cevapları veren Yvan’ın içine bir kuşku tohumu düşüyor, hele Charlotte’un yeni rol arkadaşının kadınlar tarafından çok çekici bulunduğunu fark ettiğinde, onu kıskanmaktan kendini alamıyor, giderek aldatılma korkusu büyüyor...
Meslek olarak sinema...
Attal, bu hikayeden romantik bir kıskançlık komedisi çıkarırken, özellikle sinema-gerçeklik ilişkisine ciddiyetle yaklaşmak da istemiş (mesela Charlotte’un bir gece rol arkadaşının yatak odasından toparlanarak çıktığını görüyoruz ama onunla gerçekten yatıp yatmadığını hiç öğrenemiyoruz!), ama film gittikçe tekrarlara düşerek soluklaşırken iyice hafiflemiş: Ciddiyet derinleşmezken, mizah da zayıflamış. Oysa yönetmenin ciddiye aldığı sinema-gerçeklik meselesinden de epey komedi çıkabilir, en azından yama gibi kalan hamile abla ile kocası arasındaki atışmalardan daha iyi olabilirmiş!
Gene de, başta Gainsbourg olmak üzere, hiç fena oynanmamış (Attal doğallığını, Terence Stamp ağırlığını koyuyor ortaya), pek sıkıcılığa düşmeyen, meslek olarak sinema üzerine biraz düşündürebilen, yer yer de güldüren bir film karşımızda: Hele o “oyuncular soyunmak zorundaysa set ekibi de soyunsun” sahnesi hakikaten eğlenceli!..
Ama galiba en çarpıcı bölüm, karı-koca arasındaki “film icabı öpüşme-sevişme” tartışmasının hemen ardından, Charlotte’u yatakta inlerken gördüğümüz, ilk anda “film içindeki film”in bir sahnesi sandığımız, ama kamera açılınca Yvan’la seviştiğini fark ettiğimiz an oluyor: Gerçeklikteki karı-koca, canlandırdıkları karı-koca olarak, film icabı sevişiyor!..
Hayatın Hakkını Ver & Çarpık İlişkiler
Güzelliğin on para etmez...
İlginç tesadüf, ikisi de 1975 doğumlu olan, ikisi de 1990’ların ortasına doğru sinemaya giren, ikisi de Hollywood’un genç kuşak kadın oyuncuları arasında birer yıldız adayı olarak görülen iki güzel, Angelina Jolie ve Charlize Theron, aynı hafta içinde Türkiye’de afişlere çıktı ve ikisi de yetenekli olmanın sıradan veya düpedüz berbat filmlerle yerinde saymaktan kurtulmaya yetmediğini bir kez daha hatırlattı.
Sinemada güzellik on para etmiyor, eğer iyi bir filmin içinde yer almazsa!..
Hayatın hakkını ver!
1982 yılında henüz yedi yaşındayken babası Jon Voight’un bir filminde küçük bir rol almış olmasını saymazsak, ilk kez 1993 yılında kamera karşısına geçen ve dokuz yıllık sinema-televizyon kariyerine üç Altın Küre ve bir Oscar ödülü sığdırmayı başaran Angelina Jolie, modellik çalışmalarından itibaren egzantrik kişiliğinden de beslenen yıldız parıltısı bir yana, ünlü oyunculuk hocası Lee Strasberg’in tiyatro okulunda eğitim almış ve New York Üniversitesi’nde sinema öğrenimi görmüş bir oyuncu olarak, geçen hafta gösterime giren “Hayatın Hakkını Ver” (Life or Something Like It) filmiyle yine hüsrana yol açtı: Kendisinin hakkını veremeyen filmlere bir yenisinin ekledi!
“Kemik Koleksiyoncusu”, “60 Saniye”, “Günahkarlar” veya “Lara Croft” gibi vasat işleri de göz önüne alındığında, hatta yeni projesinin “Lara Croft 2” olduğu da hesaba katıldığında, kendisine hem Oscar hem Altın Küre getirerek ismini parlatan “Girl, Interrupted” gibi etkileyici bir filmle yine oyunculuk gücünü göstererek karşımıza çıkmasını daha çok bekleyeceğiz galiba. (Sözkonusu filmin ülkemizde gösterime girmesini de çok beklemiştik zaten, ama en olmadık yapımları piyasaya süren dağıtımcılar, ona şans tanımadı, neyse ki DVD’si çıktı da seyretmek nasip oldu!)
Aslına bakılırsa, “Üç Silahşörler” veya “101 Dalmaçyalı” gibi kendi türleri içinde eli yüzü düzgün sayılabilecek yapımlarla tanınan Stephen Herek’in yönettiği “Hayatın Hakkını Ver” filminin de bütün yüzeyselliğine ve tekdüzeliğine rağmen sıkılmadan seyredilen bir “hafif romantik komedi” olarak kayda geçmesi mümkün, ama hikayesinin getirdiği ilginç ve verimli dramatik malzemeleri heba etmek pahasına bayat numaralarla yetinen bir “formül” filminden pek memnun kalmak mümkün değil, kaldı ki zaten asıl üzücü olan Angelina Jolie’nin filmografisini sıradan yapımlarla doldurmaya devam etmesi...
Çarpık ilişkiler...
14 yaşında balerin olarak geldiği New York’ta sakatlanıp baleyi bırakınca modelliğe başlayan ve sinemada şansını denemek için gittiği Los Angeles’ta güzelliğiyle sokakta dikkatini çektiği bir oyuncu menajeri sayesinde ilk kez 1994 yılında kamera karşısına geçen Güney Afrika doğumlu Charlize Theron, küçük rollerin ardından 1997’de “Şeytanın Avukatı”yla çıkış yaptıktan sonra, yeteneğini oyunculuk eğitimi de alarak geliştirirken, “Tanrının Eseri Şeytanın Parçası“ (Cider House Rules) veya “Bagger Vance Efsanesi” gibi kaydadeğer filmlerin yanısıra “Mighty Joe Young” veya “Tehlikeli Oyunlar” (Reindeer Games) gibi sıradan yapımlarla inişli çıkışlı ilerleyen kariyerine, zaten henüz çok sağlam bir başrol başarısı gösterememişken, geçen hafta gösterime giren “Çarpık İlişkiler” (Waking Up In Reno) filmiyle yine bir iniş çizgisi çekti.
Üstelik, yine ilginç tesadüf, bu filmle kendisinden daha büyük bir hüsran yaratan başrol arkadaşı da, Angelina Jolie’nin geçen yaz ayrıldığı kocası Billy Bob Thornton!..
1997 yılında oyuncu olarak da aday gösterildiği Oscar ödülünü senaryo dalında kazandıran “Sling Blade” filmiyle sıçrama yaptıktan sonra, “Basit Bir Plan”dan “Orada Olmayan Adam”a, “Haydutlar”dan “Monster’s Ball”a, hemen hep önemli filmlerde kendisine Oscar veya Altın Küre adaylığı getiren sıkı oyunculuğuyla usta katına yükselen Thornton bile çuvallayınca, Theron gibi taze bir yıldız adayı haydi haydi çuvallıyor, üstelik onlara eşlik eden tecrübeli İngiliz oyuncu Natasha Richardson’a da yazık oluyor!
Muhtemelen onlar aslında Thornton’ın kurbanı zaten: Çünkü filmin fikir babası bizzat bu usta oyuncunun kendisi! Sonradan projeyi 1992-95 arasında oynadığı bir televizyon dizisinin senaryo yazarlarına devretmiş olsa da, belli ki kamera karşısına geçmekten kaçamamış, başkalarını da peşinden sürüklemiş, ama bu kadroda, böyle bir filmde rol alması garipsenmeyecek tek kişi, son yıllarda pek matah işler çıkaramayan Patrick Swayze galiba...
Türkiye’deki dağıtımcısının herhalde filmde alaycılıkla eleştirilmeye çalışılan hayatlardan yola çıkarak “Çarpık İlişkiler” gibi fazlasıyla uygun bir isimle piyasaya sürdüğü bu sözde romantik komedi, ucuz televizyon dizilerine layık bir senaryo yapısı ve yönetmenlik anlayışıyla, eski arkadaş olan iki çiftin birlikte çıktıkları bir tatil yolculuğunu anlatırken, karikatür tipi seviyesinde karakterler, saçma sapan durumlar ve kahkaha attırma gayretine rağmen tebessüm ettirmeye bile yetmeyen berbat esprilerle dayanılmaz bir hal alıyor...
Olur böyle vakalar!
Velhasıl, Angelina Jolie ne yazık ki “Hayatın Hakkını Ver” filmiyle yerinde sayarken, Charlize Theron da, Billy Bob Thornton ve Natasha Richardson’ın da hanesine eksi puan getirecek olan “Çarpık İlişkiler” filmiyle geri adım atıyor...
İyi bir oyuncu olmak, iyi filmlerde rol almanın garantisi olmuyor. Öyle ya, nice saygın ve usta oyuncunun bile, epey kötü filmleri var. Bunları da öyle istisnalardan sayarak “olur böyle vakalar” deyip geçmek en iyisi!..
İlginç tesadüf, ikisi de 1975 doğumlu olan, ikisi de 1990’ların ortasına doğru sinemaya giren, ikisi de Hollywood’un genç kuşak kadın oyuncuları arasında birer yıldız adayı olarak görülen iki güzel, Angelina Jolie ve Charlize Theron, aynı hafta içinde Türkiye’de afişlere çıktı ve ikisi de yetenekli olmanın sıradan veya düpedüz berbat filmlerle yerinde saymaktan kurtulmaya yetmediğini bir kez daha hatırlattı.
Sinemada güzellik on para etmiyor, eğer iyi bir filmin içinde yer almazsa!..
Hayatın hakkını ver!
1982 yılında henüz yedi yaşındayken babası Jon Voight’un bir filminde küçük bir rol almış olmasını saymazsak, ilk kez 1993 yılında kamera karşısına geçen ve dokuz yıllık sinema-televizyon kariyerine üç Altın Küre ve bir Oscar ödülü sığdırmayı başaran Angelina Jolie, modellik çalışmalarından itibaren egzantrik kişiliğinden de beslenen yıldız parıltısı bir yana, ünlü oyunculuk hocası Lee Strasberg’in tiyatro okulunda eğitim almış ve New York Üniversitesi’nde sinema öğrenimi görmüş bir oyuncu olarak, geçen hafta gösterime giren “Hayatın Hakkını Ver” (Life or Something Like It) filmiyle yine hüsrana yol açtı: Kendisinin hakkını veremeyen filmlere bir yenisinin ekledi!
“Kemik Koleksiyoncusu”, “60 Saniye”, “Günahkarlar” veya “Lara Croft” gibi vasat işleri de göz önüne alındığında, hatta yeni projesinin “Lara Croft 2” olduğu da hesaba katıldığında, kendisine hem Oscar hem Altın Küre getirerek ismini parlatan “Girl, Interrupted” gibi etkileyici bir filmle yine oyunculuk gücünü göstererek karşımıza çıkmasını daha çok bekleyeceğiz galiba. (Sözkonusu filmin ülkemizde gösterime girmesini de çok beklemiştik zaten, ama en olmadık yapımları piyasaya süren dağıtımcılar, ona şans tanımadı, neyse ki DVD’si çıktı da seyretmek nasip oldu!)
Aslına bakılırsa, “Üç Silahşörler” veya “101 Dalmaçyalı” gibi kendi türleri içinde eli yüzü düzgün sayılabilecek yapımlarla tanınan Stephen Herek’in yönettiği “Hayatın Hakkını Ver” filminin de bütün yüzeyselliğine ve tekdüzeliğine rağmen sıkılmadan seyredilen bir “hafif romantik komedi” olarak kayda geçmesi mümkün, ama hikayesinin getirdiği ilginç ve verimli dramatik malzemeleri heba etmek pahasına bayat numaralarla yetinen bir “formül” filminden pek memnun kalmak mümkün değil, kaldı ki zaten asıl üzücü olan Angelina Jolie’nin filmografisini sıradan yapımlarla doldurmaya devam etmesi...
Çarpık ilişkiler...
14 yaşında balerin olarak geldiği New York’ta sakatlanıp baleyi bırakınca modelliğe başlayan ve sinemada şansını denemek için gittiği Los Angeles’ta güzelliğiyle sokakta dikkatini çektiği bir oyuncu menajeri sayesinde ilk kez 1994 yılında kamera karşısına geçen Güney Afrika doğumlu Charlize Theron, küçük rollerin ardından 1997’de “Şeytanın Avukatı”yla çıkış yaptıktan sonra, yeteneğini oyunculuk eğitimi de alarak geliştirirken, “Tanrının Eseri Şeytanın Parçası“ (Cider House Rules) veya “Bagger Vance Efsanesi” gibi kaydadeğer filmlerin yanısıra “Mighty Joe Young” veya “Tehlikeli Oyunlar” (Reindeer Games) gibi sıradan yapımlarla inişli çıkışlı ilerleyen kariyerine, zaten henüz çok sağlam bir başrol başarısı gösterememişken, geçen hafta gösterime giren “Çarpık İlişkiler” (Waking Up In Reno) filmiyle yine bir iniş çizgisi çekti.
Üstelik, yine ilginç tesadüf, bu filmle kendisinden daha büyük bir hüsran yaratan başrol arkadaşı da, Angelina Jolie’nin geçen yaz ayrıldığı kocası Billy Bob Thornton!..
1997 yılında oyuncu olarak da aday gösterildiği Oscar ödülünü senaryo dalında kazandıran “Sling Blade” filmiyle sıçrama yaptıktan sonra, “Basit Bir Plan”dan “Orada Olmayan Adam”a, “Haydutlar”dan “Monster’s Ball”a, hemen hep önemli filmlerde kendisine Oscar veya Altın Küre adaylığı getiren sıkı oyunculuğuyla usta katına yükselen Thornton bile çuvallayınca, Theron gibi taze bir yıldız adayı haydi haydi çuvallıyor, üstelik onlara eşlik eden tecrübeli İngiliz oyuncu Natasha Richardson’a da yazık oluyor!
Muhtemelen onlar aslında Thornton’ın kurbanı zaten: Çünkü filmin fikir babası bizzat bu usta oyuncunun kendisi! Sonradan projeyi 1992-95 arasında oynadığı bir televizyon dizisinin senaryo yazarlarına devretmiş olsa da, belli ki kamera karşısına geçmekten kaçamamış, başkalarını da peşinden sürüklemiş, ama bu kadroda, böyle bir filmde rol alması garipsenmeyecek tek kişi, son yıllarda pek matah işler çıkaramayan Patrick Swayze galiba...
Türkiye’deki dağıtımcısının herhalde filmde alaycılıkla eleştirilmeye çalışılan hayatlardan yola çıkarak “Çarpık İlişkiler” gibi fazlasıyla uygun bir isimle piyasaya sürdüğü bu sözde romantik komedi, ucuz televizyon dizilerine layık bir senaryo yapısı ve yönetmenlik anlayışıyla, eski arkadaş olan iki çiftin birlikte çıktıkları bir tatil yolculuğunu anlatırken, karikatür tipi seviyesinde karakterler, saçma sapan durumlar ve kahkaha attırma gayretine rağmen tebessüm ettirmeye bile yetmeyen berbat esprilerle dayanılmaz bir hal alıyor...
Olur böyle vakalar!
Velhasıl, Angelina Jolie ne yazık ki “Hayatın Hakkını Ver” filmiyle yerinde sayarken, Charlize Theron da, Billy Bob Thornton ve Natasha Richardson’ın da hanesine eksi puan getirecek olan “Çarpık İlişkiler” filmiyle geri adım atıyor...
İyi bir oyuncu olmak, iyi filmlerde rol almanın garantisi olmuyor. Öyle ya, nice saygın ve usta oyuncunun bile, epey kötü filmleri var. Bunları da öyle istisnalardan sayarak “olur böyle vakalar” deyip geçmek en iyisi!..
Kill Bill 2
Duygusal katiller...
Ne yalan söyleyeyim, bazen meslektaşlarım için hakikaten üzülüyorum, insan sinemayı bu kadar çok sevsin, ama bir filmi şöyle keyifle seyredemesin, adalet mi bu?..
‘Kill Bill’in ikinci kısmı için ülkemizde ve dünyada yazılan bazı eleştirilere baktım da, özellikle yabancı sinema dergilerinin pek meraklı olduğu türden ‘deşifre’ yazılarının etkisinde kalınca, filmi huzur içinde tadını çıkararak seyretmek yerine, gönderme yakalama, simge saptama, anlam çıkarma çabasına girmek, hatta daha önceki filmlerine bağlı olarak yönetmen hakkındaki fikirlerine uygun ayrıntıların peşine düşmek, eleştirmenleri habire bazı anlara kilitlenmeye, olmadık şeyleri kafaya takmaya, sonra da bu noktalara dikkat çekmek için, filmi lüzumsuz ‘süsleme’lerle tıkabasa doluymuş gibi göstermeye itiyor...
Kendi adıma, eleştirmenlerin düştüğü bir takım notların yanı sıra, tanıtım niyetine yazılan bazı ‘aydınlatıcı’ haberlerin de gazına gelerek, basbayağı önyargıyla seyretmeye başladım filmi, Allahım kimbilir nasıl ağır diyaloglar, sıkıcı monologlar, boğucu yakın planlar, hikayeden ziyade yönetmenin kendi efsanesine hizmet eden arkası gelmez göndermeler ve simgeler, falan filan, böyle bir koca yumak bekliyorum, fakat seyrettikçe rahatlıyorum, çünkü film güzel güzel ilerliyor...
Evet, ilkindeki gibi çarpıcı dövüş koreografileri yok ‘Kill Bill’in ikinci kısmında, Tarantino gayet mahir olduğu farklı kurgu numaralarına pek girmiyor, mesela araya bir çizgi-film sekansı koymak gibi müthiş uçuşlara da çıkmıyor, ama yine tıkıt tıkır yürüyen bir görsel yoğunlukla, bazen geçmişe dönse de çoğunlukla çizgisel bir anlatımla, hikayesine ve karakterlerine yeterince alan açarak, sahneleri sıkıcılığa düşmeden lezzetini geliştire geliştire uzun tutmayı becererek, Gelin’in intikam macerasını tamamlıyor.
Yazılıp çizilenlere aldırmayın, ne Gelin ile Bill’in açılıştaki konuşması, ne Bill’in Superman tiradı o kadar uzun, ne hareket ne de gerilim düşük, ne de gönderme ya da simge bolluğundan geçilmez bir yapı var, aksine Tarantino gayet kendinden emin biçimde, meraklısının zevk alacağı zenginlikleri ihmal etmese de filmi boğacak kıvama getirmeden, hakikaten beklenmedik bir finale doğru heyecanlı bir üslupla yürüyor...
Elbette, mesela Gelin’le Bill’in düğün kilisesi önündeki buluşmasında ayak planlarıyla desteklenen gerilimde kovboy klasiklerinin, Pai Mei’nin Gelin’i eğittiği sahnelerdeki ani kamera hareketlerinde eski karate filmlerinin havasını hissetmek filan mümkün, ama bunlara hiç takılmasanız da, derinliği kendinden gelen bir film var ortada: Üstelik, ilk filmde hikayeyle yeterince beslenmediği için sonuç olarak bir ‘gösteri’ kıvamında kalan bütün o dövüşlerden sonra, Gelin’le Elle Driver’ın lüzumsuz bir mide bulandırıcı ayrıntıyla biten karavandaki kapışması dışında, bu kez daha çok gerilim yüklenmiş bir macera yapısı ağır basıyor, mesela Gelin’in diri diri tabuta konulup toprağa gömüldüğü ya da Bill tarafından niye onu terk ettiğini anlatmaya zorlandığı sahneler akılda kalıyor, karakterlerin gelişmesiyle etkileyici bir kadın-erkek hikayesi, Gelin’le Bill’in nihayet şaşırtıcı biçimde karşı karşıya geldiği bütün bir final bölümünde öne çıkıyor...
Uma Thurman, çeşitli eziyetlere maruz kalan, duvardan duvara savrulan, sık sık yüzü gözü kan revan içinde kalan, ama sonunda duygusal bir şaşkınlık ve ikilemle daha büyük acı çeken Gelin karakterini, rolün fiziksel zorluklarının altından başarıyla kalkması bir yana, bu kez iyice derinleştiriyor. David Caradine, ihanete bir katilin öfkesiyle karşılık veren aşık patronda döktürüyor, hele “Seni vurduğumda sana ne olacağını biliyordum, ama bana ne olacağını bilmiyordum” dediği ya da kendi sonuna ‘hazır’landığı anlar yüreğe işliyor, tabii “Sen başka biri olmaya kalktın” konuşmasını saymıyorum bile! Michael Madsen, sıkı bir katilin ayak işlerine baktığı kulüpte ezilirken yaşadığı sıkıntıyı da, öldürmekte tereddüt yaşamasa bile sadistik olamamasını da, para hırsının kurbanı olmasını da, sahicilikle yansıtıyor! Daryl Hannah, harbi bir ‘ölümcül kadın’ olarak gayet sert ve hızlı biçimde filme girip çıkarak toz duman kaldırıyor! Michael Parks, o görmüş geçirmiş Estefan rolünde filmin en sıkı sahnelerinden birine ‘serin’ tavrıyla damgasını vuruyor!..
‘Kill Bill’, bütün o kanlı dövüşlerden, bol göndermeli üslup gösterilerinden sonra, vardığı sarsıcı final itibariyle, belki de Tarantino’nun en duygusal filmi aynı zamanda...
Ne yalan söyleyeyim, bazen meslektaşlarım için hakikaten üzülüyorum, insan sinemayı bu kadar çok sevsin, ama bir filmi şöyle keyifle seyredemesin, adalet mi bu?..
‘Kill Bill’in ikinci kısmı için ülkemizde ve dünyada yazılan bazı eleştirilere baktım da, özellikle yabancı sinema dergilerinin pek meraklı olduğu türden ‘deşifre’ yazılarının etkisinde kalınca, filmi huzur içinde tadını çıkararak seyretmek yerine, gönderme yakalama, simge saptama, anlam çıkarma çabasına girmek, hatta daha önceki filmlerine bağlı olarak yönetmen hakkındaki fikirlerine uygun ayrıntıların peşine düşmek, eleştirmenleri habire bazı anlara kilitlenmeye, olmadık şeyleri kafaya takmaya, sonra da bu noktalara dikkat çekmek için, filmi lüzumsuz ‘süsleme’lerle tıkabasa doluymuş gibi göstermeye itiyor...
Kendi adıma, eleştirmenlerin düştüğü bir takım notların yanı sıra, tanıtım niyetine yazılan bazı ‘aydınlatıcı’ haberlerin de gazına gelerek, basbayağı önyargıyla seyretmeye başladım filmi, Allahım kimbilir nasıl ağır diyaloglar, sıkıcı monologlar, boğucu yakın planlar, hikayeden ziyade yönetmenin kendi efsanesine hizmet eden arkası gelmez göndermeler ve simgeler, falan filan, böyle bir koca yumak bekliyorum, fakat seyrettikçe rahatlıyorum, çünkü film güzel güzel ilerliyor...
Evet, ilkindeki gibi çarpıcı dövüş koreografileri yok ‘Kill Bill’in ikinci kısmında, Tarantino gayet mahir olduğu farklı kurgu numaralarına pek girmiyor, mesela araya bir çizgi-film sekansı koymak gibi müthiş uçuşlara da çıkmıyor, ama yine tıkıt tıkır yürüyen bir görsel yoğunlukla, bazen geçmişe dönse de çoğunlukla çizgisel bir anlatımla, hikayesine ve karakterlerine yeterince alan açarak, sahneleri sıkıcılığa düşmeden lezzetini geliştire geliştire uzun tutmayı becererek, Gelin’in intikam macerasını tamamlıyor.
Yazılıp çizilenlere aldırmayın, ne Gelin ile Bill’in açılıştaki konuşması, ne Bill’in Superman tiradı o kadar uzun, ne hareket ne de gerilim düşük, ne de gönderme ya da simge bolluğundan geçilmez bir yapı var, aksine Tarantino gayet kendinden emin biçimde, meraklısının zevk alacağı zenginlikleri ihmal etmese de filmi boğacak kıvama getirmeden, hakikaten beklenmedik bir finale doğru heyecanlı bir üslupla yürüyor...
Elbette, mesela Gelin’le Bill’in düğün kilisesi önündeki buluşmasında ayak planlarıyla desteklenen gerilimde kovboy klasiklerinin, Pai Mei’nin Gelin’i eğittiği sahnelerdeki ani kamera hareketlerinde eski karate filmlerinin havasını hissetmek filan mümkün, ama bunlara hiç takılmasanız da, derinliği kendinden gelen bir film var ortada: Üstelik, ilk filmde hikayeyle yeterince beslenmediği için sonuç olarak bir ‘gösteri’ kıvamında kalan bütün o dövüşlerden sonra, Gelin’le Elle Driver’ın lüzumsuz bir mide bulandırıcı ayrıntıyla biten karavandaki kapışması dışında, bu kez daha çok gerilim yüklenmiş bir macera yapısı ağır basıyor, mesela Gelin’in diri diri tabuta konulup toprağa gömüldüğü ya da Bill tarafından niye onu terk ettiğini anlatmaya zorlandığı sahneler akılda kalıyor, karakterlerin gelişmesiyle etkileyici bir kadın-erkek hikayesi, Gelin’le Bill’in nihayet şaşırtıcı biçimde karşı karşıya geldiği bütün bir final bölümünde öne çıkıyor...
Uma Thurman, çeşitli eziyetlere maruz kalan, duvardan duvara savrulan, sık sık yüzü gözü kan revan içinde kalan, ama sonunda duygusal bir şaşkınlık ve ikilemle daha büyük acı çeken Gelin karakterini, rolün fiziksel zorluklarının altından başarıyla kalkması bir yana, bu kez iyice derinleştiriyor. David Caradine, ihanete bir katilin öfkesiyle karşılık veren aşık patronda döktürüyor, hele “Seni vurduğumda sana ne olacağını biliyordum, ama bana ne olacağını bilmiyordum” dediği ya da kendi sonuna ‘hazır’landığı anlar yüreğe işliyor, tabii “Sen başka biri olmaya kalktın” konuşmasını saymıyorum bile! Michael Madsen, sıkı bir katilin ayak işlerine baktığı kulüpte ezilirken yaşadığı sıkıntıyı da, öldürmekte tereddüt yaşamasa bile sadistik olamamasını da, para hırsının kurbanı olmasını da, sahicilikle yansıtıyor! Daryl Hannah, harbi bir ‘ölümcül kadın’ olarak gayet sert ve hızlı biçimde filme girip çıkarak toz duman kaldırıyor! Michael Parks, o görmüş geçirmiş Estefan rolünde filmin en sıkı sahnelerinden birine ‘serin’ tavrıyla damgasını vuruyor!..
‘Kill Bill’, bütün o kanlı dövüşlerden, bol göndermeli üslup gösterilerinden sonra, vardığı sarsıcı final itibariyle, belki de Tarantino’nun en duygusal filmi aynı zamanda...
Dönüş Yok
Dibine kadar...
Doğruya doğru, “nezaket”ten nasibini almamış bir film var karşımızda. Üstelik “merhamet” gösterdiği de yok. Karanlıktan, pislikten, şiddetten bahis açıyor, hem de sakınmasız, dolambaçsız, “dümdüz” göstererek...
Yanı başınızda bir adamın kafası un ufak olana kadar ezilerek öldürülmesine, gözünüzün önünde bir kadına tecavüz edilip öldüresiye dayak atılmasına ne kadar dayanabilirseniz, bu filmin yankısı kendisinden önce gelen o iki sahnesine de o kadar dayanabilirsiniz!
Burası önemli: Dayanılmaz olan, bir “cinayet sahnesi” ya da “tecavüz sahnesi” görmek değil, bizatihi bir “cinayet” ya da bir “tecavüz” görmek!..
Evet, nerdeyse o kadar sert! Sinema salonunu terk edecek kadar ya da bir süre sonra gözlerinizi perdeden kaçıracak kadar, hiç değilse kanınızın çekildiğini hissedecek kadar!..
Film, sanki seyircisine reva gördüğü bu muamelenin sonuçlarının da kendi sözünün bir parçası olmasını bekliyor: Cinayetten tecavüze, şiddetin bilumum şekilleri karşısında, ya sırtımızı dönüp kaçıyoruz, ya görmezden geliyoruz, ya da çaresizce acı çekiyoruz, her halükarda bir şey yapamıyoruz, elimizdeki tek imkan olabildiğince “sakınmak” belki: Bu da karşılaşacakları manzarayı duyup okuduklarından kestirerek “beni aşar” diye filme gitmemeye karar verenlerin tavrından yansıyor, ki yönetmenin özellikle bu tavrı müstehzi bir edayla alkışlamasına hiç şaşmam, çünkü nerdeyse filmin hayata dair esas cümlesi de böyle bir şey: “Dikkatli olun, kendinizi sakının!..”
(Beyaz Perde programında Mehmet Açar, filmi seyreden kadınların sokağa çıkmaktan bile korkar hale gelebileceğini söyledi, ki aynı şey erkekler için de geçerli olabilir! Bu açıdan filmin, özellikle modern şehir hayatı konusunda epeyce iç karartıcı bir “tehlikeli sokaklar” tablosu çıkarırken, mesela alkol, uyuşturucu ve cinselliğin birarada yaşandığı parti sahnesiyle “aşırılık”lara vurgu yapan “ahlakçı” bir bakış taşıdığı da söylenebilir!)
“Dönüş Yok”, bahsettiği birçok mesele bir yana, sinemayla da derdi olan bir film: Seyircinin, bizatihi kendisine dayanamayıp tepki duymasını göze alarak, sinemanın yaygın gösterme sınırlarını zorluyor!
Filmin, hemen hepsi kameranın sürekli sallandığı kesintisiz birer çekimden oluşan, çoğu doğaçlama oynanmış uzunlu kısalı 12 sahnenin sondan başa doğru sıralanmış olması gibi sıradışı bir yapı arz etmesi bir yana, cinayet de, tecavüz de, kesme yapmadan, çerçeve daraltmadan, tam da olduğu gibi, fiziksel ve ruhsal açıdan dayanılmaz bir şekilde uzun uzadıya gösteriliyor!
Sinemada “dayanılabilir” hale getirilirken hafifletilen meselelere, ağırlıkları iade ediliyor: Cinayet, evet işte, bu kadar korkunç! Tecavüz, evet işte, bu kadar iğrenç!
Sinemada da, medya da, hatta hayatta da, “uzak”tan bakıldığı ölçüde sineye çekilebilir olurken çok fazla gösterilerek de kanıksanmaya başlayan şiddet biçimleri, “vah vah” diye yazıklanıp geçilemeyecek kadar “yakın”dan gösteriliyor: Nerdeyse bütün film boyunca hiç durmadan koşturan, zaman zaman alenen savrulan, en sakin olduğu anlarda bile hemen hep omuz hizasında salınan kamera, sadece cinayet ve tecavüz anlarında yer seviyesine inip sabit kalıyor, “bir de böyle bak bakalım, kolayca geçiştirilebilecek, hafife alınabilecek konular mıymış bunlar?” dercesine...
(Tecavüz sahnesinden iki önemli ayrıntı: Tecavüz daha başlarken tünelin ucundan bir adam geliyor ama olayı gördüğü halde müdahale etmeden sırtını dönüp geri gidiyor! Az sonra mütecavizin altında acıyla kıvranan kadın titreyen elini kameraya doğru uzatıyor, sanki bizden -ya da yönetmenden?- yardım istiyor!)
Aslına bakılırsa, olay gelişimini sondan başa doğru akataran, “zamanın yıkıcılığı”, “suçların ve hataların geri alınamazlığı”, “küçük seçimlerin büyük sonuçları olabileceği” gibi herkesin kendine göre bulup çıkarabileceği temalara vurgu yapmanın yanı sıra, belli ki cinayeti ve tecavüzü gösteririrken henüz saldırganlarla da kurbanlarla da duygusal bir bağ kurmamış olmamızı, şiddet karşısında “salt şiddet” olarak tavır almamızı, tanıdığımız ve sempati ya da antipati duyduğumuz birinin değil, “herhangi bir insan”ın maruz kaldığı şiddete tepki duymamızı istediği için önce “sonuç”ları sonra “neden”leri gösteren, yani hikayesini “tersten” anlatan bir film için tuhaf gelebilir ama, bu “dümdüz” gösterme tavrı, filmin genel karakteri aynı zamanda: (Bir nevi cehennem tasviri gibi yansıtılan) Bir eşcinsel sado-mazo kulübünün isminin “Rektum”, bir pezevengin lakabının “Tenya” olması ne kadar “normal”se, sonunda (yani hikayenin en başında) Kubrick’in “2001” filminin afişindeki “The Ultimate Trip” (“Son Yolculuk” mu? “Son Hata” mı?) sloganının ısrarla gösterilmesi, kapı gibi harflerle “Zaman herşeyi mahveder” diye bir özlü söz yazılması da o kadar “doğrudan”...
Bu film “eğretileme”ler, “yan anlam”lar peşinde koşmuyor pek: Söyleyeceğini, yüzünüze karşı, bağıra çağıra söylüyor hakikaten, hem de şiddetin dibine kadar giderek!..
“Dönüş Yok”, hem söyledikleri hem de söyleyiş şekliyle birçok tartışmaya kapı açan, üzerinde çok konuşulabilecek bir film, ama her halükarda, yarattığı sarsıcı etkiyle, seyredenler için “unutulmaz” olacağı kesin!..
Doğruya doğru, “nezaket”ten nasibini almamış bir film var karşımızda. Üstelik “merhamet” gösterdiği de yok. Karanlıktan, pislikten, şiddetten bahis açıyor, hem de sakınmasız, dolambaçsız, “dümdüz” göstererek...
Yanı başınızda bir adamın kafası un ufak olana kadar ezilerek öldürülmesine, gözünüzün önünde bir kadına tecavüz edilip öldüresiye dayak atılmasına ne kadar dayanabilirseniz, bu filmin yankısı kendisinden önce gelen o iki sahnesine de o kadar dayanabilirsiniz!
Burası önemli: Dayanılmaz olan, bir “cinayet sahnesi” ya da “tecavüz sahnesi” görmek değil, bizatihi bir “cinayet” ya da bir “tecavüz” görmek!..
Evet, nerdeyse o kadar sert! Sinema salonunu terk edecek kadar ya da bir süre sonra gözlerinizi perdeden kaçıracak kadar, hiç değilse kanınızın çekildiğini hissedecek kadar!..
Film, sanki seyircisine reva gördüğü bu muamelenin sonuçlarının da kendi sözünün bir parçası olmasını bekliyor: Cinayetten tecavüze, şiddetin bilumum şekilleri karşısında, ya sırtımızı dönüp kaçıyoruz, ya görmezden geliyoruz, ya da çaresizce acı çekiyoruz, her halükarda bir şey yapamıyoruz, elimizdeki tek imkan olabildiğince “sakınmak” belki: Bu da karşılaşacakları manzarayı duyup okuduklarından kestirerek “beni aşar” diye filme gitmemeye karar verenlerin tavrından yansıyor, ki yönetmenin özellikle bu tavrı müstehzi bir edayla alkışlamasına hiç şaşmam, çünkü nerdeyse filmin hayata dair esas cümlesi de böyle bir şey: “Dikkatli olun, kendinizi sakının!..”
(Beyaz Perde programında Mehmet Açar, filmi seyreden kadınların sokağa çıkmaktan bile korkar hale gelebileceğini söyledi, ki aynı şey erkekler için de geçerli olabilir! Bu açıdan filmin, özellikle modern şehir hayatı konusunda epeyce iç karartıcı bir “tehlikeli sokaklar” tablosu çıkarırken, mesela alkol, uyuşturucu ve cinselliğin birarada yaşandığı parti sahnesiyle “aşırılık”lara vurgu yapan “ahlakçı” bir bakış taşıdığı da söylenebilir!)
“Dönüş Yok”, bahsettiği birçok mesele bir yana, sinemayla da derdi olan bir film: Seyircinin, bizatihi kendisine dayanamayıp tepki duymasını göze alarak, sinemanın yaygın gösterme sınırlarını zorluyor!
Filmin, hemen hepsi kameranın sürekli sallandığı kesintisiz birer çekimden oluşan, çoğu doğaçlama oynanmış uzunlu kısalı 12 sahnenin sondan başa doğru sıralanmış olması gibi sıradışı bir yapı arz etmesi bir yana, cinayet de, tecavüz de, kesme yapmadan, çerçeve daraltmadan, tam da olduğu gibi, fiziksel ve ruhsal açıdan dayanılmaz bir şekilde uzun uzadıya gösteriliyor!
Sinemada “dayanılabilir” hale getirilirken hafifletilen meselelere, ağırlıkları iade ediliyor: Cinayet, evet işte, bu kadar korkunç! Tecavüz, evet işte, bu kadar iğrenç!
Sinemada da, medya da, hatta hayatta da, “uzak”tan bakıldığı ölçüde sineye çekilebilir olurken çok fazla gösterilerek de kanıksanmaya başlayan şiddet biçimleri, “vah vah” diye yazıklanıp geçilemeyecek kadar “yakın”dan gösteriliyor: Nerdeyse bütün film boyunca hiç durmadan koşturan, zaman zaman alenen savrulan, en sakin olduğu anlarda bile hemen hep omuz hizasında salınan kamera, sadece cinayet ve tecavüz anlarında yer seviyesine inip sabit kalıyor, “bir de böyle bak bakalım, kolayca geçiştirilebilecek, hafife alınabilecek konular mıymış bunlar?” dercesine...
(Tecavüz sahnesinden iki önemli ayrıntı: Tecavüz daha başlarken tünelin ucundan bir adam geliyor ama olayı gördüğü halde müdahale etmeden sırtını dönüp geri gidiyor! Az sonra mütecavizin altında acıyla kıvranan kadın titreyen elini kameraya doğru uzatıyor, sanki bizden -ya da yönetmenden?- yardım istiyor!)
Aslına bakılırsa, olay gelişimini sondan başa doğru akataran, “zamanın yıkıcılığı”, “suçların ve hataların geri alınamazlığı”, “küçük seçimlerin büyük sonuçları olabileceği” gibi herkesin kendine göre bulup çıkarabileceği temalara vurgu yapmanın yanı sıra, belli ki cinayeti ve tecavüzü gösteririrken henüz saldırganlarla da kurbanlarla da duygusal bir bağ kurmamış olmamızı, şiddet karşısında “salt şiddet” olarak tavır almamızı, tanıdığımız ve sempati ya da antipati duyduğumuz birinin değil, “herhangi bir insan”ın maruz kaldığı şiddete tepki duymamızı istediği için önce “sonuç”ları sonra “neden”leri gösteren, yani hikayesini “tersten” anlatan bir film için tuhaf gelebilir ama, bu “dümdüz” gösterme tavrı, filmin genel karakteri aynı zamanda: (Bir nevi cehennem tasviri gibi yansıtılan) Bir eşcinsel sado-mazo kulübünün isminin “Rektum”, bir pezevengin lakabının “Tenya” olması ne kadar “normal”se, sonunda (yani hikayenin en başında) Kubrick’in “2001” filminin afişindeki “The Ultimate Trip” (“Son Yolculuk” mu? “Son Hata” mı?) sloganının ısrarla gösterilmesi, kapı gibi harflerle “Zaman herşeyi mahveder” diye bir özlü söz yazılması da o kadar “doğrudan”...
Bu film “eğretileme”ler, “yan anlam”lar peşinde koşmuyor pek: Söyleyeceğini, yüzünüze karşı, bağıra çağıra söylüyor hakikaten, hem de şiddetin dibine kadar giderek!..
“Dönüş Yok”, hem söyledikleri hem de söyleyiş şekliyle birçok tartışmaya kapı açan, üzerinde çok konuşulabilecek bir film, ama her halükarda, yarattığı sarsıcı etkiyle, seyredenler için “unutulmaz” olacağı kesin!..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)