5 Ağustos 2015 Çarşamba

Untouchables


Ekmek arası yanılsama…



 
 

Kahramanlar ölmeli! Ki, seyirci de biraz sarsılsın. De Palma, ‘dokunulmazlar’ grubunun verdiği iki ‘zayiat’ı , son derece etkileyici kılmaya çalışıyor. Oysa, filmin iç mantığı, bu ölümleri de “sıradanlaştırma”lıydı.

 

Şiddetin estetize edilmesi, Amerikan sinemasının çokça yaptığı bir şey. Buna, kimi kez kolay yenilir yutulur bir fantezi adına, kimi kez de belli bir ideolojik perspektif gereği başvuruluyor. DePalma’nın filmi için, ikincisi geçerli…

 

1930’larda, ABD’nin yaşadığı bunalım ve sistemin geçirdiği ciddi sarsıntı, yeraltı-yerüstü mafyasının giderek ‘piyasa’ya egemen olmasına kadar varmış; içki yasağı, Al Capone’un karaborsada ‘tek adam’lığını pekiştirmişti. Bir yerden sonra ise giderek sistemin işleyişini bile zedelemeye başlayan, devlet kurumlarının çarklarını banknotlarla tıkayan bu adamın durdurulması gerekti. Neredeyse, devlet etkinliğini ‘yürürlükten kaldıran’ Capone ve mafya, estirdiği dehşet rüzgarıyla işlerini yürütüyordu. Kurumların başa çıkamadığı bu adamla mücadele de, kala kala birkaç ‘kararlı ve vatansever’ görevlinin üzerine kalıyordu…

 

Bu aşamada, filmin merkezine oturan tema, ‘şiddeti kullananların şiddetle durdurulması’…

 



DePalma, Capone’un DeNiro tarafından karikatürize edilmiş kişiliğini (kafede patlayan bomba -ölen masum çocuk!- ve yemek masasında beyzbol sopasıyla birinin kafasını dağıtması gibi vurgularla) şiddetin kaynağı olarak sunuyor…

 

Oradan, ‘dokunulmazlar’ın Capone ile mücadelesine geliyor ve burada da onların “haklı”lığını öne sürüyor. Ölüm ve kan, tüm bir sinema tarihinin zaten seyirciyi koşulladığı ‘kanıksama’ya ulaşmak için, ‘güzelleştiriliyor’. Bir çarpışma ya da vurulma anı, sonsuz parçalara bölünüyor, ölüm sıradanlaşıyor.

 



Mücadele özel bir boyuta indirgenince (Ness ve diğerlerinin Capone’u alt etme hırsı!), bireysel kahramanlık da öne çıkıyor. Dokunulmazlar yüceltiliyor, mücadele kazanılıyor, mahkemede adalet yerini buluyor (kahramanlık lekelenmesin diye, tarih de epey çarpıtılıyor), Capone mahkum oluyor ve Ness görevini yeni birine devredip ayrılıyor.

 

Yeni mücadeleler için, yeni kahramanlar ikame ediliyor. Sistem hafif hafif sallanmışken, filmin sonunda sağlamca yerine oturtuluyor. (-“İçki yasağı kalkarsa ne yapacaksınız bay Ness?” –“Bir içki içeceğim!”)

 
 
 

Film, cici bir paketle sunuluyor (markaya ve kadroya dikkat!). Klişeler “temiz temiz” kullanılıyor. DePalma’nın, tırnak içinde göndermeleri, Baba’dan Bir Zamanlar Amerika’ya (şimdi her nerdeyse selam olsun Sergio Leone’ye) , hatta kendi filmi Scarface’e kadar birçok ‘mafya filmi’ne yayılıyor. Potemkin Zırhlısı’na yaptığı gönderme ise gerilim açısından bir doruk, Ayzenştayn’ın ortaya attığı ve Amerikalıların yeniden ürettiği kurgu kuramının pratiğe geçirilişinde neler yapılabileceği konusunda da bir ders oluyor.

 

Bu sandviçi ister yiyor, ister yemiyorsunuz. Ama birkaç sahne de, dayanılmaz çekicilikte soslar olarak gözümüzün önünden gitmiyor. Sinemayı, bir oyuncak gibi ele aldıklarında, öyle ustaca kullanabiliyorlar ki, Hollywood, Hollywood’u bile meşrulaştırıyor.

 

 

Untouchables (Dokunulmazlar)
Y: Brian De Palma, S: Oscar Fraley ve Eliot Ness’in kitabından David Mamet, G: Stephen H Burum, SY: William A Elliott, M: Ennio Morricone, K: Gerald B Greenberg, Bill Pankow, O: Kevin Costner, Sean Connery, Charles Martin Smith, Andy Garcia, Robert De Niro, Patricia Clarkson. 1987.

Hiç yorum yok: