Ekmek arası yanılsama…
Kahramanlar
ölmeli! Ki, seyirci de biraz sarsılsın. De Palma, ‘dokunulmazlar’ grubunun
verdiği iki ‘zayiat’ı , son derece etkileyici kılmaya çalışıyor. Oysa, filmin
iç mantığı, bu ölümleri de “sıradanlaştırma”lıydı.
Şiddetin
estetize edilmesi, Amerikan sinemasının çokça yaptığı bir şey. Buna, kimi kez
kolay yenilir yutulur bir fantezi adına, kimi kez de belli bir ideolojik
perspektif gereği başvuruluyor. DePalma’nın filmi için, ikincisi geçerli…
1930’larda,
ABD’nin yaşadığı bunalım ve sistemin geçirdiği ciddi sarsıntı, yeraltı-yerüstü
mafyasının giderek ‘piyasa’ya egemen olmasına kadar varmış; içki yasağı, Al
Capone’un karaborsada ‘tek adam’lığını pekiştirmişti. Bir yerden sonra ise
giderek sistemin işleyişini bile zedelemeye başlayan, devlet kurumlarının
çarklarını banknotlarla tıkayan bu adamın durdurulması gerekti. Neredeyse,
devlet etkinliğini ‘yürürlükten kaldıran’ Capone ve mafya, estirdiği dehşet
rüzgarıyla işlerini yürütüyordu. Kurumların başa çıkamadığı bu adamla mücadele
de, kala kala birkaç ‘kararlı ve vatansever’ görevlinin üzerine kalıyordu…
Bu
aşamada, filmin merkezine oturan tema, ‘şiddeti kullananların şiddetle
durdurulması’…
DePalma,
Capone’un DeNiro tarafından karikatürize edilmiş kişiliğini (kafede patlayan
bomba -ölen masum çocuk!- ve yemek masasında beyzbol sopasıyla birinin kafasını
dağıtması gibi vurgularla) şiddetin kaynağı olarak sunuyor…
Oradan,
‘dokunulmazlar’ın Capone ile mücadelesine geliyor ve burada da onların
“haklı”lığını öne sürüyor. Ölüm ve kan, tüm bir sinema tarihinin zaten seyirciyi
koşulladığı ‘kanıksama’ya ulaşmak için, ‘güzelleştiriliyor’. Bir çarpışma ya da
vurulma anı, sonsuz parçalara bölünüyor, ölüm sıradanlaşıyor.
Mücadele
özel bir boyuta indirgenince (Ness ve diğerlerinin Capone’u alt etme hırsı!),
bireysel kahramanlık da öne çıkıyor. Dokunulmazlar yüceltiliyor, mücadele
kazanılıyor, mahkemede adalet yerini buluyor (kahramanlık lekelenmesin diye,
tarih de epey çarpıtılıyor), Capone mahkum oluyor ve Ness görevini yeni birine
devredip ayrılıyor.
Yeni
mücadeleler için, yeni kahramanlar ikame ediliyor. Sistem hafif hafif
sallanmışken, filmin sonunda sağlamca yerine oturtuluyor. (-“İçki yasağı
kalkarsa ne yapacaksınız bay Ness?” –“Bir içki içeceğim!”)
Film,
cici bir paketle sunuluyor (markaya ve kadroya dikkat!). Klişeler “temiz temiz”
kullanılıyor. DePalma’nın, tırnak içinde göndermeleri, Baba’dan Bir Zamanlar
Amerika’ya (şimdi her nerdeyse selam olsun Sergio Leone’ye) , hatta kendi filmi
Scarface’e kadar birçok ‘mafya filmi’ne yayılıyor. Potemkin Zırhlısı’na yaptığı
gönderme ise gerilim açısından bir doruk, Ayzenştayn’ın ortaya attığı ve
Amerikalıların yeniden ürettiği kurgu kuramının pratiğe geçirilişinde neler
yapılabileceği konusunda da bir ders oluyor.
Bu
sandviçi ister yiyor, ister yemiyorsunuz. Ama birkaç sahne de, dayanılmaz
çekicilikte soslar olarak gözümüzün önünden gitmiyor. Sinemayı, bir oyuncak
gibi ele aldıklarında, öyle ustaca kullanabiliyorlar ki, Hollywood, Hollywood’u
bile meşrulaştırıyor.
Untouchables
(Dokunulmazlar)
Y: Brian De Palma, S:
Oscar Fraley ve Eliot Ness’in kitabından David Mamet, G: Stephen H Burum, SY:
William A Elliott, M: Ennio Morricone, K: Gerald B Greenberg, Bill Pankow, O:
Kevin Costner, Sean Connery, Charles Martin Smith, Andy Garcia, Robert De Niro,
Patricia Clarkson. 1987.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder