Bir
tokatta mutlu aile…
Bernardo
Bertolucci: İtalyan sinemasının, en ilginç ve en aykırı yönetmenlerinden biri.
Ünlü
bir şair ve film eleştirmeni olan babası Atillio Bertolucci’nin etkisiyle
başladığı şiir uğraşısı, yine babasının bir arkadaşı olan ünlü yönetmen
Pasolini’ye asistanlık yapmasıyla birlikte sona ermiş, “yüzyılımızın
ayrıcalıklı dili” dediği sinemayı keşfetmiş çünkü!
Bu
“keşif”le birlikte, kendini şiirle değil de, sinemayla dışa vurmaya başladı
Bertolucci: Devrimden Önce (1964), Örümceğin Stratejisi (‘69), Konformist
(‘70), Paris’te Son Tango (‘72), Ay (‘79), Gülünç Bir Adamın Trajedisi (‘81)…
Bu
yıllar içinde, iki de “tarihsel fresk” gerçekleştirdi: İtalya’da 1900 (‘76) ve
Çin’de Son İmparator (‘87)…
Kendisinin
iki döneme ayırdığı sinema yaşamında, Paris’te Son Tango ile başlattığı “seyirciyle
diyalog dönemi”nden çok; ondan önceki, kendi deyimiyle “sado-mazohist” filmler
çektiği döneme sempati duyuyorum, kişisel olarak. Buradaki “sado-mazohizm”,
Pasolini’deki anlamıyla “yaratıcı olarak kendi varoluşunu sorgulamak ve acı
çekmek ve bu acıya seyirciyi de ortak etmek” gibi bir içerik taşıyor tabii. Bu
döneme dahil olmakla birlikte, Devrimden Önce, her şeye rağmen başarılı bir
film değildir yine de.
İkinci
döneminden ise, 1900 belli bir sinemasal değer taşır. Ama, farklı açılardan da
olsa, Gülünç Bir Adamın Trajedisi ve Son İmparator, Bertolucci sineması içinde
başarısız örneklerdir. Tam anlamıyla geçiş dönemine tekabül eden Paris’te Son
Tango ise, burada kısaca bir görüş belirtilemeyecek kadar boyutlu bir
“fenomen”…
Ay,
biçimsel açıdan, bu iki dönemin de özelliklerini barındırıyor. Ayrıntılar ile
genel çevre, müthiş bir uyum içinde buluşuyor burada: Yakın çekimler ile genel
çekimler arasında hassas bir denge var. Ve tabii bu aşamada, Bertolucci’nin
neredeyse bütün önemli filmlerinde birlikte çalıştığı, ayrıca Coppola’nın Kıyamet ve Bertolucci’nin Son
İmparator’undaki çalışmalarıyla Oscar kazanmış görüntü yönetmeni Vittorio
Storaro’nun, görmezden gelinemeyecek katkısını da anmak gerekli: Geniş
perspektif duygusu, ince örülmüş ışıkları ve aksaksız kamera hareketleri,
“süper-prodüksiyon”lardan çok daha önemli bir “görkem” katıyor filme…
Bertolucci’nin
filmografisinde, zaman olarak “ikinci dönem”e tekabül etse de, bence Ay, daha
çok “birinci dönem”in filmi. Bunun asıl nedeni de tematik. Bertolucci’nin
“kişiselliği” çok belirgin: “Baba sorunu”, Parma kenti, cinsellik, eşcinsellik,
iletişimsizlik, “kendini arayış”…
Bunları
biraz açmakta yarar olabilir: “Baba sorunu” gerçekten önemli. “Her yolla,
babamı alt etmeye çalıştım, ama başaramadım” der Bertolucci. Bu arada, “aslında
benim oluşmamda en fazla payı olan babamdır” demekten de alıkoyamaz kendini…
Parma’ya
gelince; yine Bertolucci söylesin: “Parma, benim buluğ çağım, çıraklık dömemim
ve babam demektir. Babamın evreni olan ‘mikrokosmos’, Parma’nın çevresindeki
kırsal alan ve kentin ötesinde berrak günlerde görülen tepelerdir”. Evet, buluğ
çağı!
Ay’da,
annenin “işte babanla ilk öpüştüğümüz yer” dediği ve ardından oğluyla öpüştüğü
tren yolu geçidi de, bu kentte de değil miydi?..
Başka
ne diyor Bertolucci: “Ben şahsen, Parma’ya gerçek yaşamda dönemiyorum, ama
filmlerimle dönüyorum”. Filmin ekseninin Parma olması rastlantı değil yani…
Diğer
temalar mı? Eşcinsellik için Konformist, cinsellik ve iletişimsizlik için
Paris’te Son Tango ve “kendini arayış” için de Örümceğin Stratejisi’ne bakmak
yeterli. “Baba sorunu” için ise, Gülünç Bir adamın Trajedisi dahil, hepsine!
Ay’a
“tek başına” bakınca, neler kalıyor elimizde: Kişiliğin belirlenişinde çevrenin
önemi. Bertolucci’nin asıl parmak bastığı, insanın, gelişme çağında, yanında
“birileri”nin olmasına duyduğu ihtiyaç aslında. “Ailenin önemini vurgulayan”
türlü yorumlar, biraz abartılı gibi geliyor bana. Bir “kurum”dan çok, “kişi”ler
önemli çünkü.
Finaldeki
o “baba tokadı”, biraz farklı bir yoruma açık da olsa: Oğulun bu tokada küçük
bir gülümseyişle karşılık vermesi, “yanımda birileri var şimdi”nin mi, yoksa
“babamdır, döver de, söver de”nin mi ifadesi? Peki, “yanımda olmak” şiddetle
ifade edilir mi? İyi ama, bir filmin meramı da, bir tek son sahnesiyle belli
olur mu? Neyse, dedim ya, yoruma açık…
Bertolucci’nin,
(bir yan tema olmak dışında) çok fazla önem vermediği eroin tutkunluğuna, ben
de fazla önem vermiyorum…
Annenin
serüveni önemli: Giderek, oğluyla birlikte kendini de sorguluyor çünkü. O da kendini
bulmaya çalışıyor, oğlu gibi. Ve oğlunda da, eski kocasını (oğlunun asıl
babasını) arıyor. O öpüşmeler, sevişme girişimleri bunun sonucu biraz da…
Bir
de, şu çok konuşulan “ensest” olayı var. Bir “Oedipius karmaşası”ndan söz etmek
oldukça zor; buna dair sağlam bir temellendirme yok filmde…
Anne
ile oğul arasındaki cinsel temasa, bir tek bakış açısı sağlıklı yaklaşabilir
bana kalırsa: Bertolucci’nin de çok sevdiği bir yazar olan Alberto Moravia’nın
dediği gibi, “cinsellik, bugün tek iletişim yoludur artık”. Aralarındaki cinsel
yakınlığın tek açıklaması, yıllardır yaşadıkları kopukluğu yenme çabası
olabilir dolayısıyla…
Ay,
bir anne ve bir oğulun öyküsü. Aynı zamanda da bir “baba”nın. Yaşamlarındaki
eksikliği, en sonunda birbirleriyle gidermeye çalışan bir anne ve bir oğul.
Yine de sorulabilir tabii: Bu eksiklik, anne için bir “aşk”, oğul için de bir
“yol gösterici” miydi yalnızca? Kişinin belirlenişinde, gelişme çağında yanında
birilerinin olmasına duyduğu ihtiyaç, illa da bir “baba” mı gerektiriyor? (Oğulun
aradığı da, ‘baba’dan çok, bir baba imgesiydi zaten!) Bu eksikliği,
birbirleriyle gidermeye devam etmeleri nasıl olurdu? “Bu ilişkinin geleceği
nasıl olur”u pek sorgulamıyor Bertolucci. “Baba”yı buluyorlar ve eksik
“tamamlanıyor” sanki. Oysa film, işte tam da bu yüzden, bittiği yerde başlıyor
aslında!
Küçük
Bernardo, bir gece, ayışığı altında, annesinin kullandığı bisikletin ön
sepetinde, sırtüstü yatmış, yüzünde mutlu bir gülümsemeyle yıldızları seyretmiş
miydi acaba?
Şimdilik
bilmiyorum ama, benim Ay için alternatif bir özetim var: Oğul özenli bir yemek
pişirmiştir. Anne ile birlikte, mum ışığının aydınlattığı masaya otururlar.
“Hadi patlat şu şampanyayı” der anne, gözlerini kapatır ve kulaklarını tıkar
parmaklarıyla. Oğul alır eline şampanyayı ve tıpasını az zorlayınca, “pıt”
diye, yavaşça açıverir. Anne ise, hala “pat” sesini bekletmektedir, parmakları
kulaklarında. Oğul şöyle bir bakar ve ağzının belli belirsiz kıpırtısıyla,
annesinin beklediği o sesi çıkarır: “Pat!” Açar kulaklarını anne ve uzatır
bardağını: “Doldur bakalım”…
La
Luna (Ay)
Y:
Bernardo Bertolucci, S: Giuseppe Bertolucci, Bernardo Bertolucci, Clare Peploe,
Franco Arcalli, G: Vittorio Storaro, SY: Maria Paola Maino, K: Gabriella
Cristiani, M: Ennio Morricone, Giuseppe Verdi, Wolfgang Amedeus Mozart,
Oyuncular: Jill Clayburgh, Matthew Barry, Fred Gwynne, Elisabetta Campeti,
Veronica Lazar, Renato Salvatori, Roberto Benigni. 1979.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder