12 Ağustos 2015 Çarşamba

Clint Eastwood

Clint Eastwood’un dikkate değer diğer filmleri: Bird (1988), The Bridges of Madison County (1995), Mystic River (2003), Million Dollar Baby (2004), Flags of Our Fathers (2006), Letters from Iwa Jima (2006), Changeling (2008), Gran Torino (2008), Hereafter (2010)…

Space Cowboys (Uzay Kovboyları)


Uzay kovboyları…

 

 

Kovboy filmlerinden hareketli polisiyelere, yakışıklı yıldızlıktan usta yönetmenliğe, sıradan yapımlardan önemli yapıtlara uzanan ilginç ve parıltılı bir sinema kariyerine sahip olan Clint Eastwood, kat ettiği uzun ve zorlu yola bakıldığında, özel bir ödül almayı çoktan hak etmişti elbette. Ama 1992’de Unforgiven filmini yarışmaya kabul etmeyerek bir başyapıtı ıskalamış olan Venedik, sekiz yıl sonra hatasını telafi etmek için, ona bir Yaşam Boyu Başarı Ödülü verip bir de retrospektif bölümü ayırırken, yeni çalışmasını da açılış filmi yapınca, ne yazık ki Eastwood’un bir yönetmen olarak eski parlaklığını kaybettiği, Bird, Unforgiven, A Perfect World, Bridges of Madison County, Midnight in the Garden of Good and Evil gibi filmlerinin başarısını yakalayamadığı bir dönemine denk gelmiş!      

 
 

Uzay Kovboyları’nda, adından da belli olduğu üzre, klasik kovboy filmlerini hatırlatan bir genel çerçeve var. Temel olarak, rekabeti ve dayanışmasıyla, didişmesi ve sevgisiyle, bir “erkek dostluğu” hikayesi anlatılıyor: 1958 yılında aya gidecek ilk Amerikalı astronotlar olmaya hazırlanırken, uzay araştırmalarının Hava Kuvvetleri’nden NASA’ya devredilmesi üzerine yerlerini bir şempanzeye bırakarak proje dışında kalan Deadalus Takımı’nın üyesi dört gözde askeri pilot, Neil Armstrong’un aya ayak basmasını televizyonda seyrederken gözlerini yaşartan, hayatları boyunca içlerinde ukde kalan uzaya gitme hayalini, yaklaşık kırk yıl sonra, bugün yaşları 70 civarında emekliler olarak gerçekleştirme fırsatı buluyor!

 

Siyah-beyaz bir açılış bölümünde, astronot adayı dört pilotun nasıl büyük bir hüsran yaşadığını görüyoruz, üstelik ikisinin kişilikleri hakkında ipuçları da alarak: Frank (Clint Eastwood) dikbaşlı ama sağduyulu, Hawk (Tommy Lee Jones) atak ve çılgın, ama ikisi de cesur!

 
 

Bugüne gelindiğinde film renkleniyor: NASA uzmanları, kontrolden çıkan Rus iletişim uydusunun dünyaya düşmesini engelleyebilmek için çare arıyor. (Bu arada, Amerika’nın 1960’lardan beri gizlice kendi sistemlerini kullandırdığı bu Rus uydusu, bir ara belediye başkanlığı yaparak politikaya da bulaşmış olan Eastwood’a, “ezeli düşman”la “politik hesap”lar uğruna işbirliği yapan “aymaz yönetici”lere şöyle bir değinme fırsatı da veriyor!) Sonunda uydunun bağlı olduğu yörünge sistemini 1960’larda geliştirmiş olan Frank’in gerekli tamiratı yapabilecek tek kişi olduğu ortaya çıkıyor. 1958’de Deadalus Takımı’nı uzay projesinden çıkarmış olan Gerson artık bir NASA yetkilisi olarak bu işin başında bulunduğu için, yıllar öncesinden kalan husumete rağmen Frank’le işbirliği yapmak, üstelik bu fırsatı kaçırmayan Frank’in şartını da kabul etmek zorunda kalıyor: “Deadalus Takımı’nı uzaya gönder, uydu sistemini tamir edelim!”

 
 

O andan sonra, Frank’in eski takım arkadaşlarını yeniden biraraya getirmesini seyrederken, diğer iki pilotun da kişiliklerine dair ipuçları alıyoruz: Jerry (Donald Sutherland) müzmin ve şakacı bir çapkın, Tank (James Garner) aklı başında ve mülayim bir adam...

 

Deadalus Takımı, başlarında kovboy şapkaları, emin adımlarla yan yana yürüyerek NASA merkezine girerken, filmin yaşlılığa bakış açısı da iyice belli oluyor: Kendi kendisiyle dalga geçebilme rahatlığı veren derin bir özgüven!

 

Nitekim, uzay uçuşu için gereken testler boyunca, doğal olarak bazı konularda yetersiz kalsalar da, sevimlilikleri ve kurnazlıklarıyla engelleri aşan geçkin astronotlar, manevi olarak kahramanlıktan hiç taviz vermiyorlar, azim, kararlılık ve tecrübeden güç alıyorlar...

 
 

Uzay Kovboyları, ilk yarım saatinde, hikayenin, karakterlerin ve ilişkilerin sergilenişi bakımından, alışılmış kalıplara belli bir mizah duygusuyla bağlı kalsa da merak uyandırarak ümit verirken, giderek yüzeysellik ve tekdüzelik ağır basmaya başlıyor, beklenen derinlik ve zenginlik bir türlü ortaya çıkmıyor.

 

Asıl sorun, uzay konulu bir filmin yalnızca dörtte birinin uzayda geçiyor olması değil, hatta son yarım saate yayılan uzay sahnelerinin (Eastwood yönetmen olarak ilk kez bu filmde özel görsel efektlerle haşır neşir oluyor) olup biteni seyirciye kavratmakta ve gerilim yaratmakta epey yetersiz kaldığı hesaba katılırsa, yeryüzünden hiç ayrılmasa daha iyiymiş belki.

 

Ama bir noktadan sonra mizahi yaklaşımın yalnızca yaşlılığa yönelik olduğu, filmin klasik yapıdaki gelişimini (eski ortaklar yeniden biraraya gelir, bazıları kararsızlık gösterir, ama büyük bir bela karşısında beklenmeyen bir gayret gösterilir, onca meselenin ortasında neşe ve aşk da yaşanır, son anda ortaklar arasındaki dayanışmayla aşılacak bir sorun ortaya çıkar, hem ihanetlerle hem fedakarlıklarla karşılaşılır ve zafer kaçınılmazdır!) gayet ciddiye aldığı ortaya çıkınca, böyle bir macerada ciddiyetin gerektirdiği özellikler görülmediği, üstelik bir özgünlük de yakalanamadığı için, seyrin tadı iyice kaçıyor.

 


En bayat kalıplara boğulmuş olan nice sıradan uzay macerasının bile kendisini heyecanla seyrettirebildiği düşünülünce, bundan da yoksun olan filmin finaline gelindiğinde “hepsi bu muydu?” hüsranı yaşanıyor, geriye kala kala, usta oyuncuların kişisel karizmalarından gelen çekicilik kalıyor, ama onları iyi filmlerde seyretmenin keyfi de hasretle hatırlanıyor!

 

 

Space Cowboys (Uzay Kovboyları)

Y: Clint Eastwood, S: Ken Kaufman, Howard Klausner, G: Jack N. Green, YT: Henry Bumstead, SY: Jack G Taylor, M: Lennie Niehaus, K: Joel Cox, O: Clint Eastwood, Tommy Lee Jones, Donald Sutherland, James Garner, Marcia Gay Harden, James Cromwell, William Devane, Loren Dean, Courtney B. Vance. 2000.

A Perfect World (Kusursuz Dünya)


Suçlular aramızda

 

 

Clint Eastwood, tarihle hesaplaşmaya devam ediyor; hem kendisinin, hem ülkesinin, hem de sinemanın tarihiyle…

 

1963 yılının Kasım ayında, John Kennedy’nin suikaste kurban gideceği ziyaretinden kısa süre önce, Texas’ta geçiyor filmin öyküsü…

 

Silahlı soygun suçundan 40 yıla mahkum olan, sabıka dosyası da hayli kabarık bulunan Butch Haynes, hücre arkadaşı Terry ile birlikte, hapishaneden kaçıyor.

 

Bir mahallede ihtiyaç molası verdiklerinde, Terry bir eve giriyor; yalnız bulduğu kadına tecavüze yelteniyor, kadının küçük oğluna okkalı bir tokat atıyor. Ve gürültü üzerine mahalle ayağa kalkıyor.

 

Butch’un Terry’yi benzetmesinden ve küçük çocukla “silahı bana doğrult” diyerek oynamasından hemen sonra, yaşlı bir komşunun tüfeğiyle çıkıp gelmesi üzerine, çocuğu rehin alıp kaçıyor Butch ile Terry.

 

Ama, 7 yaşındaki sevimli Philip’e yol boyunca kötü davranan ve bir an yalnız kaldıklarında (belki de tecavüz etmek için) kovalamaya başlayan Terry, Butch tarafından öldürülüyor.

 
 

Bundan sonrası, babasız büyüyen küçücük bir çocukken, fahişelik yapan annesini taciz eden bir adamı öldürmüş, ıslahevine yollanmış ve bir daha ıslah olmamış azılı suçlu Butch ile, Yehova Şahitleri tarikatından olan annesinin katı disiplini altında babasız büyüyen 8 yaşındaki suskun, kırılgan ve zeki Philip arasında giderek derin bir dostluğun oluştuğu, duygusal ve sürükleyici bir kaçış öyküsüdür.

 
 

Peşlerinde, yaklaşan seçimler nedeniyle kendisini sıkıştıran valilikten ve çevresinden bunalmış, yıllar önce küçük bir çocukken tutukladığı ve babasının yanına değil de ıslahevine yollanmasına yol açtığı Butch’ın namlı bir suçlu olmasında kendi sorumluluğunu da hisseden, deneyimli ve katı Şerif  Red Garnett ile, bu takibe özel olarak atanmış kadın kriminolog Sally Gerber vardır.

 
 

Ama, babasının yolladığı (yıllarla yıpranmış ve solmuş) kartpostaldan tanıdığı Alaska’ya varmak isteyen Butch ile bir mağazadan Sevimli Hayalet Casper kostümü çaldığı için artık kendisinin de suçlu olduğunu düşünen Philip’in kaçışları, peşlerindekiler tarafından değil, kendileri tarafından noktalanacaktır…

 
 

“Kusursuz Dünya”, adından esinlenerek türetilmiş “kusursuz bir başyapıt değil, kusurlu bir film” gibi nitelendirmeleri hak etmeyen bir film. Evet, belli yerlerde tempo düşüyor biraz, hatta bazı sahneler ‘gereksiz’ ya da ‘zorlama’ bile görülebilir, ama baştan söylemeliyim ki, karşımızda çarpıcı bir başyapıt var.

 
 

Eastwood, ‘western’ türü için “Affedilmeyen”le yaptığını, bu kez ‘polisiye’ için “Kusursuz Dünya”yla yapıyor: “Suçlu” kavramı üzerindeki genel ve peşin hükümleri sarsıyor, “ceza” , “adalet” ve “kanun adamı” üzerine soru işaretleri çiziyor! Bir zamanlar “Kirli Harry” filmleriyle “acımasız polis” tipolojisini destanlaştırmış bir oyuncu, şimdi usta bir yönetmen olarak, kendisini dünya çapında yıldızlaştıran bu türü didikliyor.

 
 

Yönetmen Clint Eastwood’un özelliği, biçimsel yeniliklerin değil, filmin genel yapısına sinen bir ‘duygu’nun peşinde koşması: Melankoli, ironi, geleneğe mesafeli bir bakış ve trajedi, neşeden hüzne, coşkudan sıkıntıya geçiveren bir atmosferde birleşiyor, beklenmedik anda yoğun bir gerginlik, ya da (seyirciyi canevinden vuran, o unutulmaz final bölümü gibi) gözleri yaşartan bir duygusal tırmanış yaşanabiliyor.

 
 
 
 
 
 
Filmin merkezinde yeralan Butch ile Philip ilişkisinin, seyircinin yüreğine işleyen bir derinliğe ulaşması, senaryo ve yönetmenlik kadar, oyuncuların da başarısı. “Yıldız imajı”nın dar sınırlarını kolayca aşabilecek bir oyunculuk gücüne ve duyarlılığına sahip olan Kevin Costner, yine unutulmaz bir kompozisyon çıkarıyor. Küçük oyuncu T.J. Lowther, hem şeytan tüyüne sahip bir çocuk, hem de umut vadeden bir yetenek…

 

Clint Eastwood, şerif Garnett olarak, kendisine küçük bir rol vermiş, ama ustalığıyla, etkili olmasını biliyor elbet. Laura Dern ise (pek de gerekli olmayan ve derinleşmeyen) Sally Gerber rolünde, üzerine düşeni yapıyor…

 

“Kusursuz Dünya”, sağlam bir anlatımla, düşündüren ve hissettiren, keyfi de hüznü de insancıl bir tonda yansıtan, çok etkileyici bir film. Büyük yıldızların adını taşıyan küçük bir başyapıt!..

 

 

A Perfect World (Kusursuz Dünya)

Y: Clint Eastwood, S: John Lee Hancock, G: Jack Green, YT: Henry Bumstead, SY: Jack Taylor, K: Joel Cox, Ron Spang, M: Lennie Niehaus, O: Kevin Costner, T.J. Lowther, Clint Eastwood, Laura Dern, Bradley Whitford, Ray McKinnon, Bruce McGill. 1993.

Unforgiven (Affedilmeyen)


Farklı bir western

        

 

Clint Eastwood, son yıllarda ortaya çıkan “değişik yüz”ünü, bu kez daha ironik biçimde geliştiriyor: Kendisini dünya çapında bir yıldız haline getiren “western” türünün efsanelerini ve “Vahşi Batı” hakkındaki genel yargıları eşeliyor.

 

Doğrusu “kovboy dünyası”nı böylesine ince biçimde eleştirmek, Eastwood gibi unutulmaz bir western figürü için, sinema tarihine sunulmuş bir armağan olarak kabul edilebilir.


 

Küçük bir kasabanın genelevinde çalışan fahişelerin, bir arkadaşlarının yüzünü bıçaklayan bir sığır çobanından intikam almak için 1000 dolar ödül koymaları üzerine, bu parayı alabilmek için oraya gelen birkaç katilin ve onları defetmeye çalışan şerifin öyküsünü anlatıyor film.

 

Bir zamanlar gözünü kırpmadan cinayet işleyen, ama evlenip emekli olan, karısının ölümünden sonra da fakir çiftliklerinde çocuklarıyla yaşayan William Munny ile eski ortağı Ned Logan, ödülü onlara haber veren genç Schofield Kid, efsanevi katil İngiliz Bob ve onun hayat öyküsünü kaleme alan yazar Beaucahmp, kasabaya geliyorlar.

 
 

İngiliz Bob, diğerlerine ders vermek isteyen acımasız şerif Bill Daggett’ın vahşi dayağından sonra kovulurken ve son anda artık kimseyi öldüremeyeceğini anlayan Ned de şerifin işkencesi altında ölürken, yazar Beaucahmp abartılı ve gerçekdışı Vahşi Batı efsaneleri yazmaya devam ediyor.

 

Munny ise, şiddetten uzak durduğu onca yıldan sonra, kurbanını uzaktan vurduğu cinayet sonrasında kendisiyle hesaplaşmaya girişirken, Ned’in intikamını almak için geçmişteki kimliğini yeniden açığa çıkarıyor…

 
 

Dört büyük ustanın, Clint Eastwood, Morgan Freeman, Gene Hackman ve Richard Harris’in başı çektiği başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip olan “Affedilmeyen”, trajik karakterleri ve temaları, “şiddeti uygulayanların bile şiddetten etkilendiği”ni göz ardı etmeyen “gerçekçi” bakış açısıyla, güzel manzaralardan kasvetli bir atmosfere geçen, karşınıza beklenmedik anda sert bir dehşet sahnesi çıkarabilen, melankolik bir western.

 
 

Final sahnesinde, Clint Eastwood nerdeyse bütün western ikonlarını sırtına yüklenmeyi göze almış olsa da, unutulmaya yüz tutmuş western türüne yeni (ve belki de son) bir sayfa açıyor bu film…

 

 

Unforgiven (Affedilmeyen)
Y: Clint Eastwood, S: David Webb Peoples, G: Jack N. Green, YT: Henry Bumstead, SY: Adrian Gorton, Rick Roberts, M: Lennie Niehaus, K: Joel Cox, O: Clint Eastwood, Morgan Freeman, Gene Hackman, Richard Harris, Jaimz Woolvett, Saul Rubinek, Frances Fisher. 1992.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Claude Zidi


Claude Zidi’nin dikkate değer diğer filmi: L'aile ou la Cuisse (1976), La zizanie (1978), Inspecteur la Bavure (1980)…

Les Ripoux (Avantacılar)


İşini bilen Fransız polis…

 

 

Gırgır Hafiye ve Şamatacılar Sınıfı filmleriyle ülkemizde de tanınan Fransız güldürü ustası Claude Zidi’nin, 1985 Cesar’larında en iyi film, yönetmen ve kurgu ödüllerini kazanan Avantacılar’ı, çok keyifli bir polisiye-komedi. Üstelik, Fransız sinemasının ağırlığından pek hoşlanmayanlar için özellikle belirtelim ki, oldukça da akıcı bir temposu var…

 

Paris’in kenar semtlerinden birinin karakolunda çalışan emektar komiser Rene ile polis akademisinden yeni mezun olan ve müfettişliğe yükselmek için hukuk sınavlarına hazırlanan François’nın maceralarını anlatıyor film…

 

Amiyane tabirle “kaşarlanmış” Rene, düzenli bir rüşvet ağı kurmuş, ganimet kopardığı hırsızları salıveren, bölgedeki bütün suçlularla arası çok iyi olan bir komiser, hatta yeri geldi mi, basbayağı gasp bile yapabiliyor. Genç François bütün bunlara karşı elbette, ama işlerinin bozulmaması için Rene, bu genç idealist çömeze bir tuzak hazırlayarak, kendisi gibi “çalışmaya” ikna ediyor onu. Ne var ki, uyumlu ikili, bir başka sorunla karşı karşıya geliyor bu kez…

 

Gerçek polis olaylarından yola çıkan Avantacılar, aynı zamanda ince bir toplumsal hiciv yapıyor ve suçlularla dolu bir çevre panoraması da çiziyor…

 

 

Les Ripoux (Avantacılar)

Y: Claude Zidi, S: Simon Michael, Didier Kaminka, Claude Zidi, G: Jean-Jacques Tarbes, SY: Françoise De Leu, M: Francis Lai, K: Nicole Saunier, O: Philippe Noiret, Thierry Lhermitte, Regine, Grace De Capitani, Claude Brosset. 1984.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Claude Berri

Claude Berri’nin dikkate değer diğer filmleri: Tchao Pantin (1983), Jean de Florette (1986), Manon des Sources (1986), Une femme de ménage (2002), Ensemble, c'est tout (2007)…

Germinal


Güçlü bir çığlık…

 

 

Claude Berri, Mayıs 1992’de, Fransız Ulusal Sinema Merkezi’ne yazdığı notta, ‘çağdaş insanın geçmişini bilmeye ihtiyacı olduğunu, nereye gittiğimizi bilmek için, önce nereden geldiğimizi bilmemiz gerektiğini’ belirtiyor ve Emile Zola’nın romanı ‘Germinal’in ‘hayat, aşk, kötülük, ölüm, adalet, özgürlük, mutluluk arayışı gibi, insan doğasına ilişkin köktencil sorular’ yönelttiği için, tarihin bir bölümünü anlattığı kadar, bugüne de ait olduğunu saptıyor. Sonra da, bizi yakından ilgilendiren şu cümleyi yazıyor:

 

‘Birçok  Avrupa ülkesinde, işçilerin bugün içinde bulunduğu koşullar, Zola’nın tasvir ettikleriyle pek az benzerlik taşıyor tabii ki. Ama, 400 Türk işçisinin bir maden kazasında ölmesinin üzerinden de çok uzun zaman geçmedi…’

 
 
 

Berri, 3 Mart 1992’deki grizu patlamasında 263 madencinin öldüğü ‘Kozlu Faciası’nı kastederken, ‘sayısal’ bir yanlış yapıyor belki, ama ‘Germinal’, yarattığı tartışmalar ve gördüğü büyük ilgi sayesinde bir ‘ulusal olay’ haline geldiği Fransa kadar Türkiye’de de karşılığını bulacak bir film. Çünkü ‘daha iyi bir dünya’ arayışı da, ‘bir parça ekmek’ mücadelesi de, henüz bitmiş değil, ne Türkiye’de, ne başka ülkelerde, ne işçiler açısından, ne de başkaları! Dünya epey değişmiş, ilerleme kaydedilmiş, bazı sorunlar aşılmış, insanlar ve olgular daha yumuşamış olsa bile…

 
 
 

‘Doğalcılık’ akımının en önemli temsilcisi sayılan büyük yazar Emile Zola, 1880’lerde onbinlerce maden işçisinin Kuzey Fransa’daki grevini, hayat ve çalışma koşullarını, yalın ve sert bir gerçekçilikle anlatır ‘Germinal’de.

 

Berri, kusursuz bir sadakatle sinemaya aktarmış bu romanı, böylece, ‘etkileyici’ sıfatının yetersiz kaldığı bir film çıkmış ortaya: Güçlü bir çığlık, sarsıcı bir yumruk!

 



Panoramik bir film ‘Germinal’, geniş bir bakış açısıyla yansıtıyor ‘durumu’. Bu anlamda, dekor-kostüm çalışmasından ve müthiş oyuncu kadrosundan aldığı desteği iyi değerlendiren Berri’nin kurduğu sağlam anlatımla, tıpkı Bertolucci’nin unutulmaz yapıtı ‘1900’ gibi, görkemli bir tarihsel ve toplumsal fresk, cüretli ve zengin bir tasvir, karmaşık ve düşündürücü bir politik film haline geliyor ‘Germinal’:

 
 
 

Madenlerin tehlikeli karanlığını, yoksulluğu, sefaleti, her şeye karşın yitirilmeyen yaşama coşkusunu ve sevgiyi, çaresizliği, eşitsizliği, öfkeyi, kitlesel bir patlamanın yaratabileceği şiddetin korkunçluğunu, çözümsüzlüğün içinde beslenen umudu anlatıyor…


 

Fransa’nın maden bölgesi olan Kuzey’de büyük bir ilgiyle seyredildiği ve Berri’nin ‘en iyi madenciler tarafından algılanabileceği’ni söylediği hesaba katılırsa, (belki Maden İşçileri Sendikacıları aracılığıyla) Zonguldak’ta  mutlaka gösterilmesi çok yerinde olur, ama zaten herkesin görmesi, üzerinde durması, tartışması gereken bir film ‘Germinal’. Nereden nereye nasıl gelindiğini anlamak, nereye nasıl gidildiğini ve gidilebileceğini düşünmek için…

 

 

Germinal   
Y: Claude Berri, S: Emile Zola’nın romanından Claude Berri, Arlette Langmann, G: Yves Angelo, YT: Thahn At Hoang, Christian Marti, SY: Olivier Radot, M: Jean-Louis Roques, K: Herve De Luze, O: Reanud, Gerard Depardieu, Miou Miou, Judith Henry, Jean-Roger Milo, Jean Carmet, Laurent Terzieff, Jean-Pierre Bisson, Bernard Fresson, 1993.

7 Ağustos 2015 Cuma

Christopher Nolan


Christopher Nolan’ın dikkate değer diğer filmleri: Following (1998), Memento (2000), Batman Begins (2005), The Prestige (2006), The Dark Knight (2008), Inception (2010), The Dark Knight Rises (2012), Interstellar (2014)…

Insomnia


Uyan, uykusu çok gözlerim...

 

 

Norveçli yönetmen Erik Skjoldbjaerg’in imzasını taşıyan 1997 tarihli “Insomnia”, Kuzey Avrupa havasının egemen olduğu daha ağır ve daha karanlık bir filmdi, onun dedektifi ahlaki zaafları daha yoğun, daha kötücül bir karakterdi. Mesela, tanık olarak arabasına aldığı kız öğrencinin bacağını okşuyordu.

 

Oysa genç yönetmen Christopher Nolan’ın imzasını taşıyan 2002 tarihli Amerikan “Insomnia”sının dedektifi, kız eteğini sıyırıp bacaklarını gösterdiğinde göz ucuyla baksa da elini sürmüyor. Norveçli dedektif en sonunda içine düştüğü açmazdan yakasını sıyırıp gidiyordu. Amerikalı dedektif ise ahlaki olarak bocalamanın bedelini ödüyor.

 
 
 

Özetle, Norveçli dedektif suçluluk meselesini atlatmakta fazla zorlanmayan bir anti-kahramandı, Amerikalı dedektif bir kaza yüzünden telaşa kapılınca devam ettiği hatalarla yolundan çıkmanın acısını çeken vicdan sahibi bir kusurlu kahraman oluyor...

 

Özgün filmin akışını, katil karakterini biraz daha öne çıkarmanın ve gerilim artırmak üzere birkaç polisiye ayrıntısı geliştirmenin dışında, neredeyse birebir koruyan, ama aynı zamanda özenli bir diyalog çalışmasıyla yeni boyutlar kazandıran senaryo yazarı Hillary Seitz’ın, birkaç fırça darbesiyle böylesi bir yön değişikliği yaratabilmesine şapka çıkarırken, sonucun “Hollywoodlaştırma” denilerek küçümsenecek bir hafifleştirme değil (belki de “hafifleştirme” denilebilecek en belirgin şey, özgün filmde dedektif sokakta canlı bir köpeğe ateş ederken, bu yeniden çevrimde vurulan köpeğin zaten ölü olması), kendine has erdemleri olan farklı bir “tavır” olduğunu da teslim etmek gerekir, çünkü karşımızda çok iyi bir film var...

 
 

Geriye dönüşlerle ilerleyen Following ve baştan sona doğru yürüyen Memento filmlerinde sinemasal zamanla oynayarak taze bir anlatım kuran 32 yaşındaki bağımsız çıkışlı İngiliz yönetmen Christopher Nolan, ilk kez geniş bir bütçeyle, büyük yıldız oyuncularla ve temel olarak çizgisel gelişen bir senaryoyla çalışmış, üstelik özgün bir proje değil, bir yeniden çevrim gerçekleştirmiş, ama gene de filmi kendine ait kılmayı becermiş. (Yapımcıları arasında bulunan Steven Soderbergh’in de ‘hem kişisel hem popüler’ filmler yapabilen sıkı yönetmenlerden biri olması bu açıdan da pek anlamlı!)

 

Zaten hikaye, karakter ve mekan, hem yoğun sıkıntıyla içiçe geçen fiziksel dertlerin de etkili olduğu şüphelerden kurtulma çabası gibi gözde temalarına, hem de klostrofobik görsel üslubuna çok uygun düşmüş. Nitekim uykusuzluğun getirdiği halsizlikle kafa karışıklığı da artan dedektifin zihninde aniden parlayıp sönen görüntüleri, geriye dönüş ile halüsinasyon arasında belirsiz bırakarak, kurgu kırılmaları da oluşturmuş. Üstelik zaten bütün olarak filmin zamansal yapısı yine bariz bir farklılık arz ediyor, çünkü hikaye Kuzey Kutbu’nun güneşin hiç batmadığı yaz günlerinde 24 saat aydınlıkta kalan Alaska’da geçiyor. Bir kara film için ne acayip malzeme!..

 
 
 

Nolan, daha önce Memento’da işbirliği yaptığı görüntü yönetmeni Wally Pfister ve kurgucu Dody Dorn’un (ve değişmez müzikçisi David Julyan’ın) katkısıyla yine seyirciyi her an tetikte tutan gergin bir atmosfer kuruyor: Ufka uzanan boşlukların hakim olduğu Alaska’nın dış mekanlarında karakterleri çoğunlukla uzak ve geniş görüntülere yerleştirerek sürekli gün ışığı altında kalan doğal çevredeki ezici yalnızlığı hissettirirken, loşluktan ve gölgelerden kaçınmadığı iç mekanlarda alabildiğine yakın planlar kullanarak sıkışmışlık ve çaresizlik halini vurguluyor. Aynı görüntü anlayışıyla çevreyi daraltarak bir boğulma duygusu oluşturduğu sisli kumsaldaki körleme takip ya da nehirde sürüklenen tomrukların altındaki çırpınma gibi anlar da, filmin en etkili sahneleri arasına giriyor. Keza, dedektifin birazcık olsun uyuyabilmek için güneş ışığını tamamen kesmek ümidiyle otel odasının pencerelerine ne bulduysa yığdığı sahneler de öyle...

 
 

Kameranın bir uçağı yukarıdan takip ederek ana karakterinin uçsuz bucaksız dağların ötesinde çok az insanın yaşadığı dünyadan kopuk bir bölgeye gelişini gösteren açılış bölümü, bir gönderme midir bilinmez, Kubrick’in Shining filminin açılışını hatırlatıyor, ki Nolan’ın seyirciyi karakterle birlikte içine çekmek istediği psikolojik duruma çok uygun düşüyor...

 

Bu noktada, Nolan’ın sinematografik imzası bir yana, Al Pacino da filme damgasını vuruyor. Hem kendini kurtarma çabası ile vicdani huzursuzluk arasındaki ahlaki ikilemden, hem uykusuzlukla boğuşurken meseleleri çözmek için uyanık kalmaya da çalışmanın zorluğundan muzdarip olan bir adamın yoğunluğunu, ince ama çarpıcı ayrıntılarla yüzüne yerleştiriyor.

 
 

Üçü de Oscar ödüllü üç oyuncu arasında, belki de ilk kez karanlık bir adamı canlandırırken komedi tecrübesinden damıtılmış ölçülü bir ironi katarak nazikleştirdiği ifadelerle daha da “rahatsız” bir karakter zenginliği hissettiren Robin Williams da, nedense Erkekler Ağlamaz’daki başarısından sonra pek değerlendirilmediği halde yeteneğini farklı bir hava kattığı kadın polis rolünde bir kez daha gösteren genç Hillary Swank de dikkat çekiyor elbette, ama esas yıldız Pacino oluyor. Gerçi ustalık mertebesine çıkmış bir yıldız olarak zaman zaman bir nevi “gösteri” kıvamına kaydığı söylenebilir, ama perdedeki Pacino olunca, bu da keyif kaçırmıyor: Hakkıdır, yakışıyor!..

 

Rivayet olunur ki, Laurence Olivier, Marathon Man filminin çekimleri sırasında, şu meşhur dişçi koltuğundaki işkence sahnesi için kamera karşısına geçmeden önce yeterince bitkin görünmek amacıyla günlerce uyamayan Dustin Hoffman’a, “kendini bu kadar yıpratacağına, rol yapmayı denesene” demiş!

 
 
 
 

Önünde sonunda rivayet ama, geleneksel İngiliz tiyatro ekolünden gelen Olivier ile Amerika’da Actors Studio’nun temsil ettiği Stanislavski kaynaklı Metod yaklaşımını benimseyen Hoffman arasındaki yöntem farkı açısından, böyle bir lafın edilmiş olması hiç de yabana atılır bir ihtimal değil doğrusu....

 

Marlon Brando’dan Robert De Niro’ya, Paul Newman’dan Harvey Keitel’e uzanan birçok öğrencisi Hollywood’da sağlam bir yer edinen Actors Studio okulunun en parlak mezunlarından biri olan Al Pacino’nun Insomnia’daki haline bakılınca, ister istemez bu rivayet geliyor akla: Acaba gerçekten günlerce uykusuz kalarak mı oynamış bu rolü?..

 

Meraklısı için not: Amerikalı yapımcılar bu yeniden çevrimi de Norveçli yönetmen Erik Skjoldbjaerg’in çekmesini istemişler aslında, ama o aynı hikayeyi ikinci kez anlatmayı anlamlı bulmadığını söyleyerek Elizabeth Wurtzel’ın kitabı “Prozac Toplumu”nun uyarlamasını yapmayı tercih etmiş...

 

 

Insomnia

Y: Christopher Nolan, S: Nikolaj Frobenius ve Erik Skjoldbjerg’in senaryosundan Hillary Seitz, G: Wally Pfister, YT: Nathan Crowley, SY: Michael Diner, M: David Julyan, K: Dody Dom, O: Al Pacino, Robin Williams, Hilary Swank, Martin Donovan, Paul Dooley, Nicky Katt, Larry Holden, Crystal Lowe. 2002.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Chris Columbus


Chris Columbus’un dikkate değer diğer filmleri: Adventures in Babysitting (1987), Stepmom (1998), Harry Potter and the Sorcerer’s Stone (2001), Harry Potter and the Chamber of Secrets (2002)…

Mrs. Doubtfire (Müthiş Dadı)


Perdede tek başına

 

 

Robin Williams, bir kez daha kahkahadan kırıp geçiriyor seyircileri, hem de tek başına. Ne de olsa, tek kişilik doğaçlama sahne gösterileriyle işe başlayan, televizyon dizilerinde “serbest atış”larıyla ün kazanan, sinemada en “garanti”li oyuncular arasına girecek kadar yaratıcı olan bir komedyen o...

 

“Evde Tek Başına” filmleriyle tanıdığımız yönetmen Chris Columbus, belli ki “rahat” bırakmış bu büyük oyuncuyu.

 
 
 

“Mork ve Mindy” dizisinden bugüne kadar, defalarca kanıtladığı “ ses ve mimik” ustalığıyla, olağanüstü bir performans kaybeden Robin Williams, baştan sona tek başına sürüklüyor filmi. Üstelik, 4 saatte tamamlanan yoğun bir makyajın altında ve kat kat giysilerin içinde.

 

Yeri gelmişken, “Müthiş Dadı”nın ilk kozu oyuncusu ise, ikinci kozu da makyaj çalışması, yani inanılmaz “değişim”...

 

Karısından boşandıktan sonra, çocuklarının hasretine dayanamayan işsiz komedyen Daniel Hillard’ın, makyajcı olan kardeşinin yardımıyla kadın kılığına girip, İngiliz bakıcı Bayan Doubtfire olarak eski evine geri dönmesini anlatıyor film. Dakikalar ilerledikçe de, kolayca tahmin edilebilecek çeşitli aksilikler ve rastlantılar çıkıyor Daniel’ın karşısına.

 
 
 

Robin Williams’ın müthiş yeteneği ve makyaj uzmanlarının şaşıtıcı başarısı sayesinde, saçma bir öykü ve abartılı durumlar, büyük bir eğlenceye dönüşüyor, ama ikinci yarıdan itibaren tekrarlar başlıyor ve sonlara doğru iyice tadı kaçıyor.

 

Yine de, keyifle izlenen bir aile komedisi “Müthiş Dadı”. Hele hele, “Alaaddin”in seslendirme çalışmalarına gönderme yapan açılış sahnesi, işçi bulma kurumundaki taklitler, mahkeme gözlemcisinin ev ziyaretindeki kılık değiştirmeler gibi nefis bölümlerin bulunduğu ilk yarı, tam bir kahkaha fırtınası estiriyor...

 

 

Mrs. Doubtfire (Müthiş Dadı)

Y: Chris Columbus, S: Anne Fine’ın romanından Randi Mayem Singer, Leslie Dixon, G: Donald McAlpine, YT: Angelo Graham, SY: Steven Graham, K: Raja Gosnell, M: Howard Shore, O: Robin Willams, Sally Field, Pierce Brosnan, Harvey Fierstein, Polly Holliday, Lisa Jakub, Matthew Lawrence, Mara Wilson, Robert Prosky. 1993.

 

Home Alone 2 (Evde Tek Başına 2)


Yine tek başına   

 
 
 

 

Bu kez, evde unutulmuyor, ama yılbaşı tatili için Miami’ye giderken, havalimanında kaybediliyor küçük Kevin. Yanlışlıkla da New York uçağına biniyor. Zaten, ikiyüzlülüğün, riyakarlığın ve duyarsızlığın eksik olmadığı ailesi ile birlikte tatile çıkmak çok da hoşuna gitmiyor.

 

Ve birden, Noel zamanı New York’ta, sırtında babasının nakit para ve kredi kartı dolu çantasıyla tek başına kalan Kevin, yalnız tatil yapmanın tadını çıkarmaya başlıyor.

 
 
 

Ama bir yıl önce haşat ederek hapse attırdığı “şapşal haydutlar” Harry ile Mary, hapisten kaçıp New York’a gelmiştir. Üstelik, bütün Noel gelirini Çocuk Hastahanesi’ne bağışlayacağını duyuran bir oyuncak mağazasını soymaya hazırlanmaktadırlar.

 

Ama Kevin, bir kez daha karşılarına çıkar ve onları “savaş alanı”na çeker. Ardından, gelsin gürültü, gelsin kıyamet...

 
 

Kanlı-canlı oyuncuların rol aldığı bir çizgi-film bu. Ama, “çizgi-film mantığı”, ikinci yarıda ortaya çıkan yoğun şiddet gösterisini mazur göstermeye yetmiyor bence. Bir çocuk için fazlaca sadist yöntemler uyguluyor Kevin. Hele, filmin “hedef seyirci”sinin çocuklar olduğu düşünülürse, gereksiz ve küçükler için sakıncalı olabilecek bir şiddet gösterisi bu.

 
 

Neyse ki, bu şiddet, filmin tamamına yayılmıyor. Özellikle ilk yarıda espirili sahneler (hele, otel odasındaki film sesleriyle kandırma sahnesi) ve “Güvercin Hanım” karakteri, keyifli anlar katıyor öyküye.

 

John Hughes yapımcılığının yanı sıra, zeki bir senarist, seyirciyi kalbinden vurabilecek ayrıntılarla donatmış senaryoyu. Chris Columbus da, öykünün mantığına yakışan bir yönetmenlik tutturmuş.

 
 

İlk “Evde Tek Başına” ile boyundan büyük bir yıldız haline gelen Macaulay Culkin, biraz büyümüş, ama hala sevimli ve yetenekli. İki güçlü oyuncu, Joe Pesci ve Daniel Stern, garip ve komik bir ikili oluşturuyorlar.

 

Velhasıl, “Evde Tek Başına 2”, yer yer keyifli, “kanlı-canlı” bir “çizgi-film”, eğlencelik bir gösteri...

 

 

Home Alone 2 (Evde Tek Başına 2)

Y: Chris Columbus, S: John Hughes, G: Julio Macat, YT: Sandy Veneziano, SY: Gary Lee, K: Raja Gosnell, M: John Williams, O: Macaulay Culkin, Joe Pesci, Daniel Stern, Catherine O’Hara, John Heard. 1992.