Filmlerle ilgili izlenimler... Ayrıca, 1987 yılından bugüne çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış film eleştirilerimi arada bir sunuyorum, bizim kuşaklar hatırlamaktan, yeni kuşaklar öğrenmekten keyif alırlar, başka filmleri keşfetmek için bir çıkış noktası olarak alırlar umarım...
12 Ağustos 2015 Çarşamba
Clint Eastwood
Clint Eastwood’un dikkate değer diğer filmleri: Bird (1988), The Bridges
of Madison County (1995), Mystic River (2003), Million Dollar Baby (2004),
Flags of Our Fathers (2006), Letters from Iwa Jima (2006), Changeling (2008),
Gran Torino (2008), Hereafter (2010)…
Space Cowboys (Uzay Kovboyları)
Uzay
kovboyları…
Kovboy
filmlerinden hareketli polisiyelere, yakışıklı yıldızlıktan usta yönetmenliğe,
sıradan yapımlardan önemli yapıtlara uzanan ilginç ve parıltılı bir sinema
kariyerine sahip olan Clint Eastwood, kat ettiği uzun ve zorlu yola
bakıldığında, özel bir ödül almayı çoktan hak etmişti elbette. Ama 1992’de
Unforgiven filmini yarışmaya kabul etmeyerek bir başyapıtı ıskalamış olan
Venedik, sekiz yıl sonra hatasını telafi etmek için, ona bir Yaşam Boyu Başarı
Ödülü verip bir de retrospektif bölümü ayırırken, yeni çalışmasını da açılış
filmi yapınca, ne yazık ki Eastwood’un bir yönetmen olarak eski parlaklığını
kaybettiği, Bird, Unforgiven, A Perfect World, Bridges of Madison County,
Midnight in the Garden of Good and Evil gibi filmlerinin başarısını yakalayamadığı
bir dönemine denk gelmiş!
Uzay
Kovboyları’nda, adından da belli olduğu üzre, klasik kovboy filmlerini
hatırlatan bir genel çerçeve var. Temel olarak, rekabeti ve dayanışmasıyla,
didişmesi ve sevgisiyle, bir “erkek dostluğu” hikayesi anlatılıyor: 1958
yılında aya gidecek ilk Amerikalı astronotlar olmaya hazırlanırken, uzay
araştırmalarının Hava Kuvvetleri’nden NASA’ya devredilmesi üzerine yerlerini
bir şempanzeye bırakarak proje dışında kalan Deadalus Takımı’nın üyesi dört
gözde askeri pilot, Neil Armstrong’un aya ayak basmasını televizyonda
seyrederken gözlerini yaşartan, hayatları boyunca içlerinde ukde kalan uzaya
gitme hayalini, yaklaşık kırk yıl sonra, bugün yaşları 70 civarında emekliler
olarak gerçekleştirme fırsatı buluyor!
Siyah-beyaz
bir açılış bölümünde, astronot adayı dört pilotun nasıl büyük bir hüsran
yaşadığını görüyoruz, üstelik ikisinin kişilikleri hakkında ipuçları da alarak:
Frank (Clint Eastwood) dikbaşlı ama sağduyulu, Hawk (Tommy Lee Jones) atak ve
çılgın, ama ikisi de cesur!
Bugüne
gelindiğinde film renkleniyor: NASA uzmanları, kontrolden çıkan Rus iletişim
uydusunun dünyaya düşmesini engelleyebilmek için çare arıyor. (Bu arada,
Amerika’nın 1960’lardan beri gizlice kendi sistemlerini kullandırdığı bu Rus
uydusu, bir ara belediye başkanlığı yaparak politikaya da bulaşmış olan
Eastwood’a, “ezeli düşman”la “politik hesap”lar uğruna işbirliği yapan “aymaz
yönetici”lere şöyle bir değinme fırsatı da veriyor!) Sonunda uydunun bağlı
olduğu yörünge sistemini 1960’larda geliştirmiş olan Frank’in gerekli tamiratı
yapabilecek tek kişi olduğu ortaya çıkıyor. 1958’de Deadalus Takımı’nı uzay
projesinden çıkarmış olan Gerson artık bir NASA yetkilisi olarak bu işin
başında bulunduğu için, yıllar öncesinden kalan husumete rağmen Frank’le işbirliği
yapmak, üstelik bu fırsatı kaçırmayan Frank’in şartını da kabul etmek zorunda
kalıyor: “Deadalus Takımı’nı uzaya gönder, uydu sistemini tamir edelim!”
O
andan sonra, Frank’in eski takım arkadaşlarını yeniden biraraya getirmesini
seyrederken, diğer iki pilotun da kişiliklerine dair ipuçları alıyoruz: Jerry
(Donald Sutherland) müzmin ve şakacı bir çapkın, Tank (James Garner) aklı
başında ve mülayim bir adam...
Deadalus
Takımı, başlarında kovboy şapkaları, emin adımlarla yan yana yürüyerek NASA
merkezine girerken, filmin yaşlılığa bakış açısı da iyice belli oluyor: Kendi
kendisiyle dalga geçebilme rahatlığı veren derin bir özgüven!
Nitekim,
uzay uçuşu için gereken testler boyunca, doğal olarak bazı konularda yetersiz
kalsalar da, sevimlilikleri ve kurnazlıklarıyla engelleri aşan geçkin
astronotlar, manevi olarak kahramanlıktan hiç taviz vermiyorlar, azim,
kararlılık ve tecrübeden güç alıyorlar...
Uzay
Kovboyları, ilk yarım saatinde, hikayenin, karakterlerin ve ilişkilerin
sergilenişi bakımından, alışılmış kalıplara belli bir mizah duygusuyla bağlı
kalsa da merak uyandırarak ümit verirken, giderek yüzeysellik ve tekdüzelik
ağır basmaya başlıyor, beklenen derinlik ve zenginlik bir türlü ortaya
çıkmıyor.
Asıl
sorun, uzay konulu bir filmin yalnızca dörtte birinin uzayda geçiyor olması
değil, hatta son yarım saate yayılan uzay sahnelerinin (Eastwood yönetmen
olarak ilk kez bu filmde özel görsel efektlerle haşır neşir oluyor) olup biteni
seyirciye kavratmakta ve gerilim yaratmakta epey yetersiz kaldığı hesaba
katılırsa, yeryüzünden hiç ayrılmasa daha iyiymiş belki.
Ama
bir noktadan sonra mizahi yaklaşımın yalnızca yaşlılığa yönelik olduğu, filmin
klasik yapıdaki gelişimini (eski ortaklar yeniden biraraya gelir, bazıları
kararsızlık gösterir, ama büyük bir bela karşısında beklenmeyen bir gayret
gösterilir, onca meselenin ortasında neşe ve aşk da yaşanır, son anda ortaklar
arasındaki dayanışmayla aşılacak bir sorun ortaya çıkar, hem ihanetlerle hem
fedakarlıklarla karşılaşılır ve zafer kaçınılmazdır!) gayet ciddiye aldığı
ortaya çıkınca, böyle bir macerada ciddiyetin gerektirdiği özellikler
görülmediği, üstelik bir özgünlük de yakalanamadığı için, seyrin tadı iyice
kaçıyor.
En
bayat kalıplara boğulmuş olan nice sıradan uzay macerasının bile kendisini
heyecanla seyrettirebildiği düşünülünce, bundan da yoksun olan filmin finaline
gelindiğinde “hepsi bu muydu?” hüsranı yaşanıyor, geriye kala kala, usta
oyuncuların kişisel karizmalarından gelen çekicilik kalıyor, ama onları iyi
filmlerde seyretmenin keyfi de hasretle hatırlanıyor!
Space
Cowboys (Uzay Kovboyları)
Y:
Clint Eastwood, S: Ken Kaufman, Howard Klausner, G: Jack N. Green, YT: Henry
Bumstead, SY: Jack G Taylor, M: Lennie Niehaus, K: Joel Cox, O: Clint Eastwood,
Tommy Lee Jones, Donald Sutherland, James Garner, Marcia Gay Harden, James
Cromwell, William Devane, Loren Dean, Courtney B. Vance. 2000.
A Perfect World (Kusursuz Dünya)
Suçlular
aramızda
Clint
Eastwood, tarihle hesaplaşmaya devam ediyor; hem kendisinin, hem ülkesinin, hem
de sinemanın tarihiyle…
1963
yılının Kasım ayında, John Kennedy’nin suikaste kurban gideceği ziyaretinden
kısa süre önce, Texas’ta geçiyor filmin öyküsü…
Silahlı
soygun suçundan 40 yıla mahkum olan, sabıka dosyası da hayli kabarık bulunan
Butch Haynes, hücre arkadaşı Terry ile birlikte, hapishaneden kaçıyor.
Bir
mahallede ihtiyaç molası verdiklerinde, Terry bir eve giriyor; yalnız bulduğu
kadına tecavüze yelteniyor, kadının küçük oğluna okkalı bir tokat atıyor. Ve
gürültü üzerine mahalle ayağa kalkıyor.
Butch’un
Terry’yi benzetmesinden ve küçük çocukla “silahı bana doğrult” diyerek
oynamasından hemen sonra, yaşlı bir komşunun tüfeğiyle çıkıp gelmesi üzerine,
çocuğu rehin alıp kaçıyor Butch ile Terry.
Ama,
7 yaşındaki sevimli Philip’e yol boyunca kötü davranan ve bir an yalnız
kaldıklarında (belki de tecavüz etmek için) kovalamaya başlayan Terry, Butch
tarafından öldürülüyor.
Bundan
sonrası, babasız büyüyen küçücük bir çocukken, fahişelik yapan annesini taciz
eden bir adamı öldürmüş, ıslahevine yollanmış ve bir daha ıslah olmamış azılı
suçlu Butch ile, Yehova Şahitleri tarikatından olan annesinin katı disiplini
altında babasız büyüyen 8 yaşındaki suskun, kırılgan ve zeki Philip arasında
giderek derin bir dostluğun oluştuğu, duygusal ve sürükleyici bir kaçış
öyküsüdür.
Peşlerinde,
yaklaşan seçimler nedeniyle kendisini sıkıştıran valilikten ve çevresinden
bunalmış, yıllar önce küçük bir çocukken tutukladığı ve babasının yanına değil
de ıslahevine yollanmasına yol açtığı Butch’ın namlı bir suçlu olmasında kendi
sorumluluğunu da hisseden, deneyimli ve katı Şerif Red Garnett ile, bu takibe özel olarak
atanmış kadın kriminolog Sally Gerber vardır.
Ama,
babasının yolladığı (yıllarla yıpranmış ve solmuş) kartpostaldan tanıdığı
Alaska’ya varmak isteyen Butch ile bir mağazadan Sevimli Hayalet Casper kostümü
çaldığı için artık kendisinin de suçlu olduğunu düşünen Philip’in kaçışları,
peşlerindekiler tarafından değil, kendileri tarafından noktalanacaktır…
“Kusursuz
Dünya”, adından esinlenerek türetilmiş “kusursuz bir başyapıt değil, kusurlu
bir film” gibi nitelendirmeleri hak etmeyen bir film. Evet, belli yerlerde
tempo düşüyor biraz, hatta bazı sahneler ‘gereksiz’ ya da ‘zorlama’ bile görülebilir,
ama baştan söylemeliyim ki, karşımızda çarpıcı bir başyapıt var.
Eastwood,
‘western’ türü için “Affedilmeyen”le yaptığını, bu kez ‘polisiye’ için
“Kusursuz Dünya”yla yapıyor: “Suçlu” kavramı üzerindeki genel ve peşin
hükümleri sarsıyor, “ceza” , “adalet” ve “kanun adamı” üzerine soru işaretleri
çiziyor! Bir zamanlar “Kirli Harry” filmleriyle “acımasız polis” tipolojisini
destanlaştırmış bir oyuncu, şimdi usta bir yönetmen olarak, kendisini dünya
çapında yıldızlaştıran bu türü didikliyor.
Yönetmen
Clint Eastwood’un özelliği, biçimsel yeniliklerin değil, filmin genel yapısına
sinen bir ‘duygu’nun peşinde koşması: Melankoli, ironi, geleneğe mesafeli bir
bakış ve trajedi, neşeden hüzne, coşkudan sıkıntıya geçiveren bir atmosferde
birleşiyor, beklenmedik anda yoğun bir gerginlik, ya da (seyirciyi canevinden
vuran, o unutulmaz final bölümü gibi) gözleri yaşartan bir duygusal tırmanış
yaşanabiliyor.
Filmin
merkezinde yeralan Butch ile Philip ilişkisinin, seyircinin yüreğine işleyen
bir derinliğe ulaşması, senaryo ve yönetmenlik kadar, oyuncuların da başarısı.
“Yıldız imajı”nın dar sınırlarını kolayca aşabilecek bir oyunculuk gücüne ve
duyarlılığına sahip olan Kevin Costner, yine unutulmaz bir kompozisyon
çıkarıyor. Küçük oyuncu T.J. Lowther, hem şeytan tüyüne sahip bir çocuk, hem de
umut vadeden bir yetenek…
Clint
Eastwood, şerif Garnett olarak, kendisine küçük bir rol vermiş, ama
ustalığıyla, etkili olmasını biliyor elbet. Laura Dern ise (pek de gerekli
olmayan ve derinleşmeyen) Sally Gerber rolünde, üzerine düşeni yapıyor…
“Kusursuz
Dünya”, sağlam bir anlatımla, düşündüren ve hissettiren, keyfi de hüznü de
insancıl bir tonda yansıtan, çok etkileyici bir film. Büyük yıldızların adını
taşıyan küçük bir başyapıt!..
A
Perfect World (Kusursuz Dünya)
Y:
Clint Eastwood, S: John Lee Hancock, G: Jack Green, YT: Henry Bumstead, SY:
Jack Taylor, K: Joel Cox, Ron Spang, M: Lennie Niehaus, O: Kevin Costner, T.J.
Lowther, Clint Eastwood, Laura Dern, Bradley Whitford, Ray McKinnon, Bruce
McGill. 1993.
Unforgiven (Affedilmeyen)
Farklı
bir western
Clint
Eastwood, son yıllarda ortaya çıkan “değişik yüz”ünü, bu kez daha ironik
biçimde geliştiriyor: Kendisini dünya çapında bir yıldız haline getiren “western”
türünün efsanelerini ve “Vahşi Batı” hakkındaki genel yargıları eşeliyor.
Doğrusu
“kovboy dünyası”nı böylesine ince biçimde eleştirmek, Eastwood gibi unutulmaz
bir western figürü için, sinema tarihine sunulmuş bir armağan olarak kabul
edilebilir.
Küçük
bir kasabanın genelevinde çalışan fahişelerin, bir arkadaşlarının yüzünü
bıçaklayan bir sığır çobanından intikam almak için 1000 dolar ödül koymaları
üzerine, bu parayı alabilmek için oraya gelen birkaç katilin ve onları
defetmeye çalışan şerifin öyküsünü anlatıyor film.
Bir
zamanlar gözünü kırpmadan cinayet işleyen, ama evlenip emekli olan, karısının
ölümünden sonra da fakir çiftliklerinde çocuklarıyla yaşayan William Munny ile
eski ortağı Ned Logan, ödülü onlara haber veren genç Schofield Kid, efsanevi
katil İngiliz Bob ve onun hayat öyküsünü kaleme alan yazar Beaucahmp, kasabaya
geliyorlar.
İngiliz
Bob, diğerlerine ders vermek isteyen acımasız şerif Bill Daggett’ın vahşi
dayağından sonra kovulurken ve son anda artık kimseyi öldüremeyeceğini anlayan
Ned de şerifin işkencesi altında ölürken, yazar Beaucahmp abartılı ve
gerçekdışı Vahşi Batı efsaneleri yazmaya devam ediyor.
Munny
ise, şiddetten uzak durduğu onca yıldan sonra, kurbanını uzaktan vurduğu
cinayet sonrasında kendisiyle hesaplaşmaya girişirken, Ned’in intikamını almak
için geçmişteki kimliğini yeniden açığa çıkarıyor…
Dört
büyük ustanın, Clint Eastwood, Morgan Freeman, Gene Hackman ve Richard
Harris’in başı çektiği başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip olan “Affedilmeyen”,
trajik karakterleri ve temaları, “şiddeti uygulayanların bile şiddetten
etkilendiği”ni göz ardı etmeyen “gerçekçi” bakış açısıyla, güzel manzaralardan
kasvetli bir atmosfere geçen, karşınıza beklenmedik anda sert bir dehşet
sahnesi çıkarabilen, melankolik bir western.
Final
sahnesinde, Clint Eastwood nerdeyse bütün western ikonlarını sırtına yüklenmeyi
göze almış olsa da, unutulmaya yüz tutmuş western türüne yeni (ve belki de son)
bir sayfa açıyor bu film…
Unforgiven
(Affedilmeyen)
Y: Clint Eastwood, S:
David Webb Peoples, G: Jack N. Green, YT: Henry Bumstead, SY: Adrian Gorton,
Rick Roberts, M: Lennie Niehaus, K: Joel Cox, O: Clint Eastwood, Morgan
Freeman, Gene Hackman, Richard Harris, Jaimz Woolvett, Saul Rubinek, Frances
Fisher. 1992.
10 Ağustos 2015 Pazartesi
Claude Zidi
Claude
Zidi’nin dikkate değer diğer filmi: L'aile ou la Cuisse (1976), La zizanie
(1978), Inspecteur la Bavure (1980)…
Les Ripoux (Avantacılar)
İşini
bilen Fransız polis…
Gırgır
Hafiye ve Şamatacılar Sınıfı filmleriyle ülkemizde de tanınan Fransız güldürü
ustası Claude Zidi’nin, 1985 Cesar’larında en iyi film, yönetmen ve kurgu
ödüllerini kazanan Avantacılar’ı, çok keyifli bir polisiye-komedi. Üstelik,
Fransız sinemasının ağırlığından pek hoşlanmayanlar için özellikle belirtelim
ki, oldukça da akıcı bir temposu var…
Paris’in
kenar semtlerinden birinin karakolunda çalışan emektar komiser Rene ile polis
akademisinden yeni mezun olan ve müfettişliğe yükselmek için hukuk sınavlarına
hazırlanan François’nın maceralarını anlatıyor film…
Amiyane
tabirle “kaşarlanmış” Rene, düzenli bir rüşvet ağı kurmuş, ganimet kopardığı
hırsızları salıveren, bölgedeki bütün suçlularla arası çok iyi olan bir
komiser, hatta yeri geldi mi, basbayağı gasp bile yapabiliyor. Genç François
bütün bunlara karşı elbette, ama işlerinin bozulmaması için Rene, bu genç
idealist çömeze bir tuzak hazırlayarak, kendisi gibi “çalışmaya” ikna ediyor onu.
Ne var ki, uyumlu ikili, bir başka sorunla karşı karşıya geliyor bu kez…
Gerçek
polis olaylarından yola çıkan Avantacılar, aynı zamanda ince bir toplumsal
hiciv yapıyor ve suçlularla dolu bir çevre panoraması da çiziyor…
Les
Ripoux (Avantacılar)
Y:
Claude Zidi, S: Simon Michael, Didier Kaminka, Claude Zidi, G: Jean-Jacques
Tarbes, SY: Françoise De Leu, M: Francis Lai, K: Nicole Saunier, O: Philippe
Noiret, Thierry Lhermitte, Regine, Grace De Capitani, Claude Brosset. 1984.
8 Ağustos 2015 Cumartesi
Claude Berri
Claude Berri’nin dikkate değer diğer filmleri: Tchao Pantin (1983), Jean
de Florette (1986), Manon des Sources (1986), Une femme de ménage (2002), Ensemble,
c'est tout (2007)…
Germinal
Güçlü
bir çığlık…
Claude
Berri, Mayıs 1992’de, Fransız Ulusal Sinema Merkezi’ne yazdığı notta, ‘çağdaş
insanın geçmişini bilmeye ihtiyacı olduğunu, nereye gittiğimizi bilmek için,
önce nereden geldiğimizi bilmemiz gerektiğini’ belirtiyor ve Emile Zola’nın
romanı ‘Germinal’in ‘hayat, aşk, kötülük, ölüm, adalet, özgürlük, mutluluk
arayışı gibi, insan doğasına ilişkin köktencil sorular’ yönelttiği için,
tarihin bir bölümünü anlattığı kadar, bugüne de ait olduğunu saptıyor. Sonra
da, bizi yakından ilgilendiren şu cümleyi yazıyor:
‘Birçok Avrupa ülkesinde, işçilerin bugün içinde
bulunduğu koşullar, Zola’nın tasvir ettikleriyle pek az benzerlik taşıyor tabii
ki. Ama, 400 Türk işçisinin bir maden kazasında ölmesinin üzerinden de çok uzun
zaman geçmedi…’
Berri,
3 Mart 1992’deki grizu patlamasında 263 madencinin öldüğü ‘Kozlu Faciası’nı
kastederken, ‘sayısal’ bir yanlış yapıyor belki, ama ‘Germinal’, yarattığı
tartışmalar ve gördüğü büyük ilgi sayesinde bir ‘ulusal olay’ haline geldiği
Fransa kadar Türkiye’de de karşılığını bulacak bir film. Çünkü ‘daha iyi bir
dünya’ arayışı da, ‘bir parça ekmek’ mücadelesi de, henüz bitmiş değil, ne
Türkiye’de, ne başka ülkelerde, ne işçiler açısından, ne de başkaları! Dünya
epey değişmiş, ilerleme kaydedilmiş, bazı sorunlar aşılmış, insanlar ve olgular
daha yumuşamış olsa bile…
‘Doğalcılık’
akımının en önemli temsilcisi sayılan büyük yazar Emile Zola, 1880’lerde
onbinlerce maden işçisinin Kuzey Fransa’daki grevini, hayat ve çalışma
koşullarını, yalın ve sert bir gerçekçilikle anlatır ‘Germinal’de.
Berri,
kusursuz bir sadakatle sinemaya aktarmış bu romanı, böylece, ‘etkileyici’
sıfatının yetersiz kaldığı bir film çıkmış ortaya: Güçlü bir çığlık, sarsıcı
bir yumruk!
Panoramik
bir film ‘Germinal’, geniş bir bakış açısıyla yansıtıyor ‘durumu’. Bu anlamda,
dekor-kostüm çalışmasından ve müthiş oyuncu kadrosundan aldığı desteği iyi
değerlendiren Berri’nin kurduğu sağlam anlatımla, tıpkı Bertolucci’nin
unutulmaz yapıtı ‘1900’ gibi, görkemli bir tarihsel ve toplumsal fresk, cüretli
ve zengin bir tasvir, karmaşık ve düşündürücü bir politik film haline geliyor
‘Germinal’:
Madenlerin
tehlikeli karanlığını, yoksulluğu, sefaleti, her şeye karşın yitirilmeyen
yaşama coşkusunu ve sevgiyi, çaresizliği, eşitsizliği, öfkeyi, kitlesel bir
patlamanın yaratabileceği şiddetin korkunçluğunu, çözümsüzlüğün içinde beslenen
umudu anlatıyor…
Fransa’nın
maden bölgesi olan Kuzey’de büyük bir ilgiyle seyredildiği ve Berri’nin ‘en iyi
madenciler tarafından algılanabileceği’ni söylediği hesaba katılırsa, (belki
Maden İşçileri Sendikacıları aracılığıyla) Zonguldak’ta mutlaka gösterilmesi çok yerinde olur, ama
zaten herkesin görmesi, üzerinde durması, tartışması gereken bir film
‘Germinal’. Nereden nereye nasıl gelindiğini anlamak, nereye nasıl gidildiğini
ve gidilebileceğini düşünmek için…
Germinal
Y: Claude Berri, S:
Emile Zola’nın romanından Claude Berri, Arlette Langmann, G: Yves Angelo, YT:
Thahn At Hoang, Christian Marti, SY: Olivier Radot, M: Jean-Louis Roques, K:
Herve De Luze, O: Reanud, Gerard Depardieu, Miou Miou, Judith Henry, Jean-Roger
Milo, Jean Carmet, Laurent Terzieff, Jean-Pierre Bisson, Bernard Fresson, 1993.
7 Ağustos 2015 Cuma
Christopher Nolan
Christopher
Nolan’ın dikkate değer diğer filmleri: Following (1998), Memento (2000), Batman
Begins (2005), The Prestige (2006), The Dark Knight (2008), Inception (2010),
The Dark Knight Rises (2012), Interstellar (2014)…
Insomnia
Uyan,
uykusu çok gözlerim...
Norveçli
yönetmen Erik Skjoldbjaerg’in imzasını taşıyan 1997 tarihli “Insomnia”, Kuzey
Avrupa havasının egemen olduğu daha ağır ve daha karanlık bir filmdi, onun
dedektifi ahlaki zaafları daha yoğun, daha kötücül bir karakterdi. Mesela,
tanık olarak arabasına aldığı kız öğrencinin bacağını okşuyordu.
Oysa
genç yönetmen Christopher Nolan’ın imzasını taşıyan 2002 tarihli Amerikan
“Insomnia”sının dedektifi, kız eteğini sıyırıp bacaklarını gösterdiğinde göz
ucuyla baksa da elini sürmüyor. Norveçli dedektif en sonunda içine düştüğü
açmazdan yakasını sıyırıp gidiyordu. Amerikalı dedektif ise ahlaki olarak
bocalamanın bedelini ödüyor.
Özetle,
Norveçli dedektif suçluluk meselesini atlatmakta fazla zorlanmayan bir
anti-kahramandı, Amerikalı dedektif bir kaza yüzünden telaşa kapılınca devam
ettiği hatalarla yolundan çıkmanın acısını çeken vicdan sahibi bir kusurlu
kahraman oluyor...
Özgün
filmin akışını, katil karakterini biraz daha öne çıkarmanın ve gerilim artırmak
üzere birkaç polisiye ayrıntısı geliştirmenin dışında, neredeyse birebir
koruyan, ama aynı zamanda özenli bir diyalog çalışmasıyla yeni boyutlar
kazandıran senaryo yazarı Hillary Seitz’ın, birkaç fırça darbesiyle böylesi bir
yön değişikliği yaratabilmesine şapka çıkarırken, sonucun “Hollywoodlaştırma”
denilerek küçümsenecek bir hafifleştirme değil (belki de “hafifleştirme”
denilebilecek en belirgin şey, özgün filmde dedektif sokakta canlı bir köpeğe
ateş ederken, bu yeniden çevrimde vurulan köpeğin zaten ölü olması), kendine
has erdemleri olan farklı bir “tavır” olduğunu da teslim etmek gerekir, çünkü
karşımızda çok iyi bir film var...
Geriye
dönüşlerle ilerleyen Following ve baştan sona doğru yürüyen Memento filmlerinde
sinemasal zamanla oynayarak taze bir anlatım kuran 32 yaşındaki bağımsız
çıkışlı İngiliz yönetmen Christopher Nolan, ilk kez geniş bir bütçeyle, büyük
yıldız oyuncularla ve temel olarak çizgisel gelişen bir senaryoyla çalışmış,
üstelik özgün bir proje değil, bir yeniden çevrim gerçekleştirmiş, ama gene de
filmi kendine ait kılmayı becermiş. (Yapımcıları arasında bulunan Steven
Soderbergh’in de ‘hem kişisel hem popüler’ filmler yapabilen sıkı
yönetmenlerden biri olması bu açıdan da pek anlamlı!)
Zaten
hikaye, karakter ve mekan, hem yoğun sıkıntıyla içiçe geçen fiziksel dertlerin
de etkili olduğu şüphelerden kurtulma çabası gibi gözde temalarına, hem de
klostrofobik görsel üslubuna çok uygun düşmüş. Nitekim uykusuzluğun getirdiği
halsizlikle kafa karışıklığı da artan dedektifin zihninde aniden parlayıp sönen
görüntüleri, geriye dönüş ile halüsinasyon arasında belirsiz bırakarak, kurgu
kırılmaları da oluşturmuş. Üstelik zaten bütün olarak filmin zamansal yapısı
yine bariz bir farklılık arz ediyor, çünkü hikaye Kuzey Kutbu’nun güneşin hiç
batmadığı yaz günlerinde 24 saat aydınlıkta kalan Alaska’da geçiyor. Bir kara
film için ne acayip malzeme!..
Nolan,
daha önce Memento’da işbirliği yaptığı görüntü yönetmeni Wally Pfister ve
kurgucu Dody Dorn’un (ve değişmez müzikçisi David Julyan’ın) katkısıyla yine
seyirciyi her an tetikte tutan gergin bir atmosfer kuruyor: Ufka uzanan
boşlukların hakim olduğu Alaska’nın dış mekanlarında karakterleri çoğunlukla
uzak ve geniş görüntülere yerleştirerek sürekli gün ışığı altında kalan doğal
çevredeki ezici yalnızlığı hissettirirken, loşluktan ve gölgelerden kaçınmadığı
iç mekanlarda alabildiğine yakın planlar kullanarak sıkışmışlık ve çaresizlik
halini vurguluyor. Aynı görüntü anlayışıyla çevreyi daraltarak bir boğulma
duygusu oluşturduğu sisli kumsaldaki körleme takip ya da nehirde sürüklenen
tomrukların altındaki çırpınma gibi anlar da, filmin en etkili sahneleri
arasına giriyor. Keza, dedektifin birazcık olsun uyuyabilmek için güneş ışığını
tamamen kesmek ümidiyle otel odasının pencerelerine ne bulduysa yığdığı
sahneler de öyle...
Kameranın
bir uçağı yukarıdan takip ederek ana karakterinin uçsuz bucaksız dağların
ötesinde çok az insanın yaşadığı dünyadan kopuk bir bölgeye gelişini gösteren
açılış bölümü, bir gönderme midir bilinmez, Kubrick’in Shining filminin
açılışını hatırlatıyor, ki Nolan’ın seyirciyi karakterle birlikte içine çekmek
istediği psikolojik duruma çok uygun düşüyor...
Bu
noktada, Nolan’ın sinematografik imzası bir yana, Al Pacino da filme damgasını
vuruyor. Hem kendini kurtarma çabası ile vicdani huzursuzluk arasındaki ahlaki
ikilemden, hem uykusuzlukla boğuşurken meseleleri çözmek için uyanık kalmaya da
çalışmanın zorluğundan muzdarip olan bir adamın yoğunluğunu, ince ama çarpıcı
ayrıntılarla yüzüne yerleştiriyor.
Üçü
de Oscar ödüllü üç oyuncu arasında, belki de ilk kez karanlık bir adamı
canlandırırken komedi tecrübesinden damıtılmış ölçülü bir ironi katarak
nazikleştirdiği ifadelerle daha da “rahatsız” bir karakter zenginliği
hissettiren Robin Williams da, nedense Erkekler Ağlamaz’daki başarısından sonra
pek değerlendirilmediği halde yeteneğini farklı bir hava kattığı kadın polis
rolünde bir kez daha gösteren genç Hillary Swank de dikkat çekiyor elbette, ama
esas yıldız Pacino oluyor. Gerçi ustalık mertebesine çıkmış bir yıldız olarak
zaman zaman bir nevi “gösteri” kıvamına kaydığı söylenebilir, ama perdedeki
Pacino olunca, bu da keyif kaçırmıyor: Hakkıdır, yakışıyor!..
Rivayet
olunur ki, Laurence Olivier, Marathon Man filminin çekimleri sırasında, şu
meşhur dişçi koltuğundaki işkence sahnesi için kamera karşısına geçmeden önce
yeterince bitkin görünmek amacıyla günlerce uyamayan Dustin Hoffman’a, “kendini
bu kadar yıpratacağına, rol yapmayı denesene” demiş!
Önünde
sonunda rivayet ama, geleneksel İngiliz tiyatro ekolünden gelen Olivier ile
Amerika’da Actors Studio’nun temsil ettiği Stanislavski kaynaklı Metod
yaklaşımını benimseyen Hoffman arasındaki yöntem farkı açısından, böyle bir
lafın edilmiş olması hiç de yabana atılır bir ihtimal değil doğrusu....
Marlon
Brando’dan Robert De Niro’ya, Paul Newman’dan Harvey Keitel’e uzanan birçok
öğrencisi Hollywood’da sağlam bir yer edinen Actors Studio okulunun en parlak
mezunlarından biri olan Al Pacino’nun Insomnia’daki haline bakılınca, ister
istemez bu rivayet geliyor akla: Acaba gerçekten günlerce uykusuz kalarak mı
oynamış bu rolü?..
Meraklısı
için not: Amerikalı yapımcılar bu yeniden çevrimi de Norveçli yönetmen Erik
Skjoldbjaerg’in çekmesini istemişler aslında, ama o aynı hikayeyi ikinci kez
anlatmayı anlamlı bulmadığını söyleyerek Elizabeth Wurtzel’ın kitabı “Prozac
Toplumu”nun uyarlamasını yapmayı tercih etmiş...
Insomnia
Y:
Christopher Nolan, S: Nikolaj Frobenius ve Erik Skjoldbjerg’in senaryosundan
Hillary Seitz, G: Wally Pfister, YT: Nathan Crowley, SY: Michael Diner, M:
David Julyan, K: Dody Dom, O: Al Pacino, Robin Williams, Hilary Swank, Martin
Donovan, Paul Dooley, Nicky Katt, Larry Holden, Crystal Lowe. 2002.
6 Ağustos 2015 Perşembe
Chris Columbus
Chris
Columbus’un dikkate değer diğer filmleri: Adventures in Babysitting (1987),
Stepmom (1998), Harry Potter and the Sorcerer’s Stone (2001), Harry Potter and the Chamber of Secrets (2002)…
Mrs. Doubtfire (Müthiş Dadı)
Perdede
tek başına
Robin
Williams, bir kez daha kahkahadan kırıp geçiriyor seyircileri, hem de tek
başına. Ne de olsa, tek kişilik doğaçlama sahne gösterileriyle işe başlayan,
televizyon dizilerinde “serbest atış”larıyla ün kazanan, sinemada en “garanti”li
oyuncular arasına girecek kadar yaratıcı olan bir komedyen o...
“Evde
Tek Başına” filmleriyle tanıdığımız yönetmen Chris Columbus, belli ki “rahat”
bırakmış bu büyük oyuncuyu.
“Mork
ve Mindy” dizisinden bugüne kadar, defalarca kanıtladığı “ ses ve mimik”
ustalığıyla, olağanüstü bir performans kaybeden Robin Williams, baştan sona tek
başına sürüklüyor filmi. Üstelik, 4 saatte tamamlanan yoğun bir makyajın
altında ve kat kat giysilerin içinde.
Yeri
gelmişken, “Müthiş Dadı”nın ilk kozu oyuncusu ise, ikinci kozu da makyaj
çalışması, yani inanılmaz “değişim”...
Karısından
boşandıktan sonra, çocuklarının hasretine dayanamayan işsiz komedyen Daniel
Hillard’ın, makyajcı olan kardeşinin yardımıyla kadın kılığına girip, İngiliz
bakıcı Bayan Doubtfire olarak eski evine geri dönmesini anlatıyor film.
Dakikalar ilerledikçe de, kolayca tahmin edilebilecek çeşitli aksilikler ve
rastlantılar çıkıyor Daniel’ın karşısına.
Robin
Williams’ın müthiş yeteneği ve makyaj uzmanlarının şaşıtıcı başarısı sayesinde,
saçma bir öykü ve abartılı durumlar, büyük bir eğlenceye dönüşüyor, ama ikinci
yarıdan itibaren tekrarlar başlıyor ve sonlara doğru iyice tadı kaçıyor.
Yine
de, keyifle izlenen bir aile komedisi “Müthiş Dadı”. Hele hele, “Alaaddin”in
seslendirme çalışmalarına gönderme yapan açılış sahnesi, işçi bulma kurumundaki
taklitler, mahkeme gözlemcisinin ev ziyaretindeki kılık değiştirmeler gibi
nefis bölümlerin bulunduğu ilk yarı, tam bir kahkaha fırtınası estiriyor...
Mrs.
Doubtfire (Müthiş Dadı)
Y:
Chris Columbus, S: Anne Fine’ın romanından Randi Mayem Singer, Leslie Dixon, G:
Donald McAlpine, YT: Angelo Graham, SY: Steven Graham, K: Raja Gosnell, M:
Howard Shore, O: Robin Willams, Sally Field, Pierce Brosnan, Harvey Fierstein,
Polly Holliday, Lisa Jakub, Matthew Lawrence, Mara Wilson, Robert Prosky. 1993.
Home Alone 2 (Evde Tek Başına 2)
Yine
tek başına
Bu
kez, evde unutulmuyor, ama yılbaşı tatili için Miami’ye giderken, havalimanında
kaybediliyor küçük Kevin. Yanlışlıkla da New York uçağına biniyor. Zaten,
ikiyüzlülüğün, riyakarlığın ve duyarsızlığın eksik olmadığı ailesi ile birlikte
tatile çıkmak çok da hoşuna gitmiyor.
Ve
birden, Noel zamanı New York’ta, sırtında babasının nakit para ve kredi kartı
dolu çantasıyla tek başına kalan Kevin, yalnız tatil yapmanın tadını çıkarmaya
başlıyor.
Ama
bir yıl önce haşat ederek hapse attırdığı “şapşal haydutlar” Harry ile Mary,
hapisten kaçıp New York’a gelmiştir. Üstelik, bütün Noel gelirini Çocuk
Hastahanesi’ne bağışlayacağını duyuran bir oyuncak mağazasını soymaya
hazırlanmaktadırlar.
Ama
Kevin, bir kez daha karşılarına çıkar ve onları “savaş alanı”na çeker.
Ardından, gelsin gürültü, gelsin kıyamet...
Kanlı-canlı
oyuncuların rol aldığı bir çizgi-film bu. Ama, “çizgi-film mantığı”, ikinci
yarıda ortaya çıkan yoğun şiddet gösterisini mazur göstermeye yetmiyor bence.
Bir çocuk için fazlaca sadist yöntemler uyguluyor Kevin. Hele, filmin “hedef
seyirci”sinin çocuklar olduğu düşünülürse, gereksiz ve küçükler için sakıncalı
olabilecek bir şiddet gösterisi bu.
Neyse
ki, bu şiddet, filmin tamamına yayılmıyor. Özellikle ilk yarıda espirili
sahneler (hele, otel odasındaki film sesleriyle kandırma sahnesi) ve “Güvercin
Hanım” karakteri, keyifli anlar katıyor öyküye.
John
Hughes yapımcılığının yanı sıra, zeki bir senarist, seyirciyi kalbinden
vurabilecek ayrıntılarla donatmış senaryoyu. Chris Columbus da, öykünün
mantığına yakışan bir yönetmenlik tutturmuş.
İlk
“Evde Tek Başına” ile boyundan büyük bir yıldız haline gelen Macaulay Culkin,
biraz büyümüş, ama hala sevimli ve yetenekli. İki güçlü oyuncu, Joe Pesci ve
Daniel Stern, garip ve komik bir ikili oluşturuyorlar.
Velhasıl,
“Evde Tek Başına 2”, yer yer keyifli, “kanlı-canlı” bir “çizgi-film”,
eğlencelik bir gösteri...
Home
Alone 2 (Evde Tek Başına 2)
Y:
Chris Columbus, S: John Hughes, G: Julio Macat, YT: Sandy Veneziano, SY: Gary
Lee, K: Raja Gosnell, M: John Williams, O: Macaulay Culkin, Joe Pesci, Daniel Stern,
Catherine O’Hara, John Heard. 1992.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)