5 Kasım 2013 Salı

9 1/2 Weeks.

Reklam ve porno estetiği...



Reklam estetiği, nesneyi öne çıkarmak üzerine kurulmuştur. Nesne, üründür. Ama, onun çekiciliğini arttırmak için, bir başka “nesne” daha kullanılır: Kadın...

 

Porno estetiği de nesneyi öne çıkarır. Bu kez nesne, bizatihi “faaliyet”leri ele alınan cinsel organlardır. Ama asıl “nesne”leştirilen kadındır yine: Erkeğin “tapılası gücü”nden o haz alır, o çığlıklar atar, o inler, o çırpınıp durur, her dem hazır ve edilgendir, maruz kalır, ama zevk de alır. Belli şemaları da vardır pornografinin, hemen her zaman aynı entrikalar üzerinde yürür...

 

Dokuzbuçuk Hafta, reklam estetiği ile porno estetiğinin “başarıyla” buluştuğu bir film. Liz ile John’ın sevişmelerinde (onların yaptıklarına argodaki deyim daha çok uyuyor ya, neyse), John’ın yüzünü göremiyoruz, hep Liz var, hep onun bedeni ve onun haz alışı yansıyor perdeye...

 

Pornografinin şemalarına gelince: Örneğin, kadının mastürbasyonu, lezbiyenlik, striptiz, oral seks ve korku-şiddet, pornografinin en çok sevdiği unsurlardır. Liz’in dia göstericisi önündeki mastürbasyonu, otel odasında fahişe tarafından okşanması, jaluzi önünde başlayıp damda biten striptizi ve buzdolabı önünde John’un ağzına tıkıştırdıklarını yiyişi ( evet, bu düpedüz ‘oral seks’tir, tabii simgeleştirilmiş ve estetize edilmiş hali, ama sonunda Liz’in dudaklarından aşağı süzülen süt, yüzüne fışkıran gazoz, porno filmlerdeki erkek orgazmından başka bir şey değil aslında), nasıl kullanıldığını göremediğimiz kırbacın şaklamaları, önce beyaz sonra siyah ( bu renk unsurlarının bir anlamı varsa bile, ben çözemedim) bir eşarpla Liz’in gözlerinin bağlanması ve “sevişme”lerin fonundaki müziklerin korku efektleri, söz konusu şemalara aynen uyuyor. Tabii, saat kulesi ya da patlamış borulardan akan suların altı gibi “değişik mekanlar”da…

 

Bu uygunluk, John’un fantezilerinin hiçbir yaratıcılık taşımadığına işaret ediyor. Yaşamı da, en az evi, bürosu ve giysileri kadar köşeli, coşkusuz ve tekdüze olan bir borsa simsarından, daha yaratıcı şeyler de beklenmez zaten. Üstelik böyle bir derdi de yok John’un. O, porno filmlerin ya da erkek dergilerindeki öykülerin fantezilerini alıp, hayata geçiriyor yalnızca.

 

Asıl çekiciliğini veren, titiz görüntü ve kurgunun, kaliteli bir çevre düzenlemesi ve renk-dekor seçiminin kaynağı olan reklam estetiğiyle de çok iyi buluşuyor Dokuzbuçuk Hafta. Nesnenin parçalanması: Liz’in göğüsleri, kalçaları, dudakları parça parça sergileniyor.

 

Bu porno ve reklam estetiği, John’un bakış açısını yansıtışıyla, film için “cuk oturan” bir seçim bence. Filmin Liz’i sergileyişinden bu kadar rahatsız olmasak, John’un ona bakışından da aynı derecede rahatsız olmayacaktık belki.

 

“Sana bu kadar kolay teslim olacağımı nereden bildin?” diye sorunca Liz, “sende kendimi gördüm” diyor John. Bu, “bana benziyorsun”dan çok, “ayna gibiydin” e denk düşüyor. Ayna yansıtır yalnızca, kendisi boştur. Liz’in, John’a karşı koyacak bir kişiliği yok önceleri. Kararlı, tutarlı değil. Ayrıldığı kocasına “benim Bruce” diyor hala.

 

Peep-show sahnesi, bir anahtar. Liz orada iki şey fark ediyor. Kendisi ile John arasındaki ilişkinin, yani birinci aşamada “seyretme-seyredilme” ilişkisinin, oradaki müşteriler ile “canlı yayın seks” yapanlar arasındaki ilişkiden pek farklı olmadığı. Ve, birlikteliklerinin temeli olan ‘seks’in, ne kadar içi boşalmış, insanilikten çıkmış bir şey olduğunu. Önce müşterilerden birinin dudaklarına yapışması, sonra John’u öpmesindeki saldırganlık, bunlara duyduğu öfkeden kaynaklanıyor.

 

Liz’in tek şansı var: Duyarlığı ve sezgileri. O bilge duruşlu ressam Fransworth’ten etkilenişi bunun sayesinde. Yaratıcı o. Bunu önce resimleriyle anlıyor Liz. Sonra, evine gittiğinde dağınıklık, düzensizlik çıkıyor karşısına. John’un köşeliğinin tam tersi. Ardından elindeki sazan balığını sessizlik içinde, dikkatle inceleyişini görüyor. Ve sergisinin açılış kokteylinde, masanın üzerinde, öbür konuklar tarafında didiklenmiş bir sazan balığı görüyoruz (bu da filmin tek dişe dokunur göstergesi belki). Liz, Fransworth’ün kokteyldeki yabancılığını izliyor, farkını fark ediyor bir kez daha. Bir köşede ağlıyor; çünkü yaşlı ressam da, o “sanat ortamı” içinde, tıpkı sazan balığı gibi didiklenecek gün geçtikçe.

 

John’un kendisini daha fazla didiklemesini istemiyor Liz. “Seçkin” lokantada, “yuppie”lerin barında, mobilya mağazasında, genel ahlaka küçük, hınzırca karşı koyuşlardan, insanları şaşırtmaktan zevk aldıysa, bir mağazadan kolye çalmak, erkek kılığında sokakta yürürken laf attığı adamlarla kavga etmek gibi heyecanları tatmaktan hoşnut kaldıysa da, John’un “nesne”si olmak istemiyor artık. “Senin hissettiğin şeyler bana güven veriyor, bunun için seviyorum seni” dediğinde John; güven verenin kendisinin teslimiyeti olduğunu biliyor çünkü.

 

Çalıntı fanteziler de kurtaramıyor, kendisine bile yabancılaşmış insanları…

 


Nine ½ Weeks (Dokuzbuçuk Hafta)

Y: Adrian Lyne, S: Elizabeth McNeill’ın romanından Sarah Kernochan, Zalman King, Patricia Louisianna Knop, G: Peter Biziou, YT: Ken Davis, SY: Linda Conaway-Parsloe, M: Jack Nitzsche, K: Caroline Biggerstaff, Ed Hansen, Tom Rolf, Mark Winitsky, O: Mickey Rourke, Kim Basinger, David Margulies, Christine Baranski, Karen Young, Dwight Weist. 1986.

Hiç yorum yok: