Reklam estetiği, nesneyi öne çıkarmak üzerine kurulmuştur. Nesne, üründür. Ama, onun çekiciliğini arttırmak için, bir başka “nesne” daha kullanılır: Kadın...
Porno
estetiği de nesneyi öne çıkarır. Bu kez nesne, bizatihi “faaliyet”leri ele
alınan cinsel organlardır. Ama asıl “nesne”leştirilen kadındır yine: Erkeğin
“tapılası gücü”nden o haz alır, o çığlıklar atar, o inler, o çırpınıp durur,
her dem hazır ve edilgendir, maruz kalır, ama zevk de alır. Belli şemaları da
vardır pornografinin, hemen her zaman aynı entrikalar üzerinde yürür...
Dokuzbuçuk
Hafta, reklam estetiği ile porno estetiğinin “başarıyla” buluştuğu bir film. Liz
ile John’ın sevişmelerinde (onların yaptıklarına argodaki deyim daha çok uyuyor
ya, neyse), John’ın yüzünü göremiyoruz, hep Liz var, hep onun bedeni ve onun
haz alışı yansıyor perdeye...
Pornografinin
şemalarına gelince: Örneğin, kadının mastürbasyonu, lezbiyenlik, striptiz, oral
seks ve korku-şiddet, pornografinin en çok sevdiği unsurlardır. Liz’in dia
göstericisi önündeki mastürbasyonu, otel odasında fahişe tarafından okşanması,
jaluzi önünde başlayıp damda biten striptizi ve buzdolabı önünde John’un ağzına
tıkıştırdıklarını yiyişi ( evet, bu düpedüz ‘oral seks’tir, tabii
simgeleştirilmiş ve estetize edilmiş hali, ama sonunda Liz’in dudaklarından
aşağı süzülen süt, yüzüne fışkıran gazoz, porno filmlerdeki erkek orgazmından
başka bir şey değil aslında), nasıl kullanıldığını göremediğimiz kırbacın
şaklamaları, önce beyaz sonra siyah ( bu renk unsurlarının bir anlamı varsa
bile, ben çözemedim) bir eşarpla Liz’in gözlerinin bağlanması ve “sevişme”lerin
fonundaki müziklerin korku efektleri, söz konusu şemalara aynen uyuyor. Tabii,
saat kulesi ya da patlamış borulardan akan suların altı gibi “değişik
mekanlar”da…
Bu
uygunluk, John’un fantezilerinin hiçbir yaratıcılık taşımadığına işaret ediyor.
Yaşamı da, en az evi, bürosu ve giysileri kadar köşeli, coşkusuz ve tekdüze
olan bir borsa simsarından, daha yaratıcı şeyler de beklenmez zaten. Üstelik
böyle bir derdi de yok John’un. O, porno filmlerin ya da erkek dergilerindeki
öykülerin fantezilerini alıp, hayata geçiriyor yalnızca.
Asıl
çekiciliğini veren, titiz görüntü ve kurgunun, kaliteli bir çevre düzenlemesi
ve renk-dekor seçiminin kaynağı olan reklam estetiğiyle de çok iyi buluşuyor
Dokuzbuçuk Hafta. Nesnenin parçalanması: Liz’in göğüsleri, kalçaları, dudakları
parça parça sergileniyor.
Bu
porno ve reklam estetiği, John’un bakış açısını yansıtışıyla, film için “cuk
oturan” bir seçim bence. Filmin Liz’i sergileyişinden bu kadar rahatsız
olmasak, John’un ona bakışından da aynı derecede rahatsız olmayacaktık belki.
“Sana
bu kadar kolay teslim olacağımı nereden bildin?” diye sorunca Liz, “sende
kendimi gördüm” diyor John. Bu, “bana benziyorsun”dan çok, “ayna gibiydin” e
denk düşüyor. Ayna yansıtır yalnızca, kendisi boştur. Liz’in, John’a karşı
koyacak bir kişiliği yok önceleri. Kararlı, tutarlı değil. Ayrıldığı kocasına
“benim Bruce” diyor hala.
Peep-show
sahnesi, bir anahtar. Liz orada iki şey fark ediyor. Kendisi ile John
arasındaki ilişkinin, yani birinci aşamada “seyretme-seyredilme” ilişkisinin,
oradaki müşteriler ile “canlı yayın seks” yapanlar arasındaki ilişkiden pek
farklı olmadığı. Ve, birlikteliklerinin temeli olan ‘seks’in, ne kadar içi
boşalmış, insanilikten çıkmış bir şey olduğunu. Önce müşterilerden birinin
dudaklarına yapışması, sonra John’u öpmesindeki saldırganlık, bunlara duyduğu
öfkeden kaynaklanıyor.
Liz’in
tek şansı var: Duyarlığı ve sezgileri. O bilge duruşlu ressam Fransworth’ten
etkilenişi bunun sayesinde. Yaratıcı o. Bunu önce resimleriyle anlıyor Liz.
Sonra, evine gittiğinde dağınıklık, düzensizlik çıkıyor karşısına. John’un
köşeliğinin tam tersi. Ardından elindeki sazan balığını sessizlik içinde,
dikkatle inceleyişini görüyor. Ve sergisinin açılış kokteylinde, masanın
üzerinde, öbür konuklar tarafında didiklenmiş bir sazan balığı görüyoruz (bu da
filmin tek dişe dokunur göstergesi belki). Liz, Fransworth’ün kokteyldeki
yabancılığını izliyor, farkını fark ediyor bir kez daha. Bir köşede ağlıyor;
çünkü yaşlı ressam da, o “sanat ortamı” içinde, tıpkı sazan balığı gibi
didiklenecek gün geçtikçe.
John’un
kendisini daha fazla didiklemesini istemiyor Liz. “Seçkin” lokantada,
“yuppie”lerin barında, mobilya mağazasında, genel ahlaka küçük, hınzırca karşı
koyuşlardan, insanları şaşırtmaktan zevk aldıysa, bir mağazadan kolye çalmak,
erkek kılığında sokakta yürürken laf attığı adamlarla kavga etmek gibi
heyecanları tatmaktan hoşnut kaldıysa da, John’un “nesne”si olmak istemiyor
artık. “Senin hissettiğin şeyler bana güven veriyor, bunun için seviyorum seni”
dediğinde John; güven verenin kendisinin teslimiyeti olduğunu biliyor çünkü.
Çalıntı
fanteziler de kurtaramıyor, kendisine bile yabancılaşmış insanları…
Nine
½ Weeks (Dokuzbuçuk Hafta)
Y:
Adrian Lyne, S: Elizabeth McNeill’ın romanından Sarah Kernochan, Zalman King,
Patricia Louisianna Knop, G: Peter Biziou, YT: Ken Davis, SY: Linda
Conaway-Parsloe, M: Jack Nitzsche, K: Caroline Biggerstaff, Ed Hansen, Tom
Rolf, Mark Winitsky, O: Mickey Rourke, Kim Basinger, David Margulies, Christine
Baranski, Karen Young, Dwight Weist. 1986.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder