Andrzej
Wajda’nın dikkate değer diğer filmleri: Pokolenie (1955), Kanal (1957), Poplol
i Diament (1958), L’Amour a Vingt Ans (1962), Krajobraz Po Bitwie (1970),
Czlowiek z Marmuru (1977), Czlowiek z Zelaza (1981), Danton (1983)…
Filmlerle ilgili izlenimler... Ayrıca, 1987 yılından bugüne çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış film eleştirilerimi arada bir sunuyorum, bizim kuşaklar hatırlamaktan, yeni kuşaklar öğrenmekten keyif alırlar, başka filmleri keşfetmek için bir çıkış noktası olarak alırlar umarım...
9 Kasım 2013 Cumartesi
Ziemia Obiecana
Bir
dönemin tasviri
1900’lerin
başında Lodz kenti, Çarlık yönetimi egemenliğinde. Bir devlet olarak henüz
haritada bulunmayan Polonya, yabancıların önderliğinde, hızla
sanayileştiriliyor. “Babaların eskiyen dünyası” yıkılırken, “oğulların yeni
dünyası” doğuyor ve “vahşi kapitalizm” tüm acımasızlığıyla hüküm sürüyor…
Bu
koşullar altında, Polonyalı asilzade Karol, Alman Max ve Yahudi Moryc, ucuza
kapattıkları bir arazide ortak bir tekstil fabrikası kurmaya girişiyorlar.
Karol nişanlısından, Max geleneksel küçük işletmesini sürdüren babasından, Moryc
de bir Yahudi bankerden para buluyor, üç kafadar, gelecek “vaadeden”
kapitalizmin kuruluşundaki amansız hıza kapılarak fabrikalarını açıyorlar…
“Vaatler
Ülkesi”, bu öykü çevresinde, birçok ayrıntı ve yan öykü katarak, bir tarihsel
panorama çiziyor: İnsan haklarının ortaya çıkmadığı, sendikalaşmanın esamisinin
okunmadığı, kölelik koşulları altında çalışılan ve fabrika bacalarının tedirgin
edici görüntüleriyle simgelenen “vahşi kapitalizm” dönemi!
Histerik
bir sanayileşme atılımı içinde, geleneksel üretim biçimlerine de, bütün ahlaki
ve insani değerlere de boş veren, hatta karşı çıkan yeni “girişimciler”, bir
cehennem yaratıyorlar.
Yeni
bir ekonomik ve sosyal düzenin doğmaya başladığı bu tarihsel dönemi, belki de o
günlerin genel atmosferlerini iyice hissettirebilmek için, bazen grotesk, kaba
hatlara varan coşkunluk ve abartıyla anlatan sinema ustası Andrzej Wajda,
oldukça çarpıcı sahneler çıkarıyor ortaya.
Kayın
ormanındaki huzurlu gezintiden, kentteki fabrikaların insanlık dışı çalışmaları
koşullarına geçiyor ve bir “cehennem tasviri” kuruyor. Kamerayı çılgınca
hareket ettiriyor, irkiltici yakın çekimler kullanılıyor, ama bu aşırılığın
iticiliğini giderek kırıyor ve kendine özgü “barok” üslubuna alıştırıyor
seyirciyi.
18
yıl öncesinden gelen “Vaatler Ülkesi”, bugün eskimiş bir sinemayı temsil ediyor
belki, didaktikliğe kapılıyor yer yer, hatta fazlalıklardan iyi arındırılmamış
bir uzunluğa da sahip; ama unutulmaz tablolar çizmek ve etkileyici anlar
yaratmaktaki ustalığıyla, Polonya’nın saygın sinemacısı Wajda, başta Daniel
Olbrychski olmak üzere, yönetmenin üslubuna uygun bir tarz sergileyen
oyuncuların da başarısından güç alarak, sanki natüralist edebiyatın mirasını
sinemaya taşıyan, önemli bir film yaratıyor, her şeye rağmen…
Ziemia
Obiecana (Vaatler Ülkesi)
Y:
Andrzej Wajda, S: Stanislaw Reymont’un romanından Andrzej Wajda, G: Witold
Sobocinski, Waclaw Dybowski, Edward Klosinski, YT: Tedausz Kosarewicz, M:
Wojciech Kilar, K: Zofia Dwornik, Halina Prugar-Ketling, O: Daniel Olbrychoski,
Wojciech Pszoniak, Andrzej Seweryn, Anna Nehrebecka. 1975.
Andrew Solt
Andrew
Solt’un dikkate değer diğer filmleri: This is Elvis (1981), Remembering Marilyn
(1987)…
Imagine
Hepsi
dün müydü?
Yıl
1963. Beatles dünyayı sarsıyor. The Royal Variety Performance’da, Kraliçe,
Prenses ve çeşitli soylularla birlikte, “sıradan” insanların da izleyeceği bir konser vermek
üzere sahneye çıkıyorlar. Ve John Lennon, bir şarkı arasında şöyle sesleniyor
mikrofondan: “Siz, ucuz sıralarda oturanlar, lütfen tempo tutun! Diğerleri,
mücevherlerini şıngırdatmakla yetinsinler!”
Aynı
John Lennon, yıllar sonra, artık Beatles’ın ortadan silindiği, ama özellikle kendisinin,
solo çalışmalarıyla hala tapılırcasına sevildiği, 7 Aralık 1980 günü, bir radyo
programında konuşmaktadır: “Dünya, oğlum Sean’ın çevresinde dönüyor. Şimdi,
sağlıklı ve pırıl pırıl olmak için daha önemli bir nedenim var: En iyi dostum
olan karımla birlikte olmak istiyorum. Ben ölmeden ve gömülmeden, işimin sona
ereceğine inanmıyorum ve umarım, bu çok çok sonra olur.”
Oysa,
çok çok yakındır; ertesi gün, oturdukları binaya girerken, kendisini
taparcasına sevenlerden biri, Mark David Chapman, 38 kalibrelik Charter Arms
tabancasıyla, onu göğsünden vurur. Hastaneye götürülürken, yolda ölür…
Yıl
1986. “En iyi dostu” Yoko Ono, başarılı belgesellerle ünlü, yapımcı David
Wolper’ı arar. Elinde, daha önce hiç gösterilmemiş, 200 saati aşkın film ve
video bant kayıtları ile binlerce fotoğraf, yazı ve belgeden oluşan, çok özel
bir arşiv bulunduğunu anlatır ve Lennon üzerine bir dramatik- belgesel
yapmasını talep eder. Tek şartı da, bu belgeselin “dürüst bir film” olmasıdır:
“Müzisyen, yazar, filozof, şair, eylemci ve insan John Lennon’ı, en gerçekçi
biçimde anlatan” bir film…
Wolper,
yine belgesel çalışmalarıyla ünlü, yönetmen Andrew Solt ve senarist Sam Egan
ile birlikte, 200 saati aşkın film kayıtlarını derler ve yeniden kurgular. İlk
aşamada, 20 saatlik bir video bant haline getirilen film; sonunda, 100
dakikalık bir dramatik-belgesel olur. Filmin anlatımı da, baştan sona John
Lennon’ın kendi sesiyledir. “Daha önce var olup olmadığını bile bilmediğim
şeyleri görüyorum şimdi” diyene kadar geçen 40 yılın öyküsü, perdedir artık.
Hem de, tüm gerçekliğiyle.
John
Lennon, “benim veya herhangi bir sanatçı ya da şairin, toplumdaki rolü,
hepimizin -insanoğlunun- neler hissettiğini, bir tür yansıtıcı gibi anlatmaya
çalışmaktır; yoksa, bir vaiz ya da lider gibi, nasıl hissetmeleri gerektiğini
söylemek değil” demiştir. Şimdi, perdeden yansıyan, onun nasıl hissettiğidir.
Bir
zamanlar, “get back to where you once belonged” (bir zamanlar ait olduğun yere
geri dön) diye bir şarkı söylemişlerdir. Jojo geri dönmüş müdür bilinmez, ama
John hep ileri gitmiştir. Wolper’ın deyimiyle, “kendini anlatabilmek için yeni
yollar bulmaya aç bir yaratıcı” olarak. Ve, yan yollara sapmanın yanlışlığını,
ileri gitmenin direncinde eritenlerin bilincine sahip çıkarak…
100
dakika. 40 yıl. Lennon’ın geçtiği yollar… Let it be!
Imagine:
John Lennon (Imagine)
Y:
Andrew Solt, S: Sam Egan, Andrew Solt, G: Nestor Almendros, K: Howard Heard,
Bert Lovitt, M: John Lennon. 1988.
8 Kasım 2013 Cuma
Andrew Davis
Andrew
Davis’in dikkate değer diğer filmleri: A Perfect Murder (1998), Holes (2003),
The Guardian (2006)…
Fugitive
Uzun
yola hüküm giymek
Yıllarca
görmediğiniz eski bir tanıdıkla karşılaşmak nasıl bir duygudur? Kuşkusuz, o da
değişmiştir; siz de. Hem bildik bir şeyler vardır ortada, hem de yeni…
“Kaçak
Doktor Kimble” ile yıllar sonra beyazperdede karşılaşmak, 20 yaşının üzerinde
olan birçok kişi gibi, benim için de keyifli ve ilginç bir deneyim oldu…
Geceyarısı
evine döndüğünde, karısına vahşice saldıran “tek kollu adam”la mücadele eden,
ama elinden kaçıran, üzerindeki kan lekeleri ve aleyhine bir sürü delil
yüzünden, son nefesini kucağında veren karısının katili olarak ölüme mahkum
olan, neyse ki bir nakil işlemi sırasında gerçekleşen firar girişimi ve kazanın
ardından kaçma imkanı bulan, sonra da, bir yandan suçlu olup olmadığını hiç
umursamayan taşyürekli kanun adamı komiser Gerard’dan kaçarken, bir yandan da
gerçek katil olan gizemli “tek kollu adam”ı bulmaya çalışan doktor Richard
Kimble…
Unutulmaz
televizyon dizisinin yapılmasından neredeyse 30 yıl sonra gerçekleştirilen bu
sinema versiyonu, kendi adıma, beni hayal kırıklığına uğratmadı. Böyle bir
hikayeden beklenebilecek kadar hareket de, heyecan da var “Kaçak”ta.
Ayrıca
bu, karakterler üzerine kurulmuş bir gerilim filmi sonuçta: Başarılı kariyeri,
ferah hayatı, mutlu evliliği, kısacası her şeyi, kimliği belirsiz bir “tek
kollu adam” tarafından altüst edilen, üstelik masum olduğu halde idam edilecek
olan, iyi yürekli, zeki ve nazik doktor Kimble; en az onun kadar zeki olan, ama
bu zekasını, her türlü insani titremeye karşı korunaklı bir bakış açısıyla
sınırlayan, düşünen, hisseden ama hiç renk vermeyen, “asla pazarlık etmeyen”,
başkalarını dehşetli biçimde sarsacak olaylar karşısında hiç istifini bozmayan
komiser Gerard! Üstelik, bu karakterleri, Harrison Ford ve Tommy Lee Jones gibi,
iki güçlü oyuncu canlandırıyorsa, o filmi izlemek gerçek bir zevk olmaz mı?
Hareketli-macera
filmlerinde epey deneyim ve başarı kazanmış yönetmen Andrew Davis de, bu iyi
kurulmuş ve işlenmiş öyküyü, karakterlerin de hakkını vererek, baştan sona
düşmeyen bir tempo ile, ara sıra (kuşkusuz “larger than life”, kuşkusuz
abartılı ve mantıksız ama) seyircinin avuçlarını terleten sahnelerle, nefesini
kesen anlarla, koltuğuna mıhlayan bir tansiyonla anlatmayı başarmışsa, en
azından, kendi türü içinde, oldukça düzeyli, hoş bir film çıkmaz mı karşımıza?
Nitekim,
sonuç böyle olmuş: “Kaçak”, sürükleyici, ilginç ve heyecanlı bir
polisiye-gerilim filmi, tanışıklığınız eski de olsa yeni de, onu yakalamak
keyifli olacaktır…
The
Fugitive (Kaçak)
Y:
Andrew Davis, S: David Twohy, Jeb Stuart, G: Michael Chapman, YT: Dennis
Washington, SY: Maher Ahmad, M: James Newton Howard, K: Don Brochu, David
Finfer, Dean Goodhill, Dov Hoenig, Richard Nord, Dennis Virkler, O: Harrison
Ford, Tommy Lee Jones, Sela Ward, Julianne Moore, Joe Pantoliano, Jeroen
Krabbe, Daniel Roebuck, Tom Wood. 1993.
Andrey Tarkovski
Andrey
Tarkovski’nin dikkate değer diğer filmleri: Andrey Rublyov (1966), Solyaris
(1972), Zerkalo (1975), Stalker (1979), Nostalghia (1983), Offret (1986)…
Ivanovo Dietsvo
Ozanın çocukluğu...
Tarkovski’nin
ilk kısa metrajlı filmi olan Yol Silindiri ve Keman, New York’taki Öğrenci
Filmleri Yarışması’nda birincilik ödülü aldıktan sonra, kendisine bir teklif
gelir. Daha önce başka bir yönetmenin başlayıp yarım bıraktığı bir edebiyat
uyarlaması için, Devlet Sinema Enstitüsü’nde öğretmen olan ünlü yönetmen
Mikhail Romm, Tarkovski’yi önermiştir.
Üç
gün düşünen Tarkovski, “bu filmin, yaratıcı çalışmayı yürütme hakkına sahip
olup olmadığını gösterecek bir tür sınav” niteliğini taşıdığına karar vererek,
öneriyi kabul eder.
Görüldüğü
üzere, “sinemanın ozanı” Tarkovski’nin, ilk filmi olan İvan’ın Çocukluğu’na
başlayışı, hayli dolaylı yoldan gerçekleşmiş.
1962
yapımı bu film, Tarkovski’nin, “bir başkasının malzemesinden yola çıkarak
çektiği tek film” (Orhan Alkaya) ve dolayısıyla Tarkovski’nin en önemli özelliği
sayılacak felsefi arka plan burada pek beliremiyor. Ama yönetmen, yine de,
sonradan tüm filmografisinin temel taşlarını oluşturacak simgelerin ilk
tohumlarını burada atıyor: Su, ateş, ağaç, vs…
Bu
simgelerin, sonraki filmlerinde yer aldığı anlamda, bir “üst-dile”, bu filmde
ulaşamadığı söylenebilir elbet; ama Tarkovski gibi dünya sinemasının önde gelen
yönetmenlerinden birinin “dünyası”na girmek için gerekli anahtarları elde
etmek, bir sinemasever için az şey değildir.
Benim
kafamı en çok kurcalayan şu oldu: Savaşın dehşetini, beklendiği gibi kanlı
çarpışmalar, yığınla ceset, top-tüfek göstererek değil de, insanların iç
dünyalarında yarattığı sarsıntılarla, dolaylı yoldan vermeyi seçen Tarkovski,
neden filminin sonlarına doğru, savaş belgesellerinden parçalar koymuş?
Çetrefil
bir soru bu. Ama, daha ilk filminde “konu bağlantıları yerine şiirsel
bağlantılar geçirmeye” çalıştığında, yetkililerin protestolarıyla karşılaşan
Tarkovski’nin, gerçekliğin “somut” bir örneğine de yer verişinin nedenini
anlamak, o kadar da zor değil hani…
Üstelik
Tarkovski, ne olursa olsun, kendi sinema anlayışının ilk belirtilerini, konu
akışının değil estetik bütünlüğün sağlamlığına verdiği önemi, tüm
“çıplaklığı”yla ortaya koyuyor İvan’ın Çocukluğu’nda…
Bir
ipucu: Yüzbaşı Çolin ile siperin üzerinde öpüşürken, hemşire Maşa’nın asılmış
gibi duruşu ve finalde, mahzendeki urganlar…
Ivanovo
Dietsvo (İvan’ın Çocukluğu)
Y:
Andrey Tarkovski, S: Vladimir Bogomolov, Mikhail Papava, Andrey Konçalovski,
Andrey Tarkovski, G: Vadim Yusov, YT: Yevgeni Çernyayev, M: Vyaçeslav
Ovçinnikov, O: Nikolay Burlyaev, Valentin Zubkov, Yevgeni Zarikov, Stepan
Krilov. 1962.
7 Kasım 2013 Perşembe
Andre Techine
Andre Techine’in dikkate değer diğer
filmleri: Rendez-vous (1985), Le Lieu du Crime (1986), Ma Saison Preferee (1993),
Les Voleurs (1996), Les Temoins (2007).
J'Embrasse Pas
Köyden
indim şehre…
Sanatçı
olmak hayaliyle, Güneybatı Fransa’nın bir dağ köyünden kalkıp, cebindeki
“sedyeci” sertifikasından başka hiçbir şeyi olmadan Paris’e gelen genç Pierrot,
ilk çare olarak, köydeyken tanıştığı bir hemşireden yardım ister. Kadın, ona
hastanenin mutfağında bulaşıkçılık işi bulur, kalması için küçük bir daire
verir ve cinsel ilişkiye de girer.
Bu
arada Pierrot, iş arkadaşı olan Arap göçmeni genç Said’in birlikte yaşadığı
eşcinselin evinde, bir başka eşcinselle, ünlü bir televizyon sunucusu olan
Romanin’le tanışır. Adamın dostça yaklaşımına, derinde yatan bir tiksinti sonucu,
çok sert tepki gösterir. Ama giderek, gittiği oyunculuk kursunda cahilliğini ve
yeteneksizliğini fark etmesi, işten atılması, hemşireden ayrılması, uzun süre
yoksulluk ve açlık çekmesi, kaba ama duygulu, yoksul ama gururlu “vahşi”
Pierrot’yu, eşcinsellere hizmet veren “erkek fahişe”lerin arasına
sürükleyecektir.
Yolu
bir kez daha Romain’le kesiştiğinde ise, adamın onunla yatmayı değil, dost
olmayı istediğini anlar. Ama onu genç bir adamla birlikte gördüğünde yine
gururu incinir ve “çöplüğe” döner. Uzaktan büyük bir arzu duyduğu güzeller
güzeli bir “kadın fahişe” ile birlikte olma isteği ise, ona ağır bedel
ödetecektir…
Usta
Fransız yönetmen Andre Techine, ağdalı bir melodrama dönüşebilecek olan
öyküsünü, ince bir duyarlılıkla ele almış, yalın bir dille aktarmış ve
etkileyici bir film çıkarmış ortaya.
“Genç
Yetenek” dalında Cesar ödülüne layık görülen ve gerçekten çarpıcı bir oyunculuk
sergileyen Manuel Blanc’a, büyük Philippe Noiret, güzel Emmanuelle Beart ve
deneyimli Helene Vincent eşlik ediyor..
J’Embrasse
Pas (Öpmem)
Y:
Andre Techine, S: Jacques Nolot, Michel Grisolia, Isabelje Coudrier-Kleist,
Andre Techine, G: Thierry Arbogast, YT: Vincent Mateu-Ferreur, M: Philippe
Sarde, K: Claudine Merlin, Edith Vassart, O: Philippe Noiret, Emmanuelle Beart,
Manuel Blanc, Helene Vincent. 1991.
Alejandro Gonzalez Inarritu
Alejandro
Gonzalez Inarritu’nun dikkate değer diğer filmleri: Amores Perros (2000), Babel
(2006)…
21 Gram
Bırak
dağınık kalsın!..
İki
kızıyla birlikte bir trafik kazasına kurban giden adamın, kimsesiz kalarak
çıkışsız bir acıya boğulunca, evliliğindeki mutluluk sayesinde uzaklaştığı
uyuşturucu belasına yeniden savrulan karısı Christina Peck; adamla kızlarına
kamyonuyla çarpıp ölümlerine sebep olunca derin bir suçluluk duygusuyla
kıvranmaya başlayarak, kendisini kanunsuz işlerden kurtarmak uğruna bağnazca
bağlandığı dinsel değerleri de sorgulayan eski mahkum Jack Jordan; ölen adamın
kalbinin nakledilmesi sayesinde ölümden döndükten sonra, bu hayati bağışı yapan
kadına gizlice yaklaşarak aşık olunca, onunla birlikte intikam ateşine tutuşan
ve yaptığı kazayla üç can alırken bir bakıma kendisinin de kurtulmasına yol
açmış olan adamın peşine düşen matematik profesörü Paul Rivers...
Paramparça
Aşklar Köpekler filmiyle parlak bir çıkış yapan 41 yaşındaki Meksikalı yönetmen
Alejandro Gonzalez Inarittu, yine hayatları bir trafik kazasıyla kesişen üç
insanın hikayesini anlatıyor, üstelik yine o filmdeki gibi dağınık bir
kurguyla, ama bu kez daha da karmaşık bir parçalama üslubu kurarak:
Paramparça’da üç hikaye kesişme anına kadar dağınık şekilde içiçe geçse de
kendi içlerinde zaman sıralamasına göre ilerliyordu, ama 21 Gram’da hikayeler
hem içiçe geçiyor hem de kendi içlerinde zaman sıralaması kırılarak perdeye
geliyor, olayların gelişimi bir nevi hafıza dağınıklığı gibi mantıki bir akış
dışında bir baştan, bir sondan, bir ortadan gelen küçük parçalarla yavaş yavaş
bütünlüğe kavuşuyor.
Doğrusu
bu üslubun, hem seyirciyi fazla zorlaması, hem de filmin hızını düşürmesi
yüzünden gereksiz bir biçimcilik gibi görülmesi mümkün, ki bu yönde eleştiriler
de yazıldı, ama eğer kendinizi o yoğun keder hissine kaptırırsanız, bunun
aslında çok ağır bir travma yaşamış insanların zihinsel ve duygusal
parçalanmışlığını yansıtan bir anlatım olduğunu farkediyor, içinde bulundukları
ruh halini paylaştıkça bu gidip gelmeleri mazur görüyorsunuz...
Tema
ve atmosfer açısından, 21 Gram’la birçok film arasında benzerlikler ya da
akrabalıklar bulunabilir, ki Milliyet’te Alin Taşçıyan mesela Elveda Las Vegas
ve Kesişen Yollar (Monster’s Ball) gibi filmlerle ‘uzaktan akraba’ olduğunu
yazdı, hatta ayrıca evlat kaybı ya da intikam meseleleri üzerinden Ayışığında
ya da Yatak Odasında filmleri de anılabilirdi, Hürriyet’te Ömür Gedik de
anlatım yapısı açısından Akıl Defteri, Tanrıkent ve Olağan Şüpheliler’le
benzerlik taşıdığını belirtti. Ama ben, karısını kaza sonucu kaybeden bir adam
ile karısının kalbinin nakledildiği genç kadının birbirlerine aşık olduğu Bana
Geri Dön (Return to Me) filmini özellikle hatırlatmak isterim.
Gene
de, 21 Gram’ın, hikayesi ilerledikçe seyircinin aklına ve yüreğine sızdırdığı
matem, suçluluk, pişmanlık, intikam, umut, bağışlama gibi kat kat açılan
temalarla özel bir film olduğunu da teslim etmek gerekir. Kaldı ki, yönetmen
Inarittu, bir çocuklarını kaybetmiş olmanın etkilerini taşıdığını söylediği bu
filmi karısına ithaf etmiş, nitekim son jenerikte yer alan not dışında bir
işaret daha var: Vicdan azabına dayanamayarak hapishanede intihar etmeye
çalışan Jack Jordan’ı son anda kurtaran şişman mahkumun kolundaki dövme,
Inarittu’nun karısının ismi: Maria Eladia...
21
Gram, hikaye kurgusunun yanı sıra sinemasal dünya açısından da Paramparça’yla
birinci dereceden akrabalık taşıyorsa, bu elbette yönetmenin birlikte çalıştığı
aynı temel ekibin imzasını taşıyor olmasından geliyor: Inarittu, belli ki kendi
fikir ve duyarlılıklarını yansıtacak kadar sıkı bir işbirliği kurduğu senaryo
yazarı Guillermo Arriago’nun kaleminden çıkan durum ve diyalogları, görüntü
yönetmeni Rodrigo Prieto’nun yakınlık hissi sağlayan hafif bir titreklik
vererek tamamen omuz kamerasıyla saptadığı kasvetli çerçeveler ile soluk
renklerin hakim olduğu görüntüleri, besteci Gustavo Santaolalla’nın gergin ve
hüzünlü müziklerini, hikayesinin getirdiği boğucu keder ve kavurucu gerilim
atmosferinin ana malzemeleri olarak çok iyi kullanıyor...
Ama
belki de en iyi kullandığı malzeme, oyuncularının yüzleri, ki fazla lafa lüzum
yok, Benicio Del Toro’da Jack Jordan’ın sertliğini ve kırılganlığını, Sean
Penn’de Paul Rivers’ın bunalımını ve savruluşunu, Naomi Watts’ta Christina
Peck’in iç kanamasını ve öfkesini, bir an bile duygu bağını koparmadan buluyor,
seyirciye de hakkını vererek yansıtıyor. Bu kesintisiz yoğunlaşmada, kuşkusuz
filmin çekimlerinin zaman sıralamasına göre yapılmış olmasının da payı var:
Olay akışı perdeye karmakarışık geliyor, ama oyuncular karakterlerin ruhsal
yolculuğunu baştan sona çizgisel bir gelişime bağlı olarak canlandırmışlar...
21
Gram, kendi ülkesinde çektiği Paramparça’yla mütevazı koşullar altında da
çarpıcı ve yenilikçi filmler yapılabileceğini gösteren Meksikalı yönetmen
Inarittu’nun, Amerika’da ünlü oyuncularla çalışma şansı bularak 20 milyon dolar
gibi Hollywood için ortalamanın altında sayılabilecek bir bütçeyle
gerçekleştirdiği, seyirciden sabır ve dikkat isteyen ama bunun karşılığını
vermeyi de ihmal etmeyen, ağırlığı isminin çok üzerine çıkan bir film...
21
Grams (21 Gram)
Y:
Alejandro Gonzalez Inarritu, S: Guillermo Arriaga, G: Rodrigo Prieto, YT:
Brigitte Broch, SY: Deborah Riley, K: Stephen Mirrione, M: Gustavo Santaolalla,
O: Sean Penn, Naomi Watts, Benicio Del Toro, Charlotte Gainsbourg, Danny
Huston. 2003.
Alan Parker
Alan
Parker’ın dikkate değer diğer filmleri: Shoot the Moon (1982), The Wall (1982),
Birdy (1984), Angela’s Ashes (1999), The Life of David Gale (2003)…
Commitments
Sokakların
müziği
Usta
yönetmen Alan Parker, bu keyifli filminde, İrlandalı gençlerin kurduğu
“dünyanın en güçlü emekçi müzik topluluğu”nun öyküsünü anlatıyor
Yıllardır
“müzik işinde”dir Jimmy, kendi deyişiyle. İrlanda’nın başkenti Dublin’de,
sokaklarda kaset ve poster satmaktadır gençlere. Kültürlüdür ve bu işlerden iyi
anlar. İki genç müzisyen, menajerleri olmasını teklif ettiğinde, Jimmy, yeni
bir grup oluşturmaya karar verir.
Verdiği
gazete ilanına başvuran gençler, Jimmy’nin hedeflediği müzik anlayışından çok
uzaktır genellikle. Ama biraz rastlantılar, biraz da çabayla, sonunda 10 genci
biraraya getirir Jimmy. Hepsi de “işçi sınıfından”dır bu gençlerin, kimi
ailesinden, kimi de bizzat! Ve Jimmy, onlardan, “sokakların dili”yle, “işçi
sınıfı hayatının müziği”ni yapmalarını ister. Zenci kökenli “soul” türü
şarkılar söyleyeceklerdir, ne de olsa İrlandalılar, “Avrupa’nın zencileri”dir!
Kilisenin
toplantı salonunda verdikleri ilk konserlerinden itibaren, beğeni toplamaya
başlarlar. Grubun “Vaatler” anlamına gelen adı yavaştan duyulur, bazı
gazetelerde haklarında bir-iki satır yazı da çıkar. Ama, o nefis müziklerine
“ruh” veren hayatları ve kişilikleri, belki de gerektiği yerde bitirecektir bu
öyküyü; efsane değil, şiir olarak!..
Alan
Parker, gerçek bir sinema ustası. “Birdy”, “Şeytan Çıkmazı”, “Mississippi
Yanıyor” gibi filmleriyle tanıyor, “Geceyarısı Ekspresi”yle de adını duyuyoruz.
Parker,
bu yeni filminde, bilinen “hırçın” tarzından, “kışkırtıcılık”tan uzak, sakin,
ölçülü bir anlatım tutturuyor. Ama hayatın kendi ritmini yakalamaktan da geri
kalmıyor.
Hiçbiri
ünlü değilse de, hepsi çok yetenekli olan oyuncularının canlandırdığı
karakterlerden gelen bir gençlik enerjisi var filmde.
Yıllar
önce “Şöhret” filminde dansçı gençlerin öyküsünü anlatan Alan Parker, bu kez
kıpır kıpır şarkılar eşliğinde, Avrupa’nın en genç nüfusa sahip ve işsizlik
oranı en yüksek ülkesi İrlanda’dan gençlik manzaraları getiriyor.
Hayatın
sıkıntılarına karşı hayatın müziğini söylüyor bu gençler!
Hayatın
lezzetlerine ve umutlarına sahip çıkıyorlar!
The
Commitments (Gençlik Ateşi)
Y:
Alan Parker, S: Roddy Doyle’un romanından Dick Clement, Ian La Frenais, Roddy
Doyle, G: Gale Tattersall, YT: Brian Morris, SY: Arden Gantly, Mark Geraghty,
K: Gerry Hambling, M: Wilson Pickett, O: Robert Arkins, Michael Aherne, Mary
Doyle Kennedy, Dave Finnegan, Andrew Strong, Johnny Murphy, Angelina Ball,
Maria Doyle, Bronagh Gallagher, Felim Gormley, Glen Hansard, Dick Massey, Ken
McCluskey, Colm Meaney.1991.
Mississippi Burning
1964,
Mississippi, Jessup kasabası. ABD Senatosu’nun Eşit Haklar Yasası’nı yürürlüğe
sokmasıyla birlikte, İnsan Hakları Örgütü görevlileri, güneyde yoğun bir
çalışmaya girmiş, zencilerin oy hakkını kullanabilmeleri için öncülük etmeye
başlamışlardır.
O
sıcak günlerde, ikisi beyaz biri zenci, üç İnsan Hakları temsilcisi, Jessup
kasabasında öldürülür. Cinayet soruşturması için kasabaya gelen iki FBI ajanı,
kısa süre içinde, olayın ardında güçlü bir ırkçılık hareketinin yattığını fark
eder ve araştırmalarını derinleştirir.
Biri,
“sonradan FBI’a girmiş eski şerif, sağ-kanat cumhuriyetçi”, diğeri “kuzeyli,
akademik ve liberal demokrat” iki ajan arasındaki çelişmeler, Ku Klux Klan ve
FBI arasındaki mücadele ile atbaşı gidecektir…
Daha
açılıştaki o “çok çarpıcı” cinayet sahnesiyle birlikte anlaşılıyor bunun bir
Amerikan yapımı olduğu ne yazık ki. Parker da kabul ediyor: ”Her filmin
arkasında bir sanayi, bir ticari baskı vardır. Beverly Hills’da oturup, her
sabah stüdyoya BMW’nizle gidiyorsanız, değil ırkçılık, toplumsal yaşamın hiçbir
biçimiyle ilişki kurmazsınız.”
Ama
Mississippi Burning, her şeye rağmen, ırkçılık konusunda etkileyici bir tavır
koyan, bu tehlikeyi gündeme getiren bir film. Parker de tamamlıyor sözlerini
zaten: “Bir takım şeyleri değiştirecek olan, filmciler değil seyircilerdir!”
Birdy,
The Wall ve Midnight Express gibi, hep yoğun tartışmaların ortasında kalan
filmler yapmış bir yönetmen Parker.
Mississippi
Burning, seyirciyi “kalbinden vurma”yı amaçlayan kimi sahnelerinin ustalığı
(kilise baskını ve ev kundaklanması sırasında, tüm dış-seslerin geriye
çekilmesi ve yüksek volümlü blues’ların fon olarak kullanılması; kurgu, kamera,
oyunculuk mükemmelliği) dışında, sıradan ve tipik bir Amerikan filmi yalnızca…
Geriye
kala kala, bir tek “sosyal içeriği” kalıyor. Bu bağlamda filmin çok eleştirilen
“tarihsel deformasyon”unun, Hollywood tanıtım taktiklerinin bir parçası olduğu
hiç akla gelmiyor mu acaba?
Filmin,
Time’a kapak olacak kadar yoğun bir tartışmanın (ve saldırının) ortasında
kalması, Parker’ın da alttan alta ‘tarihsel gerçeklere bağlı kalmamasının bir
seçim olduğunu’ vurgulaması, bunun bilinçli ve çok zeki bir oyun olduğunu hiç
düşündürtmüyor mu?
Varsın
olsun. Irkçılığın, insanları nasıl kolayca avlayıverdiğini, bu tehlikenin ne
kadar korkunç boyutlara varabileceğini bir kez daha gündeme getiriyor ya.
Gene
Hackman’ın oyunculuğuna, Peter Biziou’nun görüntülerine, Trevor Jones’un
müziklerine de şapka çıkarılır.
Parker’ın
işbilirliğine de tabii. Kendisi için bir geri adım, en iyimser yorumla bir
“yerinde sayma” bu film; ama onun sorunu. Bize seyretmek ve düşünmek kalıyor…
Mississippi
Burning (Mississippi Yanıyor)
Y:
Alan Paker, S: Chris Gerolmo, G: Peter Biziou, YT: Philip Harrison, Geoffrey
Kirkland, SY: John Willett, M: Trevor Jones, K: Gerry Hambling, O: Gene
Hackman, Willem Dafoe, Frances McDormand, Brad Dourif, R. Lee Ermey, Stephen
Tobolowsky, Michael Rooker, Pruitt Taylor Vince, Kevin Dunn. 1988.
Angel Heart
Farklı
bir “hafiye”…
Klasik
bir hafiye öyküsü gibi başlıyor her şey: New York, 1955. Özel dedektif Harry
Angel, Louis Cypher adlı biri tarafından, savaştan sonra yattığı hastaneden
kaybolan eski şarkıcı Johnny Favourite’i bulmakla görevlendiriliyor.
Bu
giriş, müzik kullanımı ve atmosferiyle bildik bir polisiye film hissi veriyor.
Üstelik
Rourke’un çizdiği Angel tipi, cesetlerin çizmelerinin tabanına sürterek
kibritini yakan, kadınlara dayanamayan, paraya zaafı olan, hırpani görünümlü,
yakışıklı ve serseri, Hammervari bir dedektif…
Oysa
Parker, yavaş yavaş sizi bambaşka bir öyküye sokuyor.
Bağış
yoluyla müridlerini sömüren zenci rahipten, kara büyü ve satanizme uzanan,
kanlı ve heyecanlı bir yolculuk başlıyor.
Ve
yönetmen alttan alta klasik hafiyelerle de dalga geçiyor: Abartılı kavga
sahneleri. Angel’in sekreteri ile olayın ipuçlarını konuşmasının neredeyse
yabancılaştırıcı bir çıplaklıkla bütünleştirilmesi…
Heyecanı
doruğa çıkaran bir ritm ve irkiltici detaylar: Cesetlerin yakın çekimi, tabakta
kanlı bir göz, masanın üzerinde sökülmüş bir yürek…
Işık/gölge
oyunlarına çok önem veren bir görüntü anlayışı (The Wall’unu hatırlayın) ve has
bir estetizm (Mickey Rourke ile Lisa Bonet’nin sevişme sahnesi, görsel
büyüleyiciliği ve ritmiyle unutulmaz)…
Parker,
daha önce 1985 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ni alan Birdy adlı
filmde birlikte çalıştığı Michael Serasin’in görüntülerinden de büyük destek
alıyor.
Farklı
bir hafiye öyküsü ve Alan Parker sineması: Nefis bir sonuç…
Bir
de seyretmeyenlere önbilgi: Müşterinin adı Louis Cypher, yani Lusifer, yani
şeytanın adlarından biri…
Angel
Heart (Şeytan Çıkmazı)
Y:
Alan Parker, S: William Hjortsberg’in romanından Alan Parker, G: Michael
Seresin, YT: Brian Morris, SY: Armin Ganz, Kristi Zea, M: Trevor Jones, K: Gerry
Hambling, Oyuncular: Mickey Rourke, Robert DeNiro, Lisa Bonet, Charlotte
Rampling. 1987.
6 Kasım 2013 Çarşamba
Alan J. Pakula
Alan
J. Pakula’nın dikkate değer diğer filmleri:
Klute (1971), The Parallax View
(1974), All The President’s Men (1976), Sophie’s Choice (1982), The Pelican
Brief (1993)…
Presumed Innocent
Adaletin
bu mu Amerika?
İdealist
ve başarılı bir savcı olan Rusty Sabich, Amerikan adalet sistemindeki zaaflara,
aksaklıklara ve adaletsizliklere değinen “Şüphe Altında”nın ana karakteri.
Kadın
savcı Carolyn Polhemus’un evinde tecavüz edilip öldürülmesi üzerine, başsavcı
Raymond Horgan, soruşturma görevini, en güvendiği yardımcısı olan Rusty’ye
veriyor. Seçimlere on gün kala ortaya çıkan bu cinayet, Horgan’ın başarısını
etkiyebileceği için, “bir an önce bir suçlu bulmasını” da istiyor üstelik.
Carolyn,
yükselme hırsıyla her yola başvuran, cinselliğini de bunun için kullanmakta
sakınca görmeyen bir kadınmış. Önce Rusty’yle ilişki kurmuş, ama onun
idealistlik ile saflık arasında gidip gelen dürüstlüğünden “birşey
çıkmayacağını” anlayınca ayrılıp, başsavcı Raymond’ın kollarına atılmış.
O
günden beri bir türlü Carolyn’i aklından çıkaramayan, her fırsatta yeniden birlikte
olmak isteyen, sesini duymak için sürekli telefonlar eden, bu arada karısı
Barbara’yla da arası açılan Rusty, şimdi onun katilini bulabilmek için kolları
sıvıyor.
Gelgelelim,
Carolyn’in karmaşık iş ve özel hayatının ayrıntılarıyla, soruşturma için
gereken incelemelerin gecikmesiyle, dosyayı zamanında yetiştiremiyor.
Raymond
seçimi kaybediyor ve yen yönetim işbaşına gelir gelmez, Rusty’yi cinayetle
suçluyor. Üstelik bir sürü kanıt ve ipucu da, Rusty’nin aleyhine gerçekten.
Savcı makamından, sanık sandelyesine geçiyor Rusty. İdealistçe ve sadakatle
hizmet verdiği adalet sistemi, şimdi onu “şüphe altında” tutuyor...
Evet,
öykü pek yeni değil. Ama “Fahişe”, “Başkanın Bütün Adamları”, “Sophie’nin
Seçimi” gibi sıradışı filmleriyle tanıdığımız usta yönetmen Alan J. Pakula, bir
kez daha ele aldığı konunun “perde arkasına” bakabilmek için kullanıyor bu
öyküyü. Jürisiyle, özerk yapısıyla, mahkeme işleyişiyle, epey özgün bir sistem
oluşturan Amerikan adaletine, kanundaki açıklar ve soruşturma entrikaları açısından
değil, insanlar temelinde yaklaşıyor Pakula.
Bu
açıdan, filmin iki düzlemi var. Birincisi, başsavcıdan yargıca, dedektiften
avukata kadar, herkesin bir yerinden pisliğe bulaştığını ortaya seren, rüşvet
yendiğini, kanıt saklanabildiğini, düzmece iddia dosyaları ve şüpheye dayalı
suçlamalar yapılabildiğini gösteren bakış. İkinci düzlem ise, Rusty’nin öyküsü:
Carolyn’le yaşadığı ilişki, karısıyla yaşadığı mutsuz ortam, birden zanlı
durumuna gelmesi ve yargılanması, bu arada da şimdiye dek pek ilgilenmediği ve
farketmediği çürümeleri görmeye başlaması.
Filmin
tek zaafı ise, finalde seyirciyi “rahatlatan” o gereksiz “cinayet açıklaması”;
oysa katili muğlak bırakmak, gerilimin doruk noktası olabilirdi...
Pakula’nın,
mat ve koyu renkleri gerilim malzemesi olarak çok iyi kullanan, kamerasını hep
bir basıklıkla çerçeveleyen anlatımı kadar, oyuncu kullanımı da çok başarılı.
“Star
Wars” ve “İndiana Jones”larla olduğu kadar, “Tanık”, “Blade Runner” ve
“Frantic” ile de tanınan yıldız Harrison Ford, bir kez daha yetenekli bir
oyuncu olduğunu kanıtlıyor.
“Örümcek
Kadının Öpücüğü”nden sonra, “Ertesi Sabah” ve “Tehlikeli Kokteyl” gibi
yapımlarda da gördüğümüz Raul Julia, avukat Sandy rolünde çok çarpıcı bir
performans daha gösteriyor.
Barbara
rolündeki Bonnie Bedelia ve Brian Dennehy’nin yanı sıra, tecrübeli zenci oyuncu
Paul Winfield da, etkileyici yargıç karakterlerinde keyifli izleniyor.
“Beyaz
Yaramazlık”tan beri unutulmayan muhteşem sarışın Greta Scacchi ise, her perdeye
gelişinde kadın-erkek tüm seyircinin nefesini kesiyor ama, oyunculuk açısından
pek akılda kalamıyor...
“Şüphe
Altında”, mutlaka görülmesi gereken bir yapım...
Presumed
Innocent (Şüphe Altında)
Y:
Alan J. Pakula, S: Scott Turow’un romanından Frank Pierson, Alan J. Pakula, G:
Gordon Willis, YT: George Jenkins, SY: Robert Guerra, K: Evan Lottman, M: John
Williams, O: Harrison Ford, Raul Julia, Brian Dennehy, Paul Winfield, Greta
Scacchi, Bonnie Bedelia, John Spencer. 1990.
5 Kasım 2013 Salı
Akira Kurosawa
Akira
Kurosawa’nın dikkate değer diğer filmleri: Rashomon (1950), İkiru (1952),
Shichinin No Samurai (1954), Kumonosu-jo (1957), Kakushi-toride No San-akunin
(1958), Warui Yatsu Hodo Yoku Nemuru (1960), Yojinbo (1961), Tsubaki Sanjuro
(1962), Tengoku To Jigoku (1963), Akahige (1965), Dersu Uzala (1975), Kagemusha
(1980), Dreams (1990)…
Rhapsody in August
Ne
kin tut, ne de unut!
Dünya
sinemasının tartışmasız en büyük yönetmenlerinden biri kabul edilen Japon usta
Akiro Kurosawa, 81 yaşında yaptığı bu filmle, beylik bir söz ama, “yıllara
meydan okumuş” adeta, bütün birikimini ortaya koymuş, hayranlıklar yaratarak!
Kocasını
atom bombasına kurban vermiş olan büyükanne Kane, Hawai’de yaşadığını öğrendiği
ve hiç hatırlamadığı zengin kardeşi Sujito’yu ölüm döşeğinde ziyarete giden
kızının ve oğlunun çocuklarıyla, Nagasaki’nın dışındaki yazlık evdedir.
Çocuklarının Hawai’den yolladığı mektup,
kardeşinin onu mutlaka görmek istediğini bildirir. Torunları, Hawai’ye gitme
ihtimaliyle coşkuya kapıldığında, Kane onlara geçmişten öyküler anlatmaya
başlar.
Sayısını
unuttuğu kardeşlerinin anıları ve atom bombasının atıldığı korkunç güne dair
hatırladıklarıyla, bu dehşet verici olayla ilgili çok az şey bilen torunlarını,
bir “tarih bilinci”ne iter yavaş yavaş…
Kurosawa
son derece insancıl bir duyarlılıkla belleksizliğe karşı bir uyarıda bulunuyor:
“Ne kin tut, ne de unut! Tarihin bilincinde ol, hataları ve acıları hatırla ki,
bir daha olmasın, bir daha yapma!”
Yer
yer öğretici bir havaya bürünse de, kurduğu müthiş atmosfer ile, hayatın
içinden, sıcak bir şeyler aktarıyor yönetmen. Hüzün ile neşe, tedirginlik ile
rahatlama, yalın ve etkileyici bir anlatımın içinde birleşiyor, insanın
yüreğine işleyen bir şiir çıkarıyor ortaya.
“Ses
çıkarmadan konuşan” iki yaşlı kadının, ya da fırtınaya karşı dirençle yürüyen
büyükannenin yarattığı tablonun güzelliği, gerçekten unutulmaz!
Amerikalı
yeğen rolündeki Richard Gere kendine has bir tavır getiriyor filme; Kane
rolündeki o sevimli oyunuyla Sachiko Murase ise, seyircinin kalbini kazanıyor!
Rhapsody
in August (Ağustos’ta Rapsodi)
Y:
Akira Kurosawa, S: Kiyoko Murata’nın romanından Akira Kurosawa, Ishiro Honda,
G: Takao Saito, Shoji Ueda, YT: Yoshiro Muraki, M: Shinichiro Ikebe, K: Akira
Kurosawa, O: Sachiko Murase, Richard Gere, Hisashi Igawa, Narumi Kayashima.
1991.
Ran
Japon
ustanın muhteşem filmi
Dünya
sinemasının en önemli isimlerinden biri olan, 81 yaşındaki Japon yönetmen Akira
Kurosawa’nın ünlü filmi “Ran”, nihayet ülkemiz sinemalarında gösteriliyor.
“Rashamon”,
“Yedi Samuray”, “Dersu Uzala”, “Kagemusha” gibi, bazıları TRT tarafından
gösterilen filmleriyle, birçok Batılı yönetmeni, örneğin Sergio Leone, Martin
Ritt, George Lucas, Francis Ford Coppola, Woody Allen ve Steven Spielberg’ü
etkileyen ve kendisine hayran bırakan bu “Doğu’nun sinema imparatoru”, yıllarca
ara verdikten sonra, geçen yıl “Düşler” adlı çalışmasıyla da tüm dünyanın ilgisini
çekmişti.
16’ıncı
yüzyıl Japonyası’nda, artık iyice yaşlanmış olan derebeyi Hidetora,
hükümranlığını en büyük oğlu Taro’ya bırakıp çekilmek istemektedir. Ama, Taro
ile ortanca kardeşi Jiro arasında bir “taht kavgası”nın doğacağını gören küçük
oğlu Saburo, iktidardan çekilmemesi için babasını uyarır. Karşılığında ise,
evlatlıktan ve mirastan yoksun kalacaktır.
Oysa
zaman, onun haklı olduğunu gösterir. Taro, karısı Kaede tarafından bıçaklanarak
öldürülür. Hemen ardından Jiro ile evlenen Kaede, hem geçmişteki bir acının
intikamını almış, hem de Jiro’nun iktidar kavgasına yardım etmiştir.
Bu
korkunç durum, yaşlı Hidetora’yı derinden sarsar. Artık, vefalı soytarısı
Kyoami ile kendini dağlara vurur. Ülkesi büyük acı içindedir. Tehlikelerin gittikçe
büyüdüğünü gören Saburo da, komşu derebeyliğe kaçmaya çalışır, ama ağabeyi
Jiro’nun adamları peşindedir...
İlk
bakışta, “klasik” bir öykü bu…
Ama
büyük yönetmen Kurosawa’nın sırrı, bu öyküyü anlatırken, hem “yaşayan”
karakterler yaratarak insana değinmek, hem de en ince detaylara önem vererek
büyüleyici bir görsel yapı kurmaktan geçiyor. Bunu yaparken, “yerelden
evrensele ulaşmak” denen o “sihirli formül”ün iyi bir örneğini de veriyor
Kurosawa: Anlatımında, Japon Kabuki tiyatrosundan açık etkiler var, ama
öyküsünü ele alışı, Antik Yunan tiyatrosunun trajedi yapısına uygun.
Ve
değindiği sorunlar, iktidar hırsı, şiddet, tutku, çaresizlik, savaşın dehşeti,
(ne yazık ki) tüm dünyanın, tüm insanlığın ve tüm zamanların sorunları...
Ran
Y:
Akira Kurosawa, S: William Shakespeare’in Kral Lear oyunundan Akira Kurosawa,
Hideo Oguni, Masato İde, G: Takao Saito, Asakazu Nakai, Shoji Ueda, YT: Shinobu
Muraki, Yoshiro Muraki, K: Akira Kurosawa, M: Toru Takemitsu, O: Tatsuya
Nakadai, Akira Terao, Jinpachi Nezu, Daisuke Ryu, Mieko Harada, Takeshi Nomura,
Yoshiko Miyazaki, Takashi Watanabe. 1985.
Indecent Proposal
Aşkın
zaferi mi?
Amerikan
sinemasının medya stratejistleri sağolsun, bu filmin “püf noktası”nı zaten
biliyorduk. Haliyle, “giriş” bölümleri biraz “sadede gel” sıkıntısıyla geçiyor.
“Rüya”larını
gerçekleştirmek için borç altına girmiş ve sonunda sıfırı tüketmiş genç bir
karı-koca, acaip bir teklif alıyorlar. Daha doğrusu, teklifi adam alıyor: “Bir
milyon dolar karşılığında, karınla bir gece geçirmeme izin verir misin?”
Aslında
sorunun pratik tercümesi, “geçici olarak pezevenklik yapar mısın?” diye oluyor.
Tabii dolayısıyla da, genç kadına “geçici fahişelik yapar mısın?” diye
soruluyor.
Aslında,
olay bundan ibaret değil. Milyarder adam, kadını daha önce bir mağazada görmüş,
çarpılmış; eh, adamı Robert Redford’un canlandırdığı düşünülürse, kadın da
ondan etkilenmiş biraz. Yine de, kocasıyla büyük bir aşk yaşıyorlar ve bu
yüzden, tersliyor hemen.
Buradan
kalkılarak, meseleyi boyutlandırmak mümkün: İlk soru, “para herşeyi satın
alabilir mi?” Sonra, “sevdiğinizi paylaşabilir misiniz?” sorusu geliyor.
“Başkasıyla seviştikten sonra, aşkınız devam edebilir mi?” ya da “aşıksanız,
bir başkasıyla sevişebilir misiniz?” Tabii, “vücudunuz ile, yüreğiniz ve
aklınız birbirinden bağımsız mıdır?” sorusu da önemli (kocasıyla, teklifi kabul
edip etmemeyi tartışırlarken, “yalnızca vücudum bu, kalbim değil, aklım değil”
diyor kadın).
Olaya
bir “güç denemesi” olarak girişen milyarderin, teklifi adama yöneltmesi de,
sıkı bir işadamına yakışan bir strateji elbet: İstediği, kadını elde etmek.
Hedefe, kocasını deneme tahtasına koyarak ulaşmaya çalışıyor. Adamın
duraksamasıyla da, ilk atışta isabet sağlamış oluyor, nifak tohumunu ekiyor...
Kuşkusuz,
bunlar ve muhtemel başka sorular, ilginç tartışmalar yaratabilir. Gelgelim, yalnızca
“orijinal” bir “fikir”le film olmuyor. Daha başından, teklifi yapana haddini
bildirmekten başka birşey düşünmeyecek olanlar (ki, herhalde çoğunluğu teşkil
ederler), hikayeyi fazlasıyla “saçma” bulacaklardır. “İnsanoğlu çiğ süt
emmiştir” düsturunu ya da “malum düzen insanları ne hale düşürüyor” tezini
benimseyenler ise, meselenin gereğince işlenmediğini düşünecekler. En
hafifinden “neden olmasın?” diyebilecek olanlara da, benim söyleyebileceğim
birşey yok.
“Flashdance”,
“Dokuzbuçuk Hafta”, “Öldüren Cazibe”, “Dehşetin Nefesi” filmleriyle tanıdığımız
yönetmen Adrian Lyne, olayın “püf noktası”nı seyirciye bırakmayı tercih etmiş,
üstüne üstlük kimi filmlerinde ağır basan özgün anlatım tarzına hiç yakışmayan
“geri-dönüş”lerle başlattığı “romantik çizgi”ye daha çok abanmış, elindeki
güçlü oyuncuları iyi kullanmış, vasat bir dille, “aşk üçgeni” hikayesine
ağırlık vermiş.
“Empire”
dergisinden Philip Thomas’ın dediği gibi, “Demi Woody’yi seviyor, köpek ikisini
birden seviyor”, milyarder de Demi’yi seviyor, ama kadının ona hiçbir zaman
“kocasına baktığı gibi” bakmayacağını anlayınca, bu sevdadan vazgeçiyor.
Hiç
inandırıcı olmayan bir final bölümüyle, sevenler kavuşuyor, herkesin içi rahat
ediyor. Sorun, kadının, para karşılığında, hem de karı-kocanın birlikte verdiği
karar sonucu bir başkasıyla yatması değilmiş gibi, hikaye bildik bir “aldatma”
düzeyine çekiliyor, “unutmak değil, affetmek” gibi bir yaklaşımla, “aşkın,
paraya karşı zaferi” ilan edilerek, her şey tatlıya bağlanıyor.
Velhasıl,
kuşkusuz seyredilebilir, ama gürültüsü boyunu aşan, sıradan bir film...
Indecent
Proposal (Ahlaksız Teklif)
Y:
Adrian Lyne, S: Jack Engelhard’ın romanından Amy Holden Jones, G: Howard
Atherton, YT: Mel Bourne, SY: Gae Buckley, K: Joe Hutshing, M: John Barry, O:
Demi Moore, Woody Harrelson, Robert Redford, Oliver Platt, Seymour Cassel,
Billy Bob Thornton. 1993.
Jacob'a Ladder
Savaş cehenneminden gerçeklerin dehşetine...
Jacob
Singer, bir Vietnam gazisi. Yıllar sonra, New York’ta, korkunç görüntüler
sarıyor çevresini. Nereye baksa, nereye gitse, dehşet veren halisünasyonlar
görmeye başlıyor.
Takip
edildiği, garip suratlı yaratıkların peşinde olduğu, öldürülmek istendiği
korkusu, Vietnam’daki son gecesinin sarsıcı anısı, ölen oğlunun acısı da üstüne
binince, çıldırma noktasına gelen Jacob, savaş gazilerine hizmet veren
psikoloğunu arıyor, ama doktorun, arabasındaki patlama sonucu öldüğünü
öğreniyor.
Kabuslar
yüzünden hayatı altüst olmaya devam ederken, Vietnam’daki bölüğünden arkadaşı
Paul arıyor ve benzer görüntü ve korkuları yaşadığını anlatıyor, ama az sonra o
da arabasının havaya uçmasıyla ölüyor.
Paul’un
cenazesinde, Vietnam’daki diğer arkadaşlarıyla karşılaşan Jacob, hemen hepsinin
aynı durumda olduğunu anlıyor. Birlikte bir avukata başvurup, ordu aleyhine
dava açmak istiyorlar. İddiaları, Vietnam’da kendilerine “bir şey” yapıldığı.
Ama ertesi gün, avukat da arkadaşları da, davadan vazgeçiyorlar.
Jacob,
gerçeği öğrenmek ve kabuslardan kurtulmak için vereceği mücadelede yalnızdır
artık...
“Flashdance”,
“Dokuzbuçuk Hafta” ve “Vahşi Orkide”nin yönetmeni Adrian Lyne, bu kez çok
farklı ve başarılı bir film gerçekleştirmiş. “Hayalet” filminin senaryosunu da
yazan Rubin’in metninden, teknik ustalığıyla, sürükleyici, gerilimli, ilginç
bir yapıt çıkarmış ortaya.
Oldukça
karmaşık bir olay örgüsüyle, merak duygusunu sürekli ayakta tutarak, Vietnam ve
genel olarak savaş olgusuna, şiddetin doruklara çıktığı ve çıkarıldığı ortama,
“dışardan” ve fantastik bir bakış atmış.
Düş
ile gerçek birbirine karışırken, “Çizgi Ötesi”nde olduğu gibi, ölüm anındanki
bilinçaltı hesaplaşmasına değiniyor film.
Jacob’s
Ladder (Dehşetin Nefesi)
Y:
Adrian Lyne, S: Bruce Joel Rubin, G: Jeffrey Kimball, YT: Brian Morris, SY:
Jeremy Conway, Wray Steven Graham, K: Tom Rolf, M: Maurice Jarre, O: Tim
Robbins, Elizabeth Pena, Danny Aiello, Matt Craven, Pruit Taylor Vince, Jason
Alexander, Patricia Kalember, Ving Rhames, Macaulay Culkin. 1990.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)