9 Kasım 2015 Pazartesi

David Fincher



David Fincher’ın dikkate değer diğer filmleri: Seven (1995), Panic Room (2002), Zodiac (2007), The Social Network (2010), Gone Girl (2014)…

Fight Club (Dövüş Kulübü)

Gerçekten uyuyamazsan, gerçekten uyanamazsın!

                                                                                    
        
Birkaç kez farklı adlar kullanmasına rağmen asıl adını hiç duymadığımız, ama filmdeki bazıları gibi Jack diye anacağımız kişiyi, ilk olarak, ölümle burun buruna geldiği bir anda görüyoruz: Jenerik boyunca vücudunun içinde hızla gezinen, damarlarının arasından süzülen, sonra beyninden geçen kamera, kafasından dışarı çıkıp terli alnından ve yüzünden aşağı kayarak, ağzındaki silahın namlusundan geçiyor ve yüzünü gösteriyor. “İşte bu kadar, son üç dakika” diyor, silahı Jack’in ağzının içine doğrultmuş olan adam, “söylemek istediğin bir şey var mı?”

Bağlanmış olduğu sandalyede, içinde bulunduğu durumun vehametinden ziyade ağzının içindeki silahın temiz olup olmadığına aklı takılan Jack çaresizce dinlerken, yüzünü tam olarak göremediğimiz adam, çevredeki birçok binanın altına bomba yerleştirdiklerini anlatıyor. Ve işte o anda, Jack bu berbat duruma nasıl geldiğini hatırlamaya çalışıyor, sonra da bize anlatmaya başlıyor...



30 yaşlarında, yapayalnız yaşayan, büyük bir otomobil şirketinde üretim hatasından kaynaklanan trafik kazalarıyla ilgili bir tazminat müfettişi olarak çalışan Jack, hem işinden bezmiş, hem de hayatından, arkadaşı ya da sevgilisi yok, üstelik aylardır uykusuzluktan mustarip...

İçindeki boşluğu doldurma ümidiyle evini yeni eşyalarla doldurmaya girişen Jack, kataloglardan seçerek kuryeyle getirttiği çeşit çeşit eşyayla evini tam bir “katalog sayfası”na çeviriyor. Ama, sıkıntılı hayatına bir meşgale katmak için başladığı bu alışveriş tutkusu sonucunda evi tıka basa dolduğu halde, kendi içi hala boş, üstelik uykusuzluk da baki...



Son bir ümitle ilaç vermesi için yalvardığı doktor, ona uykusuzluktan ölmeyeceğini söylediğinde, çok acı çektiğini belirten Jack, beklemediği bir cevap alıyor: “Testis kanserlilerin dayanışma toplantısına git de gerçek acı neymiş gör!..”

Jack, orada gerçekten acıyı görüyor ve hissediyor, ama aradığı şifayı da buluyor: Hormon tedavisi yüzünden büyüyen göğüsleri göbeğine kadar sarkmış iriyarı bir adam, aynı hastalıktan mustarip sandığı için ona sarılıp hüngür hüngür ağladığında, Jack de kendini kaptırıp ağlıyor ve birden rahatlıyor. O gece, aylardır ilk kez mışıl mışıl uyuyor, bir bebek gibi...

Hem duygusal bir paylaşım yaşatarak insani bir ilişki fırsatı yarattığı, hem de rahatlamasını sağlayarak uykusuzluktan kurtardığı için, dayanışma toplantıları Jack’in hayatının yeni meşgalesi oluyor. Artık her akşam bir toplantıya katılıyor: Bir akşam tüberkülozlu, öteki akşam alkolik, bir akşam kanserli, öteki akşam melankolik! Sahte hasta Jack’in acıları, gerçek hastalar sayesinde azalıyor...

Marla Singer ortaya çıkana kadar! Sigara tiryakisi, bakımsız, rüküş, baygın bakışlı bu kadın, Jack’in katıldığı her toplantıda ortaya çıkmaya başlıyor ve işin tadını kaçırıyor. Çünkü sadece “sinemadan daha ucuz olduğu ve üstelik bedava kahve de verildiği” için bu toplantılara katılıyor, yani o da Jack gibi bir “sahte hasta”, üstelik tek amacı da vakit geçirmek! Bir başka sahte hastanın varlığını farketmek “gerçeklik” duygusunu zedelediği için, onu gördükçe Jack’in konsantrasyonu bozuluyor, dolayısıyla artık rahatlayamıyor ve yine uykusuzluk çekmeye başlıyor. Neyse ki, kısa bir tartışmadan sonra, aynı toplantılarda bulunmamak üzere anlaşarak, günleri paylaşıyorlar...



O günlerde Jack, bir iş seyahatinden dönerken, uçakta yanında oturan genç bir adamla tanışıyor: Evinde ürettiği güzellik sabunlarını pahalı kozmetik mağazalarına pazarlayan, ayrıca boş zamanlarında bir sinemada makinistlik ve bir otelde garsonluk da yapan Tyler Durden. Birbirlerine telefon numaralarını verip ayrılıyorlar...

Ama az sonra Jack, dayayıp döşemek için onca zaman kafa patlattığı evinin yanıp kül olduğunu görüyor: O gelmeden az önce, muhtemelen gaz kaçağından dolayı bir patlama olmuş, bütün eşyaları yanmış ya da parçalanarak caddeye fırlamış...



Evsiz barksız kalan Jack’in aklına Tyler’ı aramak geliyor, zaten sığınabileceği başka bir arkadaşı da yok. Bir barda buluşup sohbet ediyorlar. Kendinden emin ve serseri haliyle “Jack’in tam zıddı” olan Tyler, tüketim toplumu üzerine eleştirel bir nutuk attıktan sonra, “sahip olduğun şeyler sonunda sana sahip olmaya başlar” diyor. Kendi hayatının tam da onun eleştirdiği gibi olduğunu farkeden Jack, onu şaşkınlık ve hayranlıkla dinlerken, içindeki “öteki”yle yüzleşiyor sanki!..

Bardan çıkıp Tyler’ın evine giderlerken, birden dönüp “bana bir iyilik yap, vurabileceğin kadar hızlı vur” diyor Tyler. Bir kez daha şaşkına dönüyor Jack, ne demek istediğini anlamaya çalışıyor. “Vur” diyor Tyler, “ben istiyorum, atabileceğin kadar hızlı bir yumruk at bana”!  Jack isteksizce suratına bir yumruk indiriyor. Tyler önce kıvranıyor, gerçekten canının yandığını söylüyor, sonra birden o da Jack’in karnına bir yumruk atıyor. Ardından, dövüşmeye başlıyorlar, yumruk yumruğa!

Biraz sonra yara bere içinde nefes nefese kaldırıma oturduklarında, Jack “bunu ara sıra yapmalıyız” diyor. O kadar rahatlıyor ki bu dövüş sayesinde, o gece Tyler’ın sefil bir mahalledeki izbe evinde, uzun zamandır ilk kez mışıl mışıl uyuyor yine. Dövmek ve dövülmek, Jack’in sıkıntısına dayanışma toplantılarından daha iyi geliyor...



Dövüş Kulübü, işte böyle kuruluyor. Tyler’ın döküntü evinde birlikte yaşamaya başlayan iki arkadaş, her cumartesi gecesi, aynı barın arkasında birbirlerine giriyorlar. Onların keyif aldıklarını gören bazı bar müdavimleri de yanlarına geliyor, sonra onlar da birbirleriyle dövüşmeye başlıyor ve yavaş yavaş sayıları artıyor. Ve artık sokakta dövüşemeyecek kadar kalabalıklaştıklarında, barın bodrumuna geçiyorlar, Dövüş Kulübü’nün merkezi de burası oluyor.

Tyler ve Jack’in önderliğinde, cumartesi geceleri bazı kurallar çerçevesinde gizlice toplanan, birbirlerini kıyasıya döverek öfkelerini ve saldırganlıklarını boşaltan, fiziksel acılar sayesinde ruhsal acılarını unutmaya çalışan şoförler, çöpçüler, garsonlar ya da memurlar, işlerinden bıkan ve hayatlarından sıkılan, alt ve orta sınıflardan, yabancılaşmış şehirli erkekler...



Dövüş Kulübü, yumruk indirdikçe ve yumruk yedikçe yaşadıklarını hisseden, birbirlerini döverek dostluk kuran,  yüzlerindeki yaraları erkeklik simgesi gibi gururla taşıyan üyelerine bir “aidiyet” de sağlıyor. Gizli olduğu halde kulaktan kulağa yayılarak popülerleşen kulüp, giderek genişliyor...

Tyler’ın, kendisine haber vermeden, salı ve perşembe geceleri de kulüp toplantıları düzenlediğini öğrenen, hatta başka şehirlerde de şubeler açtığına dair dedikodular duyan Jack, bu gelişmelerden endişelenmeye başlıyor. Ama, kendisine hayran olan sadık üyelerin artmasından çok hoşlanan Tyler, giderek kulübü bir siyasi örgüt haline getirmekten de çekinmiyor.

Kıyasıya döverek ve dövülerek kişisel rahatlama sağlamak gibi “masum” bir amaçla yola çıkan Dövüş Kulübü, Tyler’ın “ancak sahip olduğumuz herşeyi kaybettiğimizde herşeyi yapabilecek kadar özgür oluruz” sözleriyle harekete geçerek, tüketim toplumuna karşı kargaşa ve tahrip eylemlerine yönelen bir terörist örgüte dönüşüyor.

Bu süreç içinde, kendisine ilgi duyan Marla Singer’ı ateşli ve gürültücü bir yatak arkadaşı olarak Tyler’ın elde ediverdiğini gören Jack, liderliğini tamamen Tyler’a kaptırdığı Dövüş Kulübü’nde de işlerin çığrından çıkmasına müdahale edemiyor.



Çalışmak ve tüketmekten ibaret hayatlarında kişiliksizleştikleri için Dövüş Kulübü’ne katılmaktan medet uman adamların, bu kez de Tyler’ın düşünceleri ve emirleri karşısında kişiliksizleştiklerini gören Jack, sokakta kavga çıkarmaktan geceleri otomobillerin farlarını kırmaya, marketlerdeki otomatik fiyat etiketlerini sıfırlamaktan vitrin camlarını indirmeye uzanan Dövüş Kulübü eylemlerinin, kundaklamadan bombalamaya kadar ilerlediğini gördüğünde, bu gidişe engel olmaya karar veriyor, ama artık çok geç olduğunu da farkediyor!..

“Yaratık 3” ve “Oyun”un yanısıra, özellikle kara film tarihine bir köşetaşı diktiği “Yedi”yle son on yılın en dikkat çekici çıkışını yapan yönetmen David Fincher, bir kez daha, hem üslup hem de hikaye açısından kasvetli ve şaşırtmacalı, göndermeleri ve yan anlamları zengin bir filmle karşımızda...

Jim Uhls’un, Chuck Palahniuk’un çok satan romanından, birçok monolog ve diyaloğu birebir kullanarak uyarladığı senaryo, hikayeyi geliştirirken aniden dalıverdiği ayrıntılarla, Fincher’a müthiş bir imkan sunuyor:

Jack’in kendi hikayesini anlatırken anı parçalarını kafasında birleştirmeye çalışması, bazı şeyleri sonradan hatırlayarak araya girmesi, hem kendisine hem de topluma dair eleştirel ve alaycı yorumlar yapması, Fincher’ın bilinen karanlık ve gergin dünyasına, kıpır kıpır bir kamera, hınzır bir kurgu ve coşkulu bir müzikle, taze bir keyif ve kışkırtıcı bir mizah da getiriyor.

Zıpkın gibi kamera kaydırmalar, aşırı yakın planlar, ağır veya hızlı çekimler, zaman zaman patlayan flaşlar, kendine özgü renkler taşıyan rüya-kabus parçaları ve donuk karelerle başlayıp biten geriye dönüşlerle, Jack’in zihnindeki yolculuğu heyecanlı bir acelecilikle perdeye getiren Fincher, hikayesini gerektiği gibi anlatırken, belki filmi ikinci kez seyretmeyi ayrı bir zevk haline getirecek küçük oyunlar da oynuyor:

Brad Pitt’in canlandırdığı “dövüşerek kendini aşan” Tyler ortadan kaybolduktan sonra, Jack ile Marla’nın önünde kavga ettiği bir sinemanın afiş panosunda, yine Brad Pitt’in Budizm sayesinde “kendini aşan” bir karakteri canlandırdığı “Tibet’te Yedi Yıl” filminin isminin yazılı olduğu görülüyor, ama bu arada Fincher’ın “Yedi” filmi de akla getiriliyor. Daha önce “İlk Korku” ve “American History X” filmleriyle iki kez aday olduğu Oscar ödülünü alamayan Edward Norton’ın canlandırdığı Jack, bir sahnede telefonla konuştuğu komisere inandırıcı biçimde yalan söylerken, kafa sesinden, Oscar kazananların o klasik cümlesi duyuluyor: “I like to thank the Academy...”

Zaten film boyunca Jack’in sesi, sadece kendi hikayesini aktarmıyor, filme de değiniyor: Olayların hızlandığı bir anda, “koltuklarınıza dönün ve kemerlerinizi bağlayın” çağrısı, ya da önce Tyler’ın “tek kare” sürprizlerini anlatırken, sonra da filmde beklenmedik gelişmeler olduğunda tekrar ettiği, “işte burası dönüm noktası, film devam eder, ama seyircilerin neler olup bittiğine dair en küçük fikri yoktur” yorumu duyuluyor...



Bazı sinema yazarları tarafından “90’ların Otomatik Portakalı” olarak değerlendirilen filmin bir yerinde Jack, artık robotlaşmış kulüp üyelerinin kundaklama hazırlıklarını anlatırken “clockwork” (otomatik) diyor. Tyler, “kendi iyiliği için uyarmak” üzere silahla tehdit ettiği zavallı bir tezgahtar koşarak kaçarken, arkasından “koş Forrest, koş” diye sesleniyor, “Forrest Gump” filminin “saf” karakterine atıfta bulunarak...

Fincher ve arkadaşları, film boyunca örtülü “nanik”lerle pek eğlenmişler belli ki: Tyler’ın evinde çatıdan damlayan yağmur sularının ıslattığı bir dergi görülüyor, Amerika’nın popüler sinema dergilerinden Movieline, kapağında da Drew Barrymore’un fotoğrafı var, ki kendisi Edward Norton’ın eski sevgilisi...

“İlk Korku”da ikiyüzlü bir katili, “American History X”te sonradan pişman olan acımasız bir Neonazi’yi canlandıran Edward Norton, başlangıçta bir tür “yaşayan ölü” gibi bezgin ve ümitsiz olan, ama zamanla şaşkınlığı üzerinden atarak güç ve hırs kazanmaya başlayan Jack karakterini, giderek değişen vücut dili ve yüz ifadeleriyle, yine güçlü biçimde yorumluyor. Filmin anlatıcısı olarak da, acı mizah tadı taşıyan cümleleri sesiyle yorumluyor: “Kataloglara balıklama daldım ve hangi eşyalar beni bir kişilik sahibi yapar diye kafa yordum” ya da “insanlar ölmekte olduğunuzu sanınca, konuşma sırasının kendilerine gelmesini beklemek yerine, size gerçekten kulak veriyorlar”. Bir kliniğin çöplüğünden çaldıkları “liposuction” torbalarındaki insan yağlarını “en iyi sabun malzemesi” olarak değerlendiren Tyler’ın yaptığı “güzellik sabunları”nı pahalı kozmetik mağazalarına satmalarını ise, şöyle anlatıyor: “Zengin hanımlara, kendi kıçlarını  satıyorduk!..”

“Yedi”den “12 Maymun”a, “Vampirle Görüşme”den “Joe Black”e kadar, farklı rollerle “yakışıklı yıldız” sıfatının ötesine geçen Brad Pitt ise, makinistlik yaparken aile filmlerinin arasına tek karelik penis görüntüleri ekleyen ya da garsonluk yaparken kremalı çorbalara “vücut sıvıları” katan “sevimli bir bozguncu”yu canlandırırken, Tyler karakterinin sözleriyle sanki doğrudan doğruya kendisi gibi “yakışıklı yıldız”ların alet olduğu yanılsamaya da saldırıyor: “İşçi tulumlarımızın ve beyaz yakalarımızın kölesiyiz, nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, hiç ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırları satın alıyoruz, televizyon ve reklamlar bize bir gün hepimizin zengin birer rock yıldızı ya da film yıldızı olabileceğimizi söylüyor, ama olmayacağız, gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz ve çok, çok öfkeleniyoruz!..”

Tyler, Büyük Bunalım ve İkinci Dünya Savaşı gibi Amerikan tarihinin önemli dönemeçlerine atıfta bulunarak, “bizim bir Büyük Savaş’ımız, bir Büyük Bunalım’ımız yok, bizim büyük savaşımız ruhsal bir savaş, büyük bunalımımız kendi hayatlarımız” diyor. Dövüş Kulübü, açıkça çağdaş Amerikan toplumundaki ve benzerlerindeki “derin hoşnutsuzluk”tan kaynaklanabilecek sorunlara dair siyasi ve felsefi eğretilemeler içeren bir film zaten...

Afişe çıkan “Kargaşa. Tahrip. Sabun.” sloganıyla daha baştan faşizmin yükselişini hatırlatan Fincher, film boyunca militarist eğitim yöntemlerinden, Heidegger’in Antik Yunan metinlerinden beslenen “ilk insana dönüş” yaklaşımını akla getiren “arena” çağrışımlı dövüş sahnelerine kadar, çeşitli göndermeler yapıyor. Ama aynı zamanda, hem Jack’in toplumsal eleştirileri, hem Tyler’ın siyasi nutukları, sosyalist bir söylem de taşıyor. Anarşizm, Dövüş Kulübü’nün eylemleri yaygınlaştıkça belirginleşiyor! Nihilizm, baştan sona filmin havasında kendini hissettiriyor...

Jack film boyunca birkaç kez “ben aydınlandım” derken, Tyler’ın zor kullanarak da olsa herkesi “uyandırma”yı kendine görev edinmesi ise, aydınlanmacılığın kültürel üstünlük iddiasını çağrıştırıyor. Asya kökenli bir tezgahtara yaptığı “uyarı”, bir nevi tepeden inmeci çağdaşlaştırmayı, “gerikalmış uluslara uygarlık” götürme çabasını da çağrıştırıyor: Kafasına silah dayayarak, “aslında ne olmak istiyorsun?” diye soruyor tezgahtara, ecel terleri döken adam “veteriner” diyor titreyerek, “iyi o zaman, artık bu berbat işi bırakıyorsun, altı hafta sonra seni bulacağım, eğer veteriner olmak için yola koyulmamışsan öldürürüm” diye bağırıyor Tyler ve adam can havliyle kaçarken, “yarın onun hayatının en güzel günü olacak” diyor!..

Bu tür çağrışımların yanısıra, tüketim toplumunu, sadece karakterlerinin sözleriyle değil, doğrudan doğruya hikayesinin merkezi olan dövüşlerle de hedef tahtasına koyuyor film: Dövüş Kulübü’nün üyeleri, birbirlerini kan revan içinde bırakırken, Jean Baudrillard’ın deyişiyle “en güzel tüketim nesnesi” olarak “çok sattıran” vücutlarına zarar veriyorlar öncelikle!

Ama kendi dışındaki “dünya”yı değiştirmedikçe, “tecrit” olmanın sorunları halletmeyeceğini, sadece geçici rahatlamalar sunacağını farkeden bu kapalı cemaat zamanla siyasallaşıyor ve kendisini kendisine karşı acımasızlaştıran sistemi hedef alarak dışa açılıyor, ki bu hem dünyada hem Türkiye’de gündemde olan “cemaatlerin toplumsallaşması” sürecine de gönderme yapıyor!

Ama film, bazılarının sandığının aksine, yalnızca “genel durum” tespiti yapmakla yetiniyor, “taraf” olmuyor, çünkü “kurulu düzen” kadar, “muhalif”lerine de keskin oklar atıyor, “modern insan”ın acısını ve “kendisi”nden kaynaklanan çıkışsızlığını işaret ediyor ve belki en çok bu açıdan (ama galiba haklı olarak) “umutsuz” görülüyor: Dövüş Kulübü’nün birinci kuralı, Dövüş Kulübü hakkında konuşmamak, değil mi? Konuşma, değerlendirme, sorgulama, eleştirme yani! Hakim ya da muhalif her örgütlenmenin “kaderi”! İnsanın, farkına varması ve karşı çıkması yetmiyor, önce “kendi”ni, zaaflarını ve arazlarını bertaraf etmesi gerekiyor tabii ki!..           

Görüldüğü üzre, Dövüş Kulübü, hem biçim hem de içerik açısından çok çeşitlilik arzeden, birden fazla katmandan oluşan, birkaç kez seyredilmeye davet eden, farklı farklı yorumlara kapı açan, farklı farklı tartışmalara kışkırtan bir film...

“Dövüş Kulübü”nün kurulduğu dünyada kaydadeğer tek kadın (Haşmet Babaoğlu’nun deyişiyle bir “kara delik”) olarak kalan ve Jack’in “yaşadığımız herşey galiba onunla ilgiliydi” dediği Marla karakterinin çevresinde gelişen, filmin başından sonuna kadar belli belirsiz görsel ve sözel ipuçlarıyla örülmüş psikolojik süreç de, final bölümünde ortaya çıkan “alter ego” sürprizini en başından itibaren sezdirmeye başlıyor aslında:

Daha jenerik bölümünde, kamera Jack’in içinden çıkıyor ve onun yüzüne dönüyor öncelikle, yani Jack kendine bakıyor...

İlk yarım saat içinde üç kez, önce “sıkıntı merkezi” işyerinde fotokopi makinesinin önünde, sonra hastanede doktorun “gerçek acı” tavsiyesi sırasında, bir de ilk dayanışma toplantısında rahip “dostlarına ruhunu açan” bir testis kanserli adama teşekkür ederken, henüz hikayeye dahil olmayan Tyler’ın görüntüleri, bilinçaltı işaretleri gibi çakarak, Jack’in baktığı yerlerde bir an için hayal meyal görünüp kayboluyor!

Jack, katıldığı bir grup terapi seansında, kendi “mağara”sına daldığında, bir “buzul mağarası” görüyor ve orada kendisinin “kudret hayvanı” olarak karşısına çıkan bir penguen ona “sinsi” deyip kaçıyor! Aynı mağaraya yeniden girdiğinde bu kez karşısına Marla çıkıyor ve ona yine “sinsi” diyor! Jack’in “içinin buz kestiği” ve “içten içe”, sinsice başka bir kişilik geliştirdiği sezdiriliyor...  

Tyler’ın kişiliği ve görünüşü kadar, evi de Jack’inkinin “tam zıddı” olarak sergileniyor, çünkü Tyler herşeyiyle Jack’in “öteki”si olarak ortaya çıkıyor! Nasıl olduğu görülmese de pek gürültülü olduğu açıkça duyulan ilk sevişmelerinin sabahında, “bezgin” Jack’te böyle bir “ateş” bulmayı beklemediği için “dün geceye inanamayan” Marla, bir kez bile Tyler’la yanyana görülmüyor ve onun adını hiç anmıyor, çünkü malum, öyle biri yok!

Jack, zaman zaman “Tyler’ın sözcükleri benim ağzımdan dökülüyordu”, “ben bunu biliyorum, çünkü Tyler biliyor” gibi cümlelerle kendisini onunla özdeşleştiriyor zaten, ama asıl ipucunu, patronunun odasında kendisinin ağzını burnunu dağıttığı sahnede yumruklarını sallarken veriyor: “Nedense, Tyler’la ilk kavgamı hatırladım!” Aslında filmin başından sonuna kadar hep kendi kendisiyle dövüştüğü de, finale doğru güvenlik kameralarından açıkça görülüyor sonunda...

Jack, birdenbire ortadan kaybolan Tyler’ı şehirden şehire dolaşarak ararken, “hep onun bir adım gerisindeydim” diyor bir ara, çünkü yaşadıkları “bilinçaltının öne geçmesi”nden ibaret zaten. Tyler’ın nihayet açıkça söylediği gibi: “Hayatını değiştirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordun, ama kendi başına beceremedin. Ben olmak istediğin şeylerin hepsiyim! Görünmek istediğin gibi görünüyor, düzmek istediğin gibi düzüyor, yapmak isteyip de yapamadığın herşeyi yapabiliyorum!..”

David Fincher, filmi ilk kez seyreden herkesi finalde şaşkına çeviren bu “kişilik bölünmesi”ni böyle incelikle kurarken, Dövüş Kulübü’nün ortaya çıktığı şehrin adını da vermiyor, ama yine küçük ipuçları sunuyor: Sık sık adı geçen Starbucks kahvelerinin ilk kuruluş yeri neresi? Jack’in “gezegenimiz onun adını alacak” dediği Microsoft’un merkezi nerede? Film boyunca fonda duyulan grunge müziğinin çıkış yeri neresi? Tabii ki Seattle!

Peki, bu film yapıldıktan yaklaşık bir yıl sonra ne oldu? Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısını protesto etmek için, Dövüş Kulübü gibi internet üzerinde örgütlenerek biraraya gelen farklı akımlardan muhalif gruplar, Seattle sokaklarında Dövüş Kulübü üyelerine rahmet okutacak bir kargaşa ve tahrip rüzgarı estirdi!

“Hayat sanatı taklit ediyor” demeyi ya da “hakikat” yerine “tezahür”lerine tepki göstermeyi tercih edenleri, kendi hallerine bırakalım: Fincher’ın “öngörü”sünü takdir etmemek mümkün mü?..

Ama gene de unutmamak gerek, Tyler Durden’ın “tek kare” şaşırtmacasını bizzat kullanmaktan çekinmeyen, filmin en sonuna tek karelik bir penis görüntüsü atarak seyircisine el sallayan bir yönetmen var karşımızda: “Bu da sadece bir film aslında...”

Tabii bu arada sizi biraz sarsarak kışkırttıysa ne âlâ!..



Fight Club (Dövüş Kulübü)

Y: David Fincher, S: Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından Jim Uhls, G: Jeff Cronenweth, YT: Alex McDowell, SY: Chris Gorak, M: Dust Brothers, K: James Haygood, O: Brad Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter, Meat Loaf, Jared Leto, Zach Grenier, David Andrews. 1999.

The Game (Oyun)

Hadi canım sen de!..



İlk kez “Yaratık 3”le ümit vaat eden, “Yedi” filmiyle bütün dünyada ciddi hayranlar kazanan genç yönetmen David Fincher, sinemaseverlere kötü bir “oyun” oynamış bu kez: İlgi çekici bir paket var karşımızda, ama maalesef içi boş!...



Büyük bir holdingin patron koltuğunda ve görkemli bir malikanede oturan, ama yalnız ve tatsız bir hayat yaşayan, neredeyse hiç dostu olmayan, işinden başka birşey düşünmeyen Nicholas Van Orton, 42 yaşının arifesinde, pek ender ortaya çıkan kardeşi Conrad’dan beklenmedik bir hediye alır: Müşterilerine, içeriği ve kuralları belirsiz  “oyun”lar hazırlayarak yeni tecrübeler tattırmayı taahhüt eden CRS şirketinin başvuru kartı.



Nicholas, epey garip ve anlamsız bulsa da, şirkete gider, kendisine “oyun” hazırlanması için gereken testlerden geçer ve renksiz hayatına geri döner. Ama çok geçmeden, bahçesinde bulduğu bir oyuncak bebekle başlayan, karmaşık ve korkutucu olayların içinde bulur kendisini. Küçük aksaklıklardan büyük  heyecanlara uzanan “oyun” hızla ilerledikçe, sevimsiz bir “şaka” sandığı olayların, giderek tehlikeli bir “tuzak” haline geldiğini görür, ölümle burun buruna gelir.



Hikayenin çıkış noktası epey verimli görünüyor, doğrusu yönetmen Fincher da, anlatım maharetini sergileyerek kasvetli bir atmosfer ve sürükleyici bir merak duygusu oluşturuyor, ama bu gergin yapı, gittikçe sarsılmaya başlıyor:

Nicholas gibi bir adamın böyle bir oyuna katılmaya zahmet etmesi de, her tesadüfün mutlaka tuzaklara hizmet etmesi de inandırıcılığı yerle bir ediyor, en sonunda milim sapmanın ölüme yol açacağı bir “atlama”nın “ayarlanmış” olmasına ve onca badireden sonra gökdelen tepesinden düşen bir adamın hiçbir şey olmamış gibi sükunetle kalkmasına inanmamız beklenen o anlamsız ve berbat “final”de hepsinin üzerine tüy dikiyor!



Fincher görüntü ve kurgu stiliyle, müzik ve efektlerle, belli bir yere kadar seyirciyi heyecana kaptırarak sürükleyebiliyor, hatta giderek “oyun” mu “tuzak” mı çelişkisine düşürmeyi de başarıyor, ama elindeki senaryo bütün gücünü kırıyor, bütün kapılar boşluğa açılıyor!..

Sinemanın aldatma becerisini sergilemekten çok, zekamızı aşağılayan bir tavırla karşılaşmak, seyir zevkini de kaçırıyor. Sonuç, yönetmen için utanç, bizim için hüsran olmaktan öteye gidemiyor!..    



The Game (Oyun)

Y: David Fincher, S: John Brancato, Michael Ferris, G: Harris Savides, YT: Jeffrey Beecroft, SY: James Murakami, Steve Saklad, K: James Haygood, M: Howard Shore, O: Michael Douglas, Sean Penn, Deborah Kara Unger, James Rebhorn, Peter Donat, Carroll Baker, Anna Katarina, Armin Mueller-Stahl, Elizabeth Dennehy, Caroline Barclay, John Aprea. 1997.

Alien 3 (Yaratık 3)

Ne yazık ki hüsran...



Doğrusu ya, genç yönetmen David Fincher, büyük bir hüsrana uğrattı beni.

Amerika’da yayınlanan “Premiere” dergisindeki bir röportajda verdiği cevaplar, bir zeka kıvraklığı, yaratıcılığı besleyebilecek bir kendinden eminlik, hatta sevimli bir küstahlık taşıyordu. Ama filmi, hiç de parlak bir çıkış değil...

Kuşkusuz, reklam ve video-klip deneyiminden gelen bir teknik beceri, bir akıcılık var Fincher’ın anlatımında, ama “Yaratık 3”, giderek bir teknik gösteriye boğulmaktan kurtulamıyor.

Gerçi, bir sürü “entellektüel gönderme(cik)” var filmde, ama “popüler ile seçkini kaynaştırma” yolundaki bu girişim de hedefine varamıyor. Ortaya “ne kuş ne deve” bir film çıkıyor!..



Açıkçası, ne “dar mekanları ustalıkla kullanarak yaratılan klostfrobik atmosfer”, ne “korkunç ve karanlık bir ortamda yaşanan aşk teması”, ne “hapishane gezegenindeki mahkumların Hristiyanlıkla ilişkisi ve canavarla mücadele yöntemleri yoluyla verilen Ortaçağ yansınmaları”, ne de “karnında bir canavar taşıyan anne motifi”, kırıntı olmaktan öteye gidebiliyor.

Karamsar gelecek tasvirine gelince, bu da ne yeni, ne de yeterli!..



”Yaratık 3”, son 20 dakikasında, en azından gerilim duygusu yaratarak belli bir etkileyicilik yakalıyor, ama bütün olarak yüzeysel ve vasat bir film.

Haliyle, Sigourney Weaver da kendi kalıbından çıkamazken, usta oyuncu Charles Dance “geçip gidiyor”, diğerleri herhangi bir hareketli macera filminin düzeyini tutturuyor...



Alien 3 (Yaratık 3)

Y: David Fincher, S: Dan O’Bannon ve Ronald Shusett’in karakterlerinden David Giller, Walter Hill, Larry Ferguson, Vincent Ward, G: Alex Thomson, YT: Norman Reynolds, SY: Fred Hole, James Morahan, K: David Crowther, Terry Rawlings, M: Elliot Goldenthal, O: Sigourney Weaver, Charles Dutton, Brian Glover, Charles Dance, Ralph Brown, Holt McCallany, Lance Henriksen, Pete Postlethwaite. 1992.

David Cronenberg



David Cronenberg’ün dikkate değer diğer filmleri: Dead Ringers (1988), M.Butterfly (1993), A History of Violence (2005), Eastern Promises (2007)…

Naked Lunch (Müthiş Yemek)

Güzel, ama hazmı zor...



“Videodrome”, “Sinek”, “Ölü İkizler” gibi şaşırtıcı filmleriyle Amerikan sineması içinde farklı bir yere sahip olan usta yönetmen David Cronenberg, sanatçı kişiliğini derinden etkileyen bir romanı, kendi üslubuna yakıştırarak beyazperdeye uyarlamış. Sonuç: Sinema tarihinde mutlaka yer alacak bir film!

“Müthiş Yemek”, 1953 yılında, New York’ta, böcek ilaçlama servisinde çalışan eski yazar ve eski uyuşturucu bağımlısı William Lee’nin, karısını “kaza sonucu” öldürdükten sonra, yeniden uyuşturucunun gizemli dünyasına ve yazarlığa dönüşünü anlatıyor. “İnterzone” adlı hayali bir Kuzey Afrika ülkesinde, aslında kendi kafasında kurduğu garip bir casusluk olayına ve karmaşık cinsel maceralara karışan Lee, bu gelişmeler sırasında yazdığı “casusluk raporları” ile, aslında “Naked Lunch” adlı bir roman ortaya çıkarıyor…



1950’lerin “Beat Kuşağı” yazarları özelinde yaratıcılık üzerine bir film bu. Yaratıcılık ile uyuşturucu arasındaki karmaşık ilişkiler ve (eş)cinsellik üzerinde yoğunlaşıyor. Düş ile gerçek iç içe geçiyor, uyuşturucu etkisiyle görülen ürkütücü yaratıklar ve olaylar, yazma eylemini besliyor.

Karanlık ve fantastik bir dünya kurmak ve insan psikolojisini derinlemesine ele almak konusunda uzman olan Cronenberg, belki de en yoğun ve en ilginç filmini yapmış bu kez. Son derece titiz ve etkileyici bir sinemasal anlatım, güçlü oyuncuların çarpıcı başarısıyla destekleniyor.

Ama, “Müthiş Yemek”, herkesin midesine göre değil. Yaratıcılık ve sanat üzerine özel bir ilgisi olmayanlar için, hazmı hayli zor olabilir…



Naked Lunch (Müthiş Yemek)

Y: David Cronenberg, S: William Burroguhs’un aynı adlı romanından David Cronenberg, G: Peter Suschitzky, YT: Carol Spier, SY: James McAteer, M: Howard Shore, K: Ronald Sanders, O: Peter Weller, Judy Davis, Ian Holm, Julian Sands, Roy Scheider, Monique Mercure, Nicholas Campbell. 1992.

The Fly (Sinek)


Sinekten çıkan molekül…



Sinek, Kurt Neumann’ın 1958’de George Langelaan’ın bir öyküsünden  uyarlayarak çektiği aynı adlı filmin yeniden çevrimi.

Tevellüdümüz gereği ilk filmi göremedik; ama bu yeniden çevrimin, ilkinden epey değişik olduğu söyleniyor.



Birincisinde, kahramanımız kendi kafasının yerinde sineğinkini buluveriyormuş; burada ise bir “hücrelere nüfuz etme” söz konusu, ardından da yavaş yavaş oluşan bir başkalaşım (metamorfoz): Maddeleri moleküllere ayırıp yeniden birleştirebilen (teleportation) bir makine keşfedip, kendi üzerinde denemeye kalkışan genç bilim adamının, kabine giren bir sinekle moleküllerinin karışması, sevgilisi gazeteci kadının ondan hamile kalışı…



David Cronenberg’ün, 1987 Avoriaz Fantastik Filmler Şenliği’nde Jüri Özel Ödülü ve 1986 en iyi makyaj Oscar’ı kazanan filminde; bilimkurgu, fantezi, gerilim, korku, özel görsel efekt, özel makyaj, hatta aşk bile var. Daha ne olsun? Dram mı? Hem de “insanlık trajedisi”!



Cronenberg’ün, ilginç entrikalar üzerine kurulu Sinek’te yararlandığı türlerin hakkından gereğince geldiği söylenebilir elbet; ama bunca şeyin arasında bir “özgün” lüğü var mı, işte o biraz belirsiz…



The Fly (Sinek)

Y: David Cronenberg, S: George Langelaan’ın kısa öyküsünden Charles Edward Pogue, David Cronenberg, G: Mark Irwin, YT: Carol Spier, SY: Rolf Harvey, K: Ronald Sanders, M: Howard Shore, O: Jeff Goldblum, Geena Davis, John Getz, Joy Boushel, Leslie Carlson. 1986.

8 Kasım 2015 Pazar

Danny DeVito



Danny DeVito’nun dikkate değer diğer filmleri: Throw Momma from the Train (1987), Hoffa (1992), Matilda (1996)…

Duplex (Çatı Katı)

Komşunu seveceksin!..



İslam kültürü, toplumsal dayanışma açısından, kendin tokken komşunun aç kalmasına göz yummamayı öğütlese de, atalarımız “ev alma komşu al” demeyi de ihmal etmemişler, oysa Hristiyan Batı kültürünün dayandığı 10 Emir’den biri herhalükarda “komşunu seveceksin” diyor zaten, ama “Çatı Katı” filminde olup bitenlere bakılırsa, belli ki atalarımız haklı...



Bir dergide editörlük yapan Nancy ile ilk romanı beğenilen yazar Alex, genç yaşlarında zar zor denkleştirdikleri parayla, şehir dışında olsa da iki katlı ferah bir ev almanın mutluluğunu pek yaşayamıyorlar, çünkü üst katta yıllardır oturduğu için evle birlikte devraldıkları yaşlı kiracı Bayan Connelly, önce olur olmaz ricaları, sonra başlarına epey dert açan şikayetleriyle, hayatı onlara zindan etmekte gecikmiyor...



Seyretmediyseniz yazık olmuş, 1990 yapımı “Tatie Danielle” diye bir film vardır, muhtemelen 100 yaşına yakın olan sevimsiz ve acımasız başbelası Bayan Connelly’yi seyrederken (ki onu 81 yaşındaki İngiliz oyuncu Eileen Essel canlandırıyor), aklıma hep o filmdeki korkunç teyze geldi, nasıl desem, kesintisiz bir kabus!



Yönetmen olarak az film çektiği halde, “Güllerin Savaşı” gibi dikkat çekici işler çıkarmayı da bilen usta komedi oyuncusu Danny DeVito, tıpkı “Annemi Trenden Nasıl Atarım” filmindeki gibi, nefret nesnesi olması kaçınılmaz bir yaşlı kadın karakteri getiriyor karşımıza, öyle ki, onun yaptığı pislikler yüzünden, aslında kendileri de gıcık tipler olan genç çiftin tarafını tutuyoruz film boyunca...



Çizgi-dizi “Simpsons”ın yazarlarından Larry Doyle’un senaryosu da, saçmanın sınırlarında dolaşan durumlar ve yer yer sıkı espriler içeren diyaloglarla, oyunculara imkan yaratıyor, ki hem okullu komedyen Ben Stiller, hem alaylı oyuncu Drew Barrymore, ama özellikle Essel’le karşılıklı bir hararet yakalayan Stiller, bu fırsatı iyi değerlendirerek, gerilim ve şiddet de içeren bu kara mı kara komediye lezzet katıyor...



Meraklısı için not: Bu filmdeki bazı durumlarla oyuncuların hayatları arasında ilginç benzerlikler var. Mesela, Alex rolünde sık sık uyuklayan Ben Stiller’ın komedyen olan babası Jerry Stiller, “uyku her yorgunluğun ve mutsuzluğun ilacıdır, arada bir kestir” dermiş oğluna, ki o da “ne zaman moralim bozuk olsa, iyi bir uyku çeker kendimi iyi hissederim” diyor! Ya da mesela, filmde Alex ile Nancy’nin evleri yanıyor, ki Nancy rolündeki Drew Barrymore’un 2001 yılında komedyen sevgilisi Tom Green’le birlikte yaşadığı 3 milyon dolarlık villası, uykuda yakalandıkları halde zarar görmeden atlattıkları bir yangın sonucunda kullanılmaz hale gelmişti...



Duplex (Çatı Katı)

Y: Danny DeVito, S: Larry Doyle, G: Anastas N Michos, YT: Stephen Alesch, Robin Standefer, SY: Mario Ventenilla, M: David Newman, K: Greg Hayden, Lynzee Klingman, O: Ben Stiller, Drew Barrymore, Eileen Essell, Harvey Fierstein, Justin Theroux, James Remar, Robert Wisdom, Swoosie Kurtz, Wallace Shawn, Maya Rudolph, Amber Valletta. 2003.

War of the Roses (Güllerin Savaşı)

Mülkiyet sınırında boşanma savaşları...



Tam da Amerikan toplumuna yakışan bir boşanma savaşı!

Elbette biraz abartılmış. Zaten, daha açılış planıyla, böyle olacağı belli: Kamera, eski Hollywood romantik filmlerinin havasıyla, fonda bir orkestra müziği eşliğinde, pırıl pırıl beyaz bir kumaşın kıvrımlarında, “bu çarşafın sonu, birbirlerine sarılmış bir erkek ve bir kadına ulaşır” diye düşünecekken, bir de ne görüyorsunuz; avukat Gavin’in mendiliymiş bu!

Önce Arnold Schwarzenegger’la birlikte “İkizler”de izlediğimiz, sonra “Annemi Trenden Nasıl Atarım”da yönetmen olarak da gördüğümüz güldürü ustası Danny De Vito, yine hem oynuyor, hem yönetiyor “Güllerin Savaşı”nı.



Onun kadar usta iki oyuncuya da, yeteneklerini konuşturma fırsatı veriyor: “San Fransisco Sokakları”ndan “Borsa”, “Öldüren Cazibe”, “Kara Yağmur” gibi filmlere varan Michael Douglas ile, “Prizziler’in Onuru”ndan “Zoraki Turist”e kadar görkemli bir oyunculuk kariyeri edinen Kathleen Turner. Bu ikili, “Nil’in İncisi”nden sonra yine beraber. Üstelik, bir süre sonra Percy Adlon’ın enfes filmi “Bağdat Cafe”de izleyeceğimiz Marianne Sagebrecht eşliğinde. Hem de ne biçim!..

Bir antika müzayedesindeki çekişmede tanışıp, aynı gece ateşli biçimde sevişen, sonra da evlenen, Barbara ve Oliver Rose çifti.

Barbara beden eğitimi, Oliver hukuk okumuş, aradan yıllar geçtikten sonra ise, dar gelirli bir avukat ile, Noel gecesi bile garsonluk yapan bir kadın olmuşlar.

Maddiyatçılıkları, daha o Noel gecesi belli: Barbara’nn sokağa çıkıp dolaşma teklifini asık suratla kabul eden Oliver, karısının bir araba hediye ettiğini görünce, çılgınlar gibi seviniyor.



Sonrası mı? Sonrası “Rose çiftinin önlenemez yükselişi” elbet. Oliver, çalıştığı hukuk bürosuna ortak oluyor, sonunda da patronluğa yükseliyor. Barbara ise, “yuvayı” kurmakla uğraşıyor. Bir kız ve bir oğlan çocuğunu yetiştirmek, bu arada da, satın aldıkları evi, iyi döşenmiş, gerçek bir “malikane”ye çevirmek. Bunları başarıyor Rose çifti.

Ne var ki, Oliver’in başarılı iş hayatı yanında, Barbara’nın giderek sıkıcılaşan evkadınlığı, iplerin kopmasına neden oluyor. “Aşk ile nefret arasında çok ince bir sınır vardır” ya, giderek öyle oluyor, aşk nefrete, nefret de savaşa varıyor.

Barbara, Oliver’ın köpeğine, Oliver, Barbara’nın kedisine diş biliyor önceleri, küçük çekişmeler, atışmalar derken, büyük kapışmaya geliyor sıra:

Boşanacaklar, ama görkemli “yuva” kimin olacak? “Oliver’ın parası” varsa, “Barbara’nın da emeği” var o evde. Üstelik, Baccarat kristallerine, Staffordshire porselenlerine, ilişkilerinden daha çok önem veren bir karı-koca onlar. Anlaşmazlıkları, “çocuklar kimde kalacak” diye değil, “ev kimde kalacak” diye. Oysa ikisi de bırakmaya niyetli değil.

Sonunda, evi parselleyip, ikisi de kalıyorlar, ama bütün gemiler yakıldıktan sonra, bu evin bir “savaş alanı”na dönüşmesi kaçınılmaz!



Filmin asıl tadı da, bu savaşla başlıyor zaten. “Yuppie” ideolojisinin altında kalmış beraberliklerin traji-komik öyküsünden, kaçınılmaz bir “ev muhaberesi”nin gerilimine varıyor De Vito. Giderek, ağır ritmi hızlanıyor, planlar kısalıyor, çerçeveler küçülüyor ve kahkahayla ciddiyet arasında ince bir denge tutturan film, trajediyle son buluyor.

“Kazanmanın olmadığı, yalnızca az ya da çok kaybın olduğu” bu savaş, “aşkta ve nefrette kadınlar her zaman üstündür” sözünün üzerinde tepiniyor.

Oysa, mesele Barbara’nın “imkansızlığı”nda değil. Barbara ile Oliver’in “çıkışsızlığı”nda!



Neyse ki, “böyle bir savaşa gireceksen, hiç boşanma daha iyi” mesajı, komikliğin bölgesinde kalıyor.

De Vito, bir zamanlar Hollywood’un cilalayarak sunduğu “evlilik rüyaları”nı bir “kabus” haline getirirken, Michael Douglas-Kathleen Turner ikilisi de, keyifli bir oyunculuk gösterisiyle, evdeki cehennemin zebanileri oluyorlar.



The War of the Roses (Güllerin Savaşı)

Y: Danny DeVito, S: Warren Adler’ın romanından Michael Leeson, G: Stephen Burum, YT: Ida Random, SY: Marf Mansbridge, K: Lynzee Klingman, M: David Newman, O: Michael Douglas, Kathleen Turner, Danny De Vito, Marianne Sagebrecht, Sean Astin, Heather Fairfield. 1989.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Curtis Hanson

Curtis Hanson’ın dikkate değer diğer filmleri: Wonder Boys (2000), 8 Mile (2002), In Her Shoes (2005)…

L.A. Confidential (Los Angeles Sırları)

Güçlü ve nitelikli bir polisiye



James Ellroy’un romanından uyarlanan “Los Angeles Sırları”nda, bir yanıyla görkemli bir zenginliğe, bir yanıyla karanlık bir suç alemine ev sahipliği yapan Los Angeles şehrinin hızla gelişmeye başladığı çevre çeşitli karakterlerle tasvir ediliyor: Sinema yıldızlarına tıpatıp benzeyen fahişeler pazarlayan seçkin bir simsar, onun maiyetinde çalışan bir kadın, bir skandal dergisinin yayın yönetmeni, yer altı dünyasının büyük ve küçük patronları, çeşitli “açık”lar veren yasa adamları, sert ve acımasız polisler…



Ve hepsinin ortasında, farklı kanallardan ilerleyen ama giderek bütünleşen üç hikayenin merkezindeki, yoğun ve keskin kişilik çatışmaları yaşayan üç polis memuru…

Bütün olarak, çağdaş kapitalizmin temel sorunlarını endişeli ve hüzünlü bir yaklaşımla yansıtan, yasal ile yasadışının kesişmeleri, güç ve çıkar çatışmaları, yozlaşma ve ahlak üzerine çarpıcı bir film…



Bilmece gibi kurulmuş yoğun ve etkileyici senaryosunu, “Komplo Teorisi”yle adını duyuran Brian Helgeland’ın yazdığı; “Beşikteki El” filmiyle tanınan Curtis Hanson’ın akıcı ve çarpıcı bir üslupla yönettiği “Los Angeles Sırları”na, Kevin Spacey, Russell Crowe, Guy Pearce, James Cromwell, David Strathairn, Kim Basinger ve Danny De Vito’nun bulunduğu müthiş bir oyuncu kadrosu güç katıyor.



Çağdaş ve ilginç bir kara film örneği olan “Los Angeles Sırları”, karmaşık entrikalar ve zengin ayrıntılar içeren senaryosu, anlatılan öyküye ve döneme uygun düşen gergin atmosferi, iyi işlenmiş ve ustalıkla canlandırılmış başlıca karakterleri, ölçülü ve etkili anlatımıyla, baştan sona merak ve heyecanla seyredilen, çok ilginç ve nitelikli bir polisiye…



L.A. Confidential (Los Angeles Sırları)

Y: Curtis Hanson, S: James Ellroy’un romanından Brian Helgeland, Curtis Hanson, G: Dante Spinotti, YT: Jeannine Claudia Oppewall, SY: William Arnold, M: Jerry Goldsmith, K: Peter Honess, O: Kevin Spacey, Russell Crowe, Guy Pearce, James Cromwell, Kim Basinger, Danny DeVito, David Strathairn, Ron Rifkin, Paul Guilfoyle. 1997.