Filmlerle ilgili izlenimler... Ayrıca, 1987 yılından bugüne çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış film eleştirilerimi arada bir sunuyorum, bizim kuşaklar hatırlamaktan, yeni kuşaklar öğrenmekten keyif alırlar, başka filmleri keşfetmek için bir çıkış noktası olarak alırlar umarım...
9 Kasım 2015 Pazartesi
David Fincher
David Fincher’ın dikkate değer diğer filmleri: Seven (1995), Panic Room (2002), Zodiac (2007), The Social Network (2010), Gone Girl (2014)…
Fight Club (Dövüş Kulübü)
Gerçekten
uyuyamazsan, gerçekten uyanamazsın!
Birkaç
kez farklı adlar kullanmasına rağmen asıl adını hiç duymadığımız, ama filmdeki
bazıları gibi Jack diye anacağımız kişiyi, ilk olarak, ölümle burun buruna
geldiği bir anda görüyoruz: Jenerik boyunca vücudunun içinde hızla gezinen,
damarlarının arasından süzülen, sonra beyninden geçen kamera, kafasından dışarı
çıkıp terli alnından ve yüzünden aşağı kayarak, ağzındaki silahın namlusundan
geçiyor ve yüzünü gösteriyor. “İşte bu kadar, son üç dakika” diyor, silahı
Jack’in ağzının içine doğrultmuş olan adam, “söylemek istediğin bir şey var
mı?”
Bağlanmış
olduğu sandalyede, içinde bulunduğu durumun vehametinden ziyade ağzının
içindeki silahın temiz olup olmadığına aklı takılan Jack çaresizce dinlerken,
yüzünü tam olarak göremediğimiz adam, çevredeki birçok binanın altına bomba
yerleştirdiklerini anlatıyor. Ve işte o anda, Jack bu berbat duruma nasıl
geldiğini hatırlamaya çalışıyor, sonra da bize anlatmaya başlıyor...
30
yaşlarında, yapayalnız yaşayan, büyük bir otomobil şirketinde üretim hatasından
kaynaklanan trafik kazalarıyla ilgili bir tazminat müfettişi olarak çalışan
Jack, hem işinden bezmiş, hem de hayatından, arkadaşı ya da sevgilisi yok,
üstelik aylardır uykusuzluktan mustarip...
İçindeki
boşluğu doldurma ümidiyle evini yeni eşyalarla doldurmaya girişen Jack,
kataloglardan seçerek kuryeyle getirttiği çeşit çeşit eşyayla evini tam bir
“katalog sayfası”na çeviriyor. Ama, sıkıntılı hayatına bir meşgale katmak için
başladığı bu alışveriş tutkusu sonucunda evi tıka basa dolduğu halde, kendi içi
hala boş, üstelik uykusuzluk da baki...
Son
bir ümitle ilaç vermesi için yalvardığı doktor, ona uykusuzluktan ölmeyeceğini
söylediğinde, çok acı çektiğini belirten Jack, beklemediği bir cevap alıyor:
“Testis kanserlilerin dayanışma toplantısına git de gerçek acı neymiş gör!..”
Jack,
orada gerçekten acıyı görüyor ve hissediyor, ama aradığı şifayı da buluyor:
Hormon tedavisi yüzünden büyüyen göğüsleri göbeğine kadar sarkmış iriyarı bir
adam, aynı hastalıktan mustarip sandığı için ona sarılıp hüngür hüngür
ağladığında, Jack de kendini kaptırıp ağlıyor ve birden rahatlıyor. O gece,
aylardır ilk kez mışıl mışıl uyuyor, bir bebek gibi...
Hem
duygusal bir paylaşım yaşatarak insani bir ilişki fırsatı yarattığı, hem de
rahatlamasını sağlayarak uykusuzluktan kurtardığı için, dayanışma toplantıları
Jack’in hayatının yeni meşgalesi oluyor. Artık her akşam bir toplantıya
katılıyor: Bir akşam tüberkülozlu, öteki akşam alkolik, bir akşam kanserli,
öteki akşam melankolik! Sahte hasta Jack’in acıları, gerçek hastalar sayesinde
azalıyor...
Marla
Singer ortaya çıkana kadar! Sigara tiryakisi, bakımsız, rüküş, baygın bakışlı
bu kadın, Jack’in katıldığı her toplantıda ortaya çıkmaya başlıyor ve işin
tadını kaçırıyor. Çünkü sadece “sinemadan daha ucuz olduğu ve üstelik bedava
kahve de verildiği” için bu toplantılara katılıyor, yani o da Jack gibi bir
“sahte hasta”, üstelik tek amacı da vakit geçirmek! Bir başka sahte hastanın
varlığını farketmek “gerçeklik” duygusunu zedelediği için, onu gördükçe Jack’in
konsantrasyonu bozuluyor, dolayısıyla artık rahatlayamıyor ve yine uykusuzluk
çekmeye başlıyor. Neyse ki, kısa bir tartışmadan sonra, aynı toplantılarda
bulunmamak üzere anlaşarak, günleri paylaşıyorlar...
O
günlerde Jack, bir iş seyahatinden dönerken, uçakta yanında oturan genç bir
adamla tanışıyor: Evinde ürettiği güzellik sabunlarını pahalı kozmetik
mağazalarına pazarlayan, ayrıca boş zamanlarında bir sinemada makinistlik ve
bir otelde garsonluk da yapan Tyler Durden. Birbirlerine telefon numaralarını
verip ayrılıyorlar...
Ama
az sonra Jack, dayayıp döşemek için onca zaman kafa patlattığı evinin yanıp kül
olduğunu görüyor: O gelmeden az önce, muhtemelen gaz kaçağından dolayı bir
patlama olmuş, bütün eşyaları yanmış ya da parçalanarak caddeye fırlamış...
Evsiz
barksız kalan Jack’in aklına Tyler’ı aramak geliyor, zaten sığınabileceği başka
bir arkadaşı da yok. Bir barda buluşup sohbet ediyorlar. Kendinden emin ve
serseri haliyle “Jack’in tam zıddı” olan Tyler, tüketim toplumu üzerine
eleştirel bir nutuk attıktan sonra, “sahip olduğun şeyler sonunda sana sahip
olmaya başlar” diyor. Kendi hayatının tam da onun eleştirdiği gibi olduğunu
farkeden Jack, onu şaşkınlık ve hayranlıkla dinlerken, içindeki “öteki”yle
yüzleşiyor sanki!..
Bardan
çıkıp Tyler’ın evine giderlerken, birden dönüp “bana bir iyilik yap,
vurabileceğin kadar hızlı vur” diyor Tyler. Bir kez daha şaşkına dönüyor Jack,
ne demek istediğini anlamaya çalışıyor. “Vur” diyor Tyler, “ben istiyorum,
atabileceğin kadar hızlı bir yumruk at bana”!
Jack isteksizce suratına bir yumruk indiriyor. Tyler önce kıvranıyor,
gerçekten canının yandığını söylüyor, sonra birden o da Jack’in karnına bir
yumruk atıyor. Ardından, dövüşmeye başlıyorlar, yumruk yumruğa!
Biraz
sonra yara bere içinde nefes nefese kaldırıma oturduklarında, Jack “bunu ara
sıra yapmalıyız” diyor. O kadar rahatlıyor ki bu dövüş sayesinde, o gece
Tyler’ın sefil bir mahalledeki izbe evinde, uzun zamandır ilk kez mışıl mışıl
uyuyor yine. Dövmek ve dövülmek, Jack’in sıkıntısına dayanışma toplantılarından
daha iyi geliyor...
Dövüş
Kulübü, işte böyle kuruluyor. Tyler’ın döküntü evinde birlikte yaşamaya
başlayan iki arkadaş, her cumartesi gecesi, aynı barın arkasında birbirlerine
giriyorlar. Onların keyif aldıklarını gören bazı bar müdavimleri de yanlarına
geliyor, sonra onlar da birbirleriyle dövüşmeye başlıyor ve yavaş yavaş
sayıları artıyor. Ve artık sokakta dövüşemeyecek kadar kalabalıklaştıklarında,
barın bodrumuna geçiyorlar, Dövüş Kulübü’nün merkezi de burası oluyor.
Tyler
ve Jack’in önderliğinde, cumartesi geceleri bazı kurallar çerçevesinde gizlice
toplanan, birbirlerini kıyasıya döverek öfkelerini ve saldırganlıklarını
boşaltan, fiziksel acılar sayesinde ruhsal acılarını unutmaya çalışan şoförler,
çöpçüler, garsonlar ya da memurlar, işlerinden bıkan ve hayatlarından sıkılan,
alt ve orta sınıflardan, yabancılaşmış şehirli erkekler...
Dövüş
Kulübü, yumruk indirdikçe ve yumruk yedikçe yaşadıklarını hisseden,
birbirlerini döverek dostluk kuran,
yüzlerindeki yaraları erkeklik simgesi gibi gururla taşıyan üyelerine
bir “aidiyet” de sağlıyor. Gizli olduğu halde kulaktan kulağa yayılarak
popülerleşen kulüp, giderek genişliyor...
Tyler’ın,
kendisine haber vermeden, salı ve perşembe geceleri de kulüp toplantıları
düzenlediğini öğrenen, hatta başka şehirlerde de şubeler açtığına dair
dedikodular duyan Jack, bu gelişmelerden endişelenmeye başlıyor. Ama, kendisine
hayran olan sadık üyelerin artmasından çok hoşlanan Tyler, giderek kulübü bir
siyasi örgüt haline getirmekten de çekinmiyor.
Kıyasıya
döverek ve dövülerek kişisel rahatlama sağlamak gibi “masum” bir amaçla yola
çıkan Dövüş Kulübü, Tyler’ın “ancak sahip olduğumuz herşeyi kaybettiğimizde
herşeyi yapabilecek kadar özgür oluruz” sözleriyle harekete geçerek, tüketim
toplumuna karşı kargaşa ve tahrip eylemlerine yönelen bir terörist örgüte
dönüşüyor.
Bu
süreç içinde, kendisine ilgi duyan Marla Singer’ı ateşli ve gürültücü bir yatak
arkadaşı olarak Tyler’ın elde ediverdiğini gören Jack, liderliğini tamamen
Tyler’a kaptırdığı Dövüş Kulübü’nde de işlerin çığrından çıkmasına müdahale
edemiyor.
Çalışmak
ve tüketmekten ibaret hayatlarında kişiliksizleştikleri için Dövüş Kulübü’ne
katılmaktan medet uman adamların, bu kez de Tyler’ın düşünceleri ve emirleri
karşısında kişiliksizleştiklerini gören Jack, sokakta kavga çıkarmaktan
geceleri otomobillerin farlarını kırmaya, marketlerdeki otomatik fiyat
etiketlerini sıfırlamaktan vitrin camlarını indirmeye uzanan Dövüş Kulübü
eylemlerinin, kundaklamadan bombalamaya kadar ilerlediğini gördüğünde, bu
gidişe engel olmaya karar veriyor, ama artık çok geç olduğunu da farkediyor!..
“Yaratık
3” ve “Oyun”un yanısıra, özellikle kara film tarihine bir köşetaşı diktiği
“Yedi”yle son on yılın en dikkat çekici çıkışını yapan yönetmen David Fincher,
bir kez daha, hem üslup hem de hikaye açısından kasvetli ve şaşırtmacalı,
göndermeleri ve yan anlamları zengin bir filmle karşımızda...
Jim
Uhls’un, Chuck Palahniuk’un çok satan romanından, birçok monolog ve diyaloğu
birebir kullanarak uyarladığı senaryo, hikayeyi geliştirirken aniden
dalıverdiği ayrıntılarla, Fincher’a müthiş bir imkan sunuyor:
Jack’in
kendi hikayesini anlatırken anı parçalarını kafasında birleştirmeye çalışması,
bazı şeyleri sonradan hatırlayarak araya girmesi, hem kendisine hem de topluma
dair eleştirel ve alaycı yorumlar yapması, Fincher’ın bilinen karanlık ve
gergin dünyasına, kıpır kıpır bir kamera, hınzır bir kurgu ve coşkulu bir
müzikle, taze bir keyif ve kışkırtıcı bir mizah da getiriyor.
Zıpkın
gibi kamera kaydırmalar, aşırı yakın planlar, ağır veya hızlı çekimler, zaman
zaman patlayan flaşlar, kendine özgü renkler taşıyan rüya-kabus parçaları ve
donuk karelerle başlayıp biten geriye dönüşlerle, Jack’in zihnindeki yolculuğu
heyecanlı bir acelecilikle perdeye getiren Fincher, hikayesini gerektiği gibi
anlatırken, belki filmi ikinci kez seyretmeyi ayrı bir zevk haline getirecek
küçük oyunlar da oynuyor:
Brad
Pitt’in canlandırdığı “dövüşerek kendini aşan” Tyler ortadan kaybolduktan
sonra, Jack ile Marla’nın önünde kavga ettiği bir sinemanın afiş panosunda,
yine Brad Pitt’in Budizm sayesinde “kendini aşan” bir karakteri canlandırdığı
“Tibet’te Yedi Yıl” filminin isminin yazılı olduğu görülüyor, ama bu arada
Fincher’ın “Yedi” filmi de akla getiriliyor. Daha önce “İlk Korku” ve “American
History X” filmleriyle iki kez aday olduğu Oscar ödülünü alamayan Edward
Norton’ın canlandırdığı Jack, bir sahnede telefonla konuştuğu komisere
inandırıcı biçimde yalan söylerken, kafa sesinden, Oscar kazananların o klasik
cümlesi duyuluyor: “I like to thank the Academy...”
Zaten
film boyunca Jack’in sesi, sadece kendi hikayesini aktarmıyor, filme de
değiniyor: Olayların hızlandığı bir anda, “koltuklarınıza dönün ve
kemerlerinizi bağlayın” çağrısı, ya da önce Tyler’ın “tek kare” sürprizlerini
anlatırken, sonra da filmde beklenmedik gelişmeler olduğunda tekrar ettiği,
“işte burası dönüm noktası, film devam eder, ama seyircilerin neler olup
bittiğine dair en küçük fikri yoktur” yorumu duyuluyor...
Bazı
sinema yazarları tarafından “90’ların Otomatik Portakalı” olarak
değerlendirilen filmin bir yerinde Jack, artık robotlaşmış kulüp üyelerinin
kundaklama hazırlıklarını anlatırken “clockwork” (otomatik) diyor. Tyler,
“kendi iyiliği için uyarmak” üzere silahla tehdit ettiği zavallı bir tezgahtar
koşarak kaçarken, arkasından “koş Forrest, koş” diye sesleniyor, “Forrest Gump”
filminin “saf” karakterine atıfta bulunarak...
Fincher
ve arkadaşları, film boyunca örtülü “nanik”lerle pek eğlenmişler belli ki:
Tyler’ın evinde çatıdan damlayan yağmur sularının ıslattığı bir dergi
görülüyor, Amerika’nın popüler sinema dergilerinden Movieline, kapağında da
Drew Barrymore’un fotoğrafı var, ki kendisi Edward Norton’ın eski sevgilisi...
“İlk
Korku”da ikiyüzlü bir katili, “American History X”te sonradan pişman olan
acımasız bir Neonazi’yi canlandıran Edward Norton, başlangıçta bir tür “yaşayan
ölü” gibi bezgin ve ümitsiz olan, ama zamanla şaşkınlığı üzerinden atarak güç
ve hırs kazanmaya başlayan Jack karakterini, giderek değişen vücut dili ve yüz
ifadeleriyle, yine güçlü biçimde yorumluyor. Filmin anlatıcısı olarak da, acı
mizah tadı taşıyan cümleleri sesiyle yorumluyor: “Kataloglara balıklama daldım
ve hangi eşyalar beni bir kişilik sahibi yapar diye kafa yordum” ya da
“insanlar ölmekte olduğunuzu sanınca, konuşma sırasının kendilerine gelmesini
beklemek yerine, size gerçekten kulak veriyorlar”. Bir kliniğin çöplüğünden
çaldıkları “liposuction” torbalarındaki insan yağlarını “en iyi sabun
malzemesi” olarak değerlendiren Tyler’ın yaptığı “güzellik sabunları”nı pahalı
kozmetik mağazalarına satmalarını ise, şöyle anlatıyor: “Zengin hanımlara,
kendi kıçlarını satıyorduk!..”
“Yedi”den
“12 Maymun”a, “Vampirle Görüşme”den “Joe Black”e kadar, farklı rollerle
“yakışıklı yıldız” sıfatının ötesine geçen Brad Pitt ise, makinistlik yaparken
aile filmlerinin arasına tek karelik penis görüntüleri ekleyen ya da garsonluk
yaparken kremalı çorbalara “vücut sıvıları” katan “sevimli bir bozguncu”yu
canlandırırken, Tyler karakterinin sözleriyle sanki doğrudan doğruya kendisi
gibi “yakışıklı yıldız”ların alet olduğu yanılsamaya da saldırıyor: “İşçi
tulumlarımızın ve beyaz yakalarımızın kölesiyiz, nefret ettiğimiz işlerde
çalışıyor, hiç ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırları satın alıyoruz, televizyon ve
reklamlar bize bir gün hepimizin zengin birer rock yıldızı ya da film yıldızı
olabileceğimizi söylüyor, ama olmayacağız, gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz ve
çok, çok öfkeleniyoruz!..”
Tyler,
Büyük Bunalım ve İkinci Dünya Savaşı gibi Amerikan tarihinin önemli
dönemeçlerine atıfta bulunarak, “bizim bir Büyük Savaş’ımız, bir Büyük
Bunalım’ımız yok, bizim büyük savaşımız ruhsal bir savaş, büyük bunalımımız
kendi hayatlarımız” diyor. Dövüş Kulübü, açıkça çağdaş Amerikan toplumundaki ve
benzerlerindeki “derin hoşnutsuzluk”tan kaynaklanabilecek sorunlara dair siyasi
ve felsefi eğretilemeler içeren bir film zaten...
Afişe
çıkan “Kargaşa. Tahrip. Sabun.” sloganıyla daha baştan faşizmin yükselişini
hatırlatan Fincher, film boyunca militarist eğitim yöntemlerinden, Heidegger’in
Antik Yunan metinlerinden beslenen “ilk insana dönüş” yaklaşımını akla getiren
“arena” çağrışımlı dövüş sahnelerine kadar, çeşitli göndermeler yapıyor. Ama
aynı zamanda, hem Jack’in toplumsal eleştirileri, hem Tyler’ın siyasi
nutukları, sosyalist bir söylem de taşıyor. Anarşizm, Dövüş Kulübü’nün eylemleri
yaygınlaştıkça belirginleşiyor! Nihilizm, baştan sona filmin havasında kendini
hissettiriyor...
Jack
film boyunca birkaç kez “ben aydınlandım” derken, Tyler’ın zor kullanarak da
olsa herkesi “uyandırma”yı kendine görev edinmesi ise, aydınlanmacılığın
kültürel üstünlük iddiasını çağrıştırıyor. Asya kökenli bir tezgahtara yaptığı
“uyarı”, bir nevi tepeden inmeci çağdaşlaştırmayı, “gerikalmış uluslara
uygarlık” götürme çabasını da çağrıştırıyor: Kafasına silah dayayarak, “aslında
ne olmak istiyorsun?” diye soruyor tezgahtara, ecel terleri döken adam
“veteriner” diyor titreyerek, “iyi o zaman, artık bu berbat işi bırakıyorsun,
altı hafta sonra seni bulacağım, eğer veteriner olmak için yola koyulmamışsan
öldürürüm” diye bağırıyor Tyler ve adam can havliyle kaçarken, “yarın onun
hayatının en güzel günü olacak” diyor!..
Bu
tür çağrışımların yanısıra, tüketim toplumunu, sadece karakterlerinin
sözleriyle değil, doğrudan doğruya hikayesinin merkezi olan dövüşlerle de hedef
tahtasına koyuyor film: Dövüş Kulübü’nün üyeleri, birbirlerini kan revan içinde
bırakırken, Jean Baudrillard’ın deyişiyle “en güzel tüketim nesnesi” olarak
“çok sattıran” vücutlarına zarar veriyorlar öncelikle!
Ama
kendi dışındaki “dünya”yı değiştirmedikçe, “tecrit” olmanın sorunları halletmeyeceğini,
sadece geçici rahatlamalar sunacağını farkeden bu kapalı cemaat zamanla
siyasallaşıyor ve kendisini kendisine karşı acımasızlaştıran sistemi hedef
alarak dışa açılıyor, ki bu hem dünyada hem Türkiye’de gündemde olan
“cemaatlerin toplumsallaşması” sürecine de gönderme yapıyor!
Ama
film, bazılarının sandığının aksine, yalnızca “genel durum” tespiti yapmakla
yetiniyor, “taraf” olmuyor, çünkü “kurulu düzen” kadar, “muhalif”lerine de
keskin oklar atıyor, “modern insan”ın acısını ve “kendisi”nden kaynaklanan
çıkışsızlığını işaret ediyor ve belki en çok bu açıdan (ama galiba haklı
olarak) “umutsuz” görülüyor: Dövüş Kulübü’nün birinci kuralı, Dövüş Kulübü
hakkında konuşmamak, değil mi? Konuşma, değerlendirme, sorgulama, eleştirme
yani! Hakim ya da muhalif her örgütlenmenin “kaderi”! İnsanın, farkına varması
ve karşı çıkması yetmiyor, önce “kendi”ni, zaaflarını ve arazlarını bertaraf
etmesi gerekiyor tabii ki!..
Görüldüğü
üzre, Dövüş Kulübü, hem biçim hem de içerik açısından çok çeşitlilik arzeden,
birden fazla katmandan oluşan, birkaç kez seyredilmeye davet eden, farklı
farklı yorumlara kapı açan, farklı farklı tartışmalara kışkırtan bir film...
“Dövüş
Kulübü”nün kurulduğu dünyada kaydadeğer tek kadın (Haşmet Babaoğlu’nun
deyişiyle bir “kara delik”) olarak kalan ve Jack’in “yaşadığımız herşey galiba
onunla ilgiliydi” dediği Marla karakterinin çevresinde gelişen, filmin başından
sonuna kadar belli belirsiz görsel ve sözel ipuçlarıyla örülmüş psikolojik
süreç de, final bölümünde ortaya çıkan “alter ego” sürprizini en başından
itibaren sezdirmeye başlıyor aslında:
Daha
jenerik bölümünde, kamera Jack’in içinden çıkıyor ve onun yüzüne dönüyor
öncelikle, yani Jack kendine bakıyor...
İlk
yarım saat içinde üç kez, önce “sıkıntı merkezi” işyerinde fotokopi makinesinin
önünde, sonra hastanede doktorun “gerçek acı” tavsiyesi sırasında, bir de ilk
dayanışma toplantısında rahip “dostlarına ruhunu açan” bir testis kanserli
adama teşekkür ederken, henüz hikayeye dahil olmayan Tyler’ın görüntüleri,
bilinçaltı işaretleri gibi çakarak, Jack’in baktığı yerlerde bir an için hayal
meyal görünüp kayboluyor!
Jack,
katıldığı bir grup terapi seansında, kendi “mağara”sına daldığında, bir “buzul
mağarası” görüyor ve orada kendisinin “kudret hayvanı” olarak karşısına çıkan
bir penguen ona “sinsi” deyip kaçıyor! Aynı mağaraya yeniden girdiğinde bu kez
karşısına Marla çıkıyor ve ona yine “sinsi” diyor! Jack’in “içinin buz kestiği”
ve “içten içe”, sinsice başka bir kişilik geliştirdiği sezdiriliyor...
Tyler’ın
kişiliği ve görünüşü kadar, evi de Jack’inkinin “tam zıddı” olarak
sergileniyor, çünkü Tyler herşeyiyle Jack’in “öteki”si olarak ortaya çıkıyor!
Nasıl olduğu görülmese de pek gürültülü olduğu açıkça duyulan ilk
sevişmelerinin sabahında, “bezgin” Jack’te böyle bir “ateş” bulmayı beklemediği
için “dün geceye inanamayan” Marla, bir kez bile Tyler’la yanyana görülmüyor ve
onun adını hiç anmıyor, çünkü malum, öyle biri yok!
Jack,
zaman zaman “Tyler’ın sözcükleri benim ağzımdan dökülüyordu”, “ben bunu
biliyorum, çünkü Tyler biliyor” gibi cümlelerle kendisini onunla
özdeşleştiriyor zaten, ama asıl ipucunu, patronunun odasında kendisinin ağzını
burnunu dağıttığı sahnede yumruklarını sallarken veriyor: “Nedense, Tyler’la
ilk kavgamı hatırladım!” Aslında filmin başından sonuna kadar hep kendi
kendisiyle dövüştüğü de, finale doğru güvenlik kameralarından açıkça görülüyor
sonunda...
Jack,
birdenbire ortadan kaybolan Tyler’ı şehirden şehire dolaşarak ararken, “hep
onun bir adım gerisindeydim” diyor bir ara, çünkü yaşadıkları “bilinçaltının
öne geçmesi”nden ibaret zaten. Tyler’ın nihayet açıkça söylediği gibi:
“Hayatını değiştirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordun, ama kendi başına
beceremedin. Ben olmak istediğin şeylerin hepsiyim! Görünmek istediğin gibi
görünüyor, düzmek istediğin gibi düzüyor, yapmak isteyip de yapamadığın herşeyi
yapabiliyorum!..”
David
Fincher, filmi ilk kez seyreden herkesi finalde şaşkına çeviren bu “kişilik
bölünmesi”ni böyle incelikle kurarken, Dövüş Kulübü’nün ortaya çıktığı şehrin
adını da vermiyor, ama yine küçük ipuçları sunuyor: Sık sık adı geçen Starbucks
kahvelerinin ilk kuruluş yeri neresi? Jack’in “gezegenimiz onun adını alacak”
dediği Microsoft’un merkezi nerede? Film boyunca fonda duyulan grunge müziğinin
çıkış yeri neresi? Tabii ki Seattle!
Peki,
bu film yapıldıktan yaklaşık bir yıl sonra ne oldu? Dünya Ticaret Örgütü’nün
toplantısını protesto etmek için, Dövüş Kulübü gibi internet üzerinde
örgütlenerek biraraya gelen farklı akımlardan muhalif gruplar, Seattle
sokaklarında Dövüş Kulübü üyelerine rahmet okutacak bir kargaşa ve tahrip
rüzgarı estirdi!
“Hayat
sanatı taklit ediyor” demeyi ya da “hakikat” yerine “tezahür”lerine tepki
göstermeyi tercih edenleri, kendi hallerine bırakalım: Fincher’ın “öngörü”sünü
takdir etmemek mümkün mü?..
Ama
gene de unutmamak gerek, Tyler Durden’ın “tek kare” şaşırtmacasını bizzat
kullanmaktan çekinmeyen, filmin en sonuna tek karelik bir penis görüntüsü
atarak seyircisine el sallayan bir yönetmen var karşımızda: “Bu da sadece bir
film aslında...”
Tabii
bu arada sizi biraz sarsarak kışkırttıysa ne âlâ!..
Fight
Club (Dövüş Kulübü)
Y:
David Fincher, S: Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından Jim Uhls, G: Jeff
Cronenweth, YT: Alex McDowell, SY: Chris Gorak, M: Dust Brothers, K: James
Haygood, O: Brad Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter, Meat Loaf, Jared
Leto, Zach Grenier, David Andrews. 1999.
The Game (Oyun)
Hadi
canım sen de!..
İlk
kez “Yaratık 3”le ümit vaat eden, “Yedi” filmiyle bütün dünyada ciddi hayranlar
kazanan genç yönetmen David Fincher, sinemaseverlere kötü bir “oyun” oynamış bu
kez: İlgi çekici bir paket var karşımızda, ama maalesef içi boş!...
Büyük
bir holdingin patron koltuğunda ve görkemli bir malikanede oturan, ama yalnız
ve tatsız bir hayat yaşayan, neredeyse hiç dostu olmayan, işinden başka birşey
düşünmeyen Nicholas Van Orton, 42 yaşının arifesinde, pek ender ortaya çıkan
kardeşi Conrad’dan beklenmedik bir hediye alır: Müşterilerine, içeriği ve
kuralları belirsiz “oyun”lar
hazırlayarak yeni tecrübeler tattırmayı taahhüt eden CRS şirketinin başvuru
kartı.
Nicholas,
epey garip ve anlamsız bulsa da, şirkete gider, kendisine “oyun” hazırlanması
için gereken testlerden geçer ve renksiz hayatına geri döner. Ama çok geçmeden,
bahçesinde bulduğu bir oyuncak bebekle başlayan, karmaşık ve korkutucu
olayların içinde bulur kendisini. Küçük aksaklıklardan büyük heyecanlara uzanan “oyun” hızla ilerledikçe,
sevimsiz bir “şaka” sandığı olayların, giderek tehlikeli bir “tuzak” haline
geldiğini görür, ölümle burun buruna gelir.
Hikayenin
çıkış noktası epey verimli görünüyor, doğrusu yönetmen Fincher da, anlatım
maharetini sergileyerek kasvetli bir atmosfer ve sürükleyici bir merak duygusu
oluşturuyor, ama bu gergin yapı, gittikçe sarsılmaya başlıyor:
Nicholas
gibi bir adamın böyle bir oyuna katılmaya zahmet etmesi de, her tesadüfün
mutlaka tuzaklara hizmet etmesi de inandırıcılığı yerle bir ediyor, en sonunda
milim sapmanın ölüme yol açacağı bir “atlama”nın “ayarlanmış” olmasına ve onca
badireden sonra gökdelen tepesinden düşen bir adamın hiçbir şey olmamış gibi
sükunetle kalkmasına inanmamız beklenen o anlamsız ve berbat “final”de hepsinin
üzerine tüy dikiyor!
Fincher
görüntü ve kurgu stiliyle, müzik ve efektlerle, belli bir yere kadar seyirciyi
heyecana kaptırarak sürükleyebiliyor, hatta giderek “oyun” mu “tuzak” mı
çelişkisine düşürmeyi de başarıyor, ama elindeki senaryo bütün gücünü kırıyor,
bütün kapılar boşluğa açılıyor!..
Sinemanın
aldatma becerisini sergilemekten çok, zekamızı aşağılayan bir tavırla karşılaşmak,
seyir zevkini de kaçırıyor. Sonuç, yönetmen için utanç, bizim için hüsran
olmaktan öteye gidemiyor!..
The
Game (Oyun)
Y:
David Fincher, S: John Brancato, Michael Ferris, G: Harris Savides, YT: Jeffrey
Beecroft, SY: James Murakami, Steve Saklad, K: James Haygood, M: Howard Shore,
O: Michael Douglas, Sean Penn, Deborah Kara Unger, James Rebhorn, Peter Donat,
Carroll Baker, Anna Katarina, Armin Mueller-Stahl, Elizabeth Dennehy, Caroline
Barclay, John Aprea. 1997.
Alien 3 (Yaratık 3)
Ne
yazık ki hüsran...
Doğrusu
ya, genç yönetmen David Fincher, büyük bir hüsrana uğrattı beni.
Amerika’da
yayınlanan “Premiere” dergisindeki bir röportajda verdiği cevaplar, bir zeka
kıvraklığı, yaratıcılığı besleyebilecek bir kendinden eminlik, hatta sevimli
bir küstahlık taşıyordu. Ama filmi, hiç de parlak bir çıkış değil...
Kuşkusuz,
reklam ve video-klip deneyiminden gelen bir teknik beceri, bir akıcılık var
Fincher’ın anlatımında, ama “Yaratık 3”, giderek bir teknik gösteriye
boğulmaktan kurtulamıyor.
Gerçi,
bir sürü “entellektüel gönderme(cik)” var filmde, ama “popüler ile seçkini
kaynaştırma” yolundaki bu girişim de hedefine varamıyor. Ortaya “ne kuş ne
deve” bir film çıkıyor!..
Açıkçası,
ne “dar mekanları ustalıkla kullanarak yaratılan klostfrobik atmosfer”, ne
“korkunç ve karanlık bir ortamda yaşanan aşk teması”, ne “hapishane
gezegenindeki mahkumların Hristiyanlıkla ilişkisi ve canavarla mücadele
yöntemleri yoluyla verilen Ortaçağ yansınmaları”, ne de “karnında bir canavar
taşıyan anne motifi”, kırıntı olmaktan öteye gidebiliyor.
Karamsar
gelecek tasvirine gelince, bu da ne yeni, ne de yeterli!..
”Yaratık
3”, son 20 dakikasında, en azından gerilim duygusu yaratarak belli bir
etkileyicilik yakalıyor, ama bütün olarak yüzeysel ve vasat bir film.
Haliyle,
Sigourney Weaver da kendi kalıbından çıkamazken, usta oyuncu Charles Dance
“geçip gidiyor”, diğerleri herhangi bir hareketli macera filminin düzeyini
tutturuyor...
Alien
3 (Yaratık 3)
Y:
David Fincher, S: Dan O’Bannon ve Ronald Shusett’in karakterlerinden David
Giller, Walter Hill, Larry Ferguson, Vincent Ward, G: Alex Thomson, YT: Norman
Reynolds, SY: Fred Hole, James Morahan, K: David Crowther, Terry Rawlings, M:
Elliot Goldenthal, O: Sigourney Weaver, Charles Dutton, Brian Glover, Charles
Dance, Ralph Brown, Holt McCallany, Lance Henriksen, Pete Postlethwaite. 1992.
David Cronenberg
David
Cronenberg’ün dikkate değer diğer filmleri: Dead Ringers (1988), M.Butterfly
(1993), A History of Violence (2005), Eastern Promises (2007)…
Naked Lunch (Müthiş Yemek)
Güzel, ama hazmı zor...
“Videodrome”,
“Sinek”, “Ölü İkizler” gibi şaşırtıcı filmleriyle Amerikan sineması içinde
farklı bir yere sahip olan usta yönetmen David Cronenberg, sanatçı kişiliğini
derinden etkileyen bir romanı, kendi üslubuna yakıştırarak beyazperdeye
uyarlamış. Sonuç: Sinema tarihinde mutlaka yer alacak bir film!
“Müthiş
Yemek”, 1953 yılında, New York’ta, böcek ilaçlama servisinde çalışan eski yazar
ve eski uyuşturucu bağımlısı William Lee’nin, karısını “kaza sonucu”
öldürdükten sonra, yeniden uyuşturucunun gizemli dünyasına ve yazarlığa
dönüşünü anlatıyor. “İnterzone” adlı hayali bir Kuzey Afrika ülkesinde, aslında
kendi kafasında kurduğu garip bir casusluk olayına ve karmaşık cinsel
maceralara karışan Lee, bu gelişmeler sırasında yazdığı “casusluk raporları”
ile, aslında “Naked Lunch” adlı bir roman ortaya çıkarıyor…
1950’lerin
“Beat Kuşağı” yazarları özelinde yaratıcılık üzerine bir film bu. Yaratıcılık
ile uyuşturucu arasındaki karmaşık ilişkiler ve (eş)cinsellik üzerinde
yoğunlaşıyor. Düş ile gerçek iç içe geçiyor, uyuşturucu etkisiyle görülen
ürkütücü yaratıklar ve olaylar, yazma eylemini besliyor.
Karanlık
ve fantastik bir dünya kurmak ve insan psikolojisini derinlemesine ele almak
konusunda uzman olan Cronenberg, belki de en yoğun ve en ilginç filmini yapmış
bu kez. Son derece titiz ve etkileyici bir sinemasal anlatım, güçlü oyuncuların
çarpıcı başarısıyla destekleniyor.
Ama,
“Müthiş Yemek”, herkesin midesine göre değil. Yaratıcılık ve sanat üzerine özel
bir ilgisi olmayanlar için, hazmı hayli zor olabilir…
Naked
Lunch (Müthiş Yemek)
Y:
David Cronenberg, S: William Burroguhs’un aynı adlı romanından David
Cronenberg, G: Peter Suschitzky, YT: Carol Spier, SY: James McAteer, M: Howard
Shore, K: Ronald Sanders, O: Peter Weller, Judy Davis, Ian Holm, Julian Sands,
Roy Scheider, Monique Mercure, Nicholas Campbell. 1992.
The Fly (Sinek)
Sinekten
çıkan molekül…
Sinek,
Kurt Neumann’ın 1958’de George Langelaan’ın bir öyküsünden uyarlayarak çektiği aynı adlı filmin yeniden
çevrimi.
Tevellüdümüz
gereği ilk filmi göremedik; ama bu yeniden çevrimin, ilkinden epey değişik
olduğu söyleniyor.
Birincisinde,
kahramanımız kendi kafasının yerinde sineğinkini buluveriyormuş; burada ise bir
“hücrelere nüfuz etme” söz konusu, ardından da yavaş yavaş oluşan bir
başkalaşım (metamorfoz): Maddeleri moleküllere ayırıp yeniden birleştirebilen
(teleportation) bir makine keşfedip, kendi üzerinde denemeye kalkışan genç
bilim adamının, kabine giren bir sinekle moleküllerinin karışması, sevgilisi
gazeteci kadının ondan hamile kalışı…
David
Cronenberg’ün, 1987 Avoriaz Fantastik Filmler Şenliği’nde Jüri Özel Ödülü ve
1986 en iyi makyaj Oscar’ı kazanan filminde; bilimkurgu, fantezi, gerilim,
korku, özel görsel efekt, özel makyaj, hatta aşk bile var. Daha ne olsun? Dram
mı? Hem de “insanlık trajedisi”!
Cronenberg’ün,
ilginç entrikalar üzerine kurulu Sinek’te yararlandığı türlerin hakkından
gereğince geldiği söylenebilir elbet; ama bunca şeyin arasında bir “özgün” lüğü
var mı, işte o biraz belirsiz…
The
Fly (Sinek)
Y:
David Cronenberg, S: George Langelaan’ın kısa öyküsünden Charles Edward Pogue,
David Cronenberg, G: Mark Irwin, YT: Carol Spier, SY: Rolf Harvey, K: Ronald
Sanders, M: Howard Shore, O: Jeff Goldblum, Geena Davis, John Getz, Joy
Boushel, Leslie Carlson. 1986.
8 Kasım 2015 Pazar
Danny DeVito
Danny
DeVito’nun dikkate değer diğer filmleri: Throw Momma from the Train (1987), Hoffa
(1992), Matilda (1996)…
Duplex (Çatı Katı)
Komşunu
seveceksin!..
İslam
kültürü, toplumsal dayanışma açısından, kendin tokken komşunun aç kalmasına göz
yummamayı öğütlese de, atalarımız “ev alma komşu al” demeyi de ihmal
etmemişler, oysa Hristiyan Batı kültürünün dayandığı 10 Emir’den biri
herhalükarda “komşunu seveceksin” diyor zaten, ama “Çatı Katı” filminde olup
bitenlere bakılırsa, belli ki atalarımız haklı...
Bir
dergide editörlük yapan Nancy ile ilk romanı beğenilen yazar Alex, genç
yaşlarında zar zor denkleştirdikleri parayla, şehir dışında olsa da iki katlı
ferah bir ev almanın mutluluğunu pek yaşayamıyorlar, çünkü üst katta yıllardır
oturduğu için evle birlikte devraldıkları yaşlı kiracı Bayan Connelly, önce
olur olmaz ricaları, sonra başlarına epey dert açan şikayetleriyle, hayatı
onlara zindan etmekte gecikmiyor...
Seyretmediyseniz
yazık olmuş, 1990 yapımı “Tatie Danielle” diye bir film vardır, muhtemelen 100
yaşına yakın olan sevimsiz ve acımasız başbelası Bayan Connelly’yi seyrederken
(ki onu 81 yaşındaki İngiliz oyuncu Eileen Essel canlandırıyor), aklıma hep o
filmdeki korkunç teyze geldi, nasıl desem, kesintisiz bir kabus!
Yönetmen
olarak az film çektiği halde, “Güllerin Savaşı” gibi dikkat çekici işler
çıkarmayı da bilen usta komedi oyuncusu Danny DeVito, tıpkı “Annemi Trenden
Nasıl Atarım” filmindeki gibi, nefret nesnesi olması kaçınılmaz bir yaşlı kadın
karakteri getiriyor karşımıza, öyle ki, onun yaptığı pislikler yüzünden,
aslında kendileri de gıcık tipler olan genç çiftin tarafını tutuyoruz film
boyunca...
Çizgi-dizi
“Simpsons”ın yazarlarından Larry Doyle’un senaryosu da, saçmanın sınırlarında
dolaşan durumlar ve yer yer sıkı espriler içeren diyaloglarla, oyunculara imkan
yaratıyor, ki hem okullu komedyen Ben Stiller, hem alaylı oyuncu Drew
Barrymore, ama özellikle Essel’le karşılıklı bir hararet yakalayan Stiller, bu
fırsatı iyi değerlendirerek, gerilim ve şiddet de içeren bu kara mı kara
komediye lezzet katıyor...
Meraklısı
için not: Bu filmdeki bazı durumlarla oyuncuların hayatları arasında ilginç
benzerlikler var. Mesela, Alex rolünde sık sık uyuklayan Ben Stiller’ın
komedyen olan babası Jerry Stiller, “uyku her yorgunluğun ve mutsuzluğun
ilacıdır, arada bir kestir” dermiş oğluna, ki o da “ne zaman moralim bozuk
olsa, iyi bir uyku çeker kendimi iyi hissederim” diyor! Ya da mesela, filmde
Alex ile Nancy’nin evleri yanıyor, ki Nancy rolündeki Drew Barrymore’un 2001
yılında komedyen sevgilisi Tom Green’le birlikte yaşadığı 3 milyon dolarlık
villası, uykuda yakalandıkları halde zarar görmeden atlattıkları bir yangın
sonucunda kullanılmaz hale gelmişti...
Duplex
(Çatı Katı)
Y:
Danny DeVito, S: Larry Doyle, G: Anastas N Michos, YT: Stephen Alesch, Robin
Standefer, SY: Mario Ventenilla, M: David Newman, K: Greg Hayden, Lynzee
Klingman, O: Ben Stiller, Drew Barrymore, Eileen Essell, Harvey Fierstein,
Justin Theroux, James Remar, Robert Wisdom, Swoosie Kurtz, Wallace Shawn, Maya
Rudolph, Amber Valletta. 2003.
War of the Roses (Güllerin Savaşı)
Mülkiyet
sınırında boşanma savaşları...
Tam
da Amerikan toplumuna yakışan bir boşanma savaşı!
Elbette
biraz abartılmış. Zaten, daha açılış planıyla, böyle olacağı belli: Kamera,
eski Hollywood romantik filmlerinin havasıyla, fonda bir orkestra müziği
eşliğinde, pırıl pırıl beyaz bir kumaşın kıvrımlarında, “bu çarşafın sonu,
birbirlerine sarılmış bir erkek ve bir kadına ulaşır” diye düşünecekken, bir de
ne görüyorsunuz; avukat Gavin’in mendiliymiş bu!
Önce
Arnold Schwarzenegger’la birlikte “İkizler”de izlediğimiz, sonra “Annemi
Trenden Nasıl Atarım”da yönetmen olarak da gördüğümüz güldürü ustası Danny De
Vito, yine hem oynuyor, hem yönetiyor “Güllerin Savaşı”nı.
Onun
kadar usta iki oyuncuya da, yeteneklerini konuşturma fırsatı veriyor: “San
Fransisco Sokakları”ndan “Borsa”, “Öldüren Cazibe”, “Kara Yağmur” gibi filmlere
varan Michael Douglas ile, “Prizziler’in Onuru”ndan “Zoraki Turist”e kadar
görkemli bir oyunculuk kariyeri edinen Kathleen Turner. Bu ikili, “Nil’in
İncisi”nden sonra yine beraber. Üstelik, bir süre sonra Percy Adlon’ın enfes
filmi “Bağdat Cafe”de izleyeceğimiz Marianne Sagebrecht eşliğinde. Hem de ne
biçim!..
Bir
antika müzayedesindeki çekişmede tanışıp, aynı gece ateşli biçimde sevişen, sonra
da evlenen, Barbara ve Oliver Rose çifti.
Barbara
beden eğitimi, Oliver hukuk okumuş, aradan yıllar geçtikten sonra ise, dar
gelirli bir avukat ile, Noel gecesi bile garsonluk yapan bir kadın olmuşlar.
Maddiyatçılıkları,
daha o Noel gecesi belli: Barbara’nn sokağa çıkıp dolaşma teklifini asık
suratla kabul eden Oliver, karısının bir araba hediye ettiğini görünce,
çılgınlar gibi seviniyor.
Sonrası
mı? Sonrası “Rose çiftinin önlenemez yükselişi” elbet. Oliver, çalıştığı hukuk
bürosuna ortak oluyor, sonunda da patronluğa yükseliyor. Barbara ise, “yuvayı”
kurmakla uğraşıyor. Bir kız ve bir oğlan çocuğunu yetiştirmek, bu arada da,
satın aldıkları evi, iyi döşenmiş, gerçek bir “malikane”ye çevirmek. Bunları
başarıyor Rose çifti.
Ne
var ki, Oliver’in başarılı iş hayatı yanında, Barbara’nın giderek sıkıcılaşan
evkadınlığı, iplerin kopmasına neden oluyor. “Aşk ile nefret arasında çok ince
bir sınır vardır” ya, giderek öyle oluyor, aşk nefrete, nefret de savaşa
varıyor.
Barbara,
Oliver’ın köpeğine, Oliver, Barbara’nın kedisine diş biliyor önceleri, küçük
çekişmeler, atışmalar derken, büyük kapışmaya geliyor sıra:
Boşanacaklar,
ama görkemli “yuva” kimin olacak? “Oliver’ın parası” varsa, “Barbara’nın da
emeği” var o evde. Üstelik, Baccarat kristallerine, Staffordshire
porselenlerine, ilişkilerinden daha çok önem veren bir karı-koca onlar.
Anlaşmazlıkları, “çocuklar kimde kalacak” diye değil, “ev kimde kalacak” diye.
Oysa ikisi de bırakmaya niyetli değil.
Sonunda,
evi parselleyip, ikisi de kalıyorlar, ama bütün gemiler yakıldıktan sonra, bu
evin bir “savaş alanı”na dönüşmesi kaçınılmaz!
Filmin
asıl tadı da, bu savaşla başlıyor zaten. “Yuppie” ideolojisinin altında kalmış
beraberliklerin traji-komik öyküsünden, kaçınılmaz bir “ev muhaberesi”nin
gerilimine varıyor De Vito. Giderek, ağır ritmi hızlanıyor, planlar kısalıyor,
çerçeveler küçülüyor ve kahkahayla ciddiyet arasında ince bir denge tutturan
film, trajediyle son buluyor.
“Kazanmanın
olmadığı, yalnızca az ya da çok kaybın olduğu” bu savaş, “aşkta ve nefrette
kadınlar her zaman üstündür” sözünün üzerinde tepiniyor.
Oysa,
mesele Barbara’nın “imkansızlığı”nda değil. Barbara ile Oliver’in
“çıkışsızlığı”nda!
Neyse
ki, “böyle bir savaşa gireceksen, hiç boşanma daha iyi” mesajı, komikliğin
bölgesinde kalıyor.
De
Vito, bir zamanlar Hollywood’un cilalayarak sunduğu “evlilik rüyaları”nı bir
“kabus” haline getirirken, Michael Douglas-Kathleen Turner ikilisi de, keyifli
bir oyunculuk gösterisiyle, evdeki cehennemin zebanileri oluyorlar.
The
War of the Roses (Güllerin Savaşı)
Y:
Danny DeVito, S: Warren Adler’ın romanından Michael Leeson, G: Stephen Burum,
YT: Ida Random, SY: Marf Mansbridge, K: Lynzee Klingman, M: David Newman, O:
Michael Douglas, Kathleen Turner, Danny De Vito, Marianne Sagebrecht, Sean
Astin, Heather Fairfield. 1989.
7 Kasım 2015 Cumartesi
Curtis Hanson
Curtis
Hanson’ın dikkate değer diğer filmleri: Wonder Boys (2000), 8 Mile (2002), In
Her Shoes (2005)…
L.A. Confidential (Los Angeles Sırları)
Güçlü
ve nitelikli bir polisiye
James
Ellroy’un romanından uyarlanan “Los Angeles Sırları”nda, bir yanıyla görkemli
bir zenginliğe, bir yanıyla karanlık bir suç alemine ev sahipliği yapan Los
Angeles şehrinin hızla gelişmeye başladığı çevre çeşitli karakterlerle tasvir
ediliyor: Sinema yıldızlarına tıpatıp benzeyen fahişeler pazarlayan seçkin bir
simsar, onun maiyetinde çalışan bir kadın, bir skandal dergisinin yayın
yönetmeni, yer altı dünyasının büyük ve küçük patronları, çeşitli “açık”lar
veren yasa adamları, sert ve acımasız polisler…
Ve
hepsinin ortasında, farklı kanallardan ilerleyen ama giderek bütünleşen üç
hikayenin merkezindeki, yoğun ve keskin kişilik çatışmaları yaşayan üç polis
memuru…
Bütün
olarak, çağdaş kapitalizmin temel sorunlarını endişeli ve hüzünlü bir
yaklaşımla yansıtan, yasal ile yasadışının kesişmeleri, güç ve çıkar
çatışmaları, yozlaşma ve ahlak üzerine çarpıcı bir film…
Bilmece
gibi kurulmuş yoğun ve etkileyici senaryosunu, “Komplo Teorisi”yle adını
duyuran Brian Helgeland’ın yazdığı; “Beşikteki El” filmiyle tanınan Curtis
Hanson’ın akıcı ve çarpıcı bir üslupla yönettiği “Los Angeles Sırları”na, Kevin
Spacey, Russell Crowe, Guy Pearce, James Cromwell, David Strathairn, Kim Basinger
ve Danny De Vito’nun bulunduğu müthiş bir oyuncu kadrosu güç katıyor.
Çağdaş
ve ilginç bir kara film örneği olan “Los Angeles Sırları”, karmaşık entrikalar
ve zengin ayrıntılar içeren senaryosu, anlatılan öyküye ve döneme uygun düşen
gergin atmosferi, iyi işlenmiş ve ustalıkla canlandırılmış başlıca
karakterleri, ölçülü ve etkili anlatımıyla, baştan sona merak ve heyecanla
seyredilen, çok ilginç ve nitelikli bir polisiye…
L.A. Confidential
(Los Angeles Sırları)
Y:
Curtis Hanson, S: James Ellroy’un romanından Brian Helgeland, Curtis Hanson, G:
Dante Spinotti, YT: Jeannine Claudia Oppewall, SY: William Arnold, M: Jerry
Goldsmith, K: Peter Honess, O: Kevin Spacey, Russell Crowe, Guy Pearce, James
Cromwell, Kim Basinger, Danny DeVito, David Strathairn, Ron Rifkin, Paul
Guilfoyle. 1997.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)