25 Aralık 2014 Perşembe

Gone Girl

Kayıp Kız

David Fincher deyince akan sular durur, her bir filmi çok sağlamdır, özellikle Dövüş Kulübü’nin yeri ayrıdır benim için, ama bu film kimin imzasını taşırsa taşısın çok etkileyici bir polisiye gerilim, çok iyi bir senaryo, her anında sizi koltuğunuza yapıştırıp kendisini seyrettiren bir film, evlilik nedir nasıldır üstüne de, hayatı ve olayları değiştirip değiştiremeyeceğimizi de, kimin nasıl bir kişi olduğuna kolayca karar verip vermediğimizi de, yeniden yeniden düşünebilirsiniz, ama bütün bunları görüntüden kurgusuna, müziğinden oyuncularına, her birimin harika bir iş çıkardığı bir film seyrederek yaparsınız, ki özellikle karı-koca olarak nefis bir başarı sergileyen Ben Affleck ve Rosamund Pike ayrıca anılmalı, hepsini bir araya getirerek muhteşem biçimde anlatan bir David Fincher filmi bu, gidin görün derim…

Pek Yakında

 
Cem Yılmaz bir kez daha sinemanın türlerinden birine, GORA ya da Yahşi Batı gibi, bu kez de melodramlara bakıyor, hem filmin kendisinde, hem film içindeki filmde konunun özü bu, üstelik kurallara uygun bir dramatik iskelet var, iyi çekilmiş, iyi oynanmış, iyi kurgulanmış, kitabına uygun çatışmalar ve çözümler sergiliyor, bütün bunları da gerek sektör içi gerek başka sektörlere yönelik göndermelerle, isabet kaydeden şakalarla yapıyor, öyle ki Eşkıya göndermesi ya da Yılmaz Erdoğan şakası da, Teoman ya da Tarkan değinmeleri de güldürüyor, belki bir tek Mazhar Alanson ve Nurgül Yeşilçay’lı Herşey Çok Güzel Olacak şakası fazla kaçıyor, ama dövüş sahnelerinde efektler ya da canlı dublaj gibi şakalar da gayet güzel, yani eğlenceli bir Cem Yılmaz filmi bu, üstelik bu kez epey durmuş oturmuş Cem Yılmaz da var, onu da eklemek lazım...

Siccin

 
Bugüne kadar bir korku bir komedi sıralamasına uyan yönetmen Alper Mestçi, korkuya gelince yine cinler üzerine bir film çekmiş, aslına bakılırsa gayet eli yüzü düzgün, makyaj konusunda hayli başarılı, ama seyirciyi ille de korkutmak için bir takım ayrıntıları abartarak yerinden sıçrtmaya ve nerdeyse çığlık çığlığa müzik kullanımıyla germeye çalışması işleri bozuyor, senaryo da pek başarılı değil, üstelik en sonda açıklanan numara da zaten filmin başında ele verilmiş olduğundan bir anlamı yok, ama konusunu boş ver, gidip az biraz korkalım yeter derseniz, Türk usulü korku filmi işte...

The Equalizer

Adalet

Kendisini çok beğendiğim için, bir filmde Denzel Washington başroldeyse, benim için o film tamamdır, evet bazı filmleri kötü çıkmıştır, ama genellikle sağlam ve parlak işlerde oynar, bu da öyle, yönetmeni Antoine Fuqua da gayet tatmin edici bir imza zaten, bu film de Öldürme Arzusu ve Kirli Harry gibi yapımlarının izinden giderek bir seri olabilir, zaten yola çıktığı malzeme de bir televizyon dizisi, sonu da öyle bitiyor, ama bu bağımsız başlayıp biten bir film, bir tek kişilik adalet ordusu hikayesi, baştan sona çok şık çekilmiş ve kurgulanmış, çok iyi oynanmış, çok sıkı bir hareketli macera filmi…

The Fault in Our Stars

Aynı Yıldızın Altında

Yarın öbür gün büyük bir yıldız haline gelirse diye not düşelim, Shailene Woodley, 23 yaşında, televizyon yapımlarıyla işe başlamış, 2011’de ilk önemli sinema filmi Senden Bana Kalan’da George Clooney’nin büyük kızını oynamış, ardından 2013’te Spectacular Now ve bu yıl Uyumsuz gibi başarılı işler çekmiş, ve işte şimdi de bu filmle karşımızda, üstelik Uyumsuz filminde kardeşini oynayan 21 yaşındaki Ansel Elgort’la iki sevgiliyi canlandırıyorlar, ve söylemek lazım ki, çok başarılılar, öylesine ki, yönetmen Josh Boone, görüntüsünden yan rollerine, kurgusundan müziğine, çok iyi bir iş çıkarmış, ama filmi gerektiğinde de bu iki oyuncunun yeteneğine teslim etmiş, ve müthiş sonuç almış, kahkaha, tebessüm, hüzün, ağlama, bütün duygular geçiyor içinizden, ama kahkahaları koyverin, gözyaşınıza hükmedin istemiş yönetmen, sömürmemiş yani, ölçülü, olgun, ama bir o kadar da duygulu…

Kendime İyi Bak


Yeşim ve Emre bir süredir birlikte olan ve evlilik kararı alan genç bir çifttir. Düğünlerine bir hafta kalmıştır ve son hazırlıklar devam etmektedir. Emre davetiyelerini vermek için arkadaş grubuyla toplanır ve bu buluşmada eski sevgilisi Begüm’ün öldüğünü öğrenir. Beklenmedik bir anda Begüm’e dair hatıralarla kafası allak bullak olmaya başlayan Emre’nin Yeşim'le olan ilişkisi de bu durumdan olumsuz etkilenir. Emre şimdi düğününe bir hafta kala, nişanlısını ihmal ederken, kendisini aniden terk eden Begüm’ün yarım kalan hatıralarını tamamlamaya çalışır.

Bu romantik filminin yönetmenliğini Ruhi Yapıcı ve Serhan Arslan üstlenirken, oyuncu kadrosunda Aslı Tandoğan, Begüm Bingören ve Çağdaş Onur Öztürk gibi genç oyuncuların yer alıyor.

Öncelikle söylemem lazım ki, bu filmle ilgili saklanan bir tüyoyu verdim, yani eski sevgilinin öldüğünü söyledim, ama bu filmi yapanlar üzülmesin, çünkü filmde çok daha önemli sırlar var zaten, ama ayrıca filmin anlattıkları kadar nasıl anlattığı da önemli ve burada söylemem lazım ki uzun süredir Türk sinemasında göremediğimiz ölçüde “hayata benzeyen” bir film bu, hem oyuncuları, hem senaryosu, hem anlatımıyla gerçekten çok içten, çok sahici, çok bizden bir film çıkmış ortaya. Hayat kadar sıradan, hayat kadar sinirli, hayat kadar komik, hayat kadar hüzünlü bu insanlar, velhasıl hem yönetmenleri ve teknik ekibi hem de oyuncuları kutluyor ve bu filmin Türk sinemasında “gerçek gibi” film yapma eğiliminin yeniden başlamasına yol açmasını diliyorum…

The Grand Budapest Hotel

Büyük Budapeşte Oteli

1920’lerde, Avrupa’nın en seçkin mekanlarından biri olan Büyük Budapeşte Oteli’nin efsanevi kapı görevlisi Gustave H, otelin geç çalışanlarından Zero Mustafa ile çok yakın bir arkadaşlık kurar, ekonomik ve politik karışıklıkların yaşandığı bu dönemde onunla çok hassas sırlarını paylaşır. Bir süre sonra, servet değerindeki aile yadigarı bir Rönesans tablosu otelden çalınınca, iki arkadaş bu önemli suçun çözülmesi için mücadele vermeye başlar…

Usta yönetmen Wes Anderson’ın yönettiği bu tarihsel kara komedi filminin başrolünde Ralph Fiennes oynarken,  F. Murray Abraham, Edward Norton, Saoirse Ronan, Adrien Brody, Willem Dafoe, Jeff Goldblum, Jude Law, Tilda Swinton, Harvey Keitel, Tom Wilkinson, Bill Murray ve Owen Wilson gibi sayısız yıldızın yer aldığı bir kadroda ona eşlik ediyor…

Wes Anderson, Rushmore, Tenenbaum Ailesi, Steve Zizou ile Suda Yaşam gibi filmleriyle tanınan ve çok kalabalık olmasa da her filmine giden bir hayran kitlesi edinmiş bir yönetmendir. Ben onun hayran kitlesinden değilim, ama bu bugüne kadar en keyifle seyrettiğim filmi oldu. Daha önceki filmlerinde görülen karmaşa ve saçmalık kıvamı yine var, ama bu kez hem ortama hem de karakterlere çok iyi oturmuş, biraz eğlenceli biraz hüzünlü bir ton yakalanmış, film çok sağlam bir kara komedi, ya da absürd komedi olmuş. Ama bunda oyuncuların, özellikle de başroldeki Ralph Fiennes’ın müthiş yeteneği ve kendini alabildiğine komedinin sınır tanımazlığına bırakması da rol oynuyor. Ayrıca film boyunca kimi 5 kimi 10 dakika da olsa karşımıza çıkıveren yıldızların küçücük rollerde sergilediği lezzet de cabası. Velhasıl, bu benim gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir Wes Anderson filmi…

10 Ocak 2014 Cuma

Barry Levinson


Barry Levinson’ın dikkate değer diğer filmleri: The Natural (1984), Good Morning Vietnam (1987), Sleepers (1996)…

Bugsy

"Las Vegas'ın temelini atan adam..."
 
 

Amerikan tarihinin efsanevi isimlerinden birisi, gangster Benjamin Siegel. Peki ama neden, hangi özelliğiyle?
 

“Size bir otelden söz ediyorum. Kumarın özgürce oynandığı bir yerden. Bir saray, bir vaha, bir kumar kenti. Başarırsak, otelimizi okullar, kiliseler ve diğerleri izleyecek. Ve bir bakacaksınız ki, bütün eyalet bizim olmuş. Bir eyalete hükmedenler, bütün ülkeyi kontrol edebilirler. Başkanı bile seçtirebilirler. Açın gözlerinizi ve ufuklara bakın!”
 

Böyle diyor, çöl ortasında kurduğu otelle “Las Vegas’ın temelini atan adam” sayılan Siegel…
 

İyi çekilmiş bir film “Bugsy”. Ele aldığınız karakteri, sinemanın bütün gösteri olanaklarıyla, allayıp-pullayarak, eğip-bükerek, nasıl da güçlü bir parlaklıkla aktarabileceğinizi, kanlı bir hayat hikayesinden bile, nasıl da romantik ve eğlenceli bir masal çıkarabileceğinizi gösteriyor bir kez daha.
 

“Yağmur Adam” ve “Avalon” gibi filmler yapmış, yetenekli yönetmen Barry Levinson, bütün hünerini ortaya dökmüş, ritmi, ışıkları, kamera hareketleri, kostümleri, dekorları ve oyuncuları ile, tıkır tıkır işleyen bir film çıkarmış ortaya. Gerçekten kendisini izlettiriyor, arada “hoş” espriler ve “duygulu” dramlar kuruluyor, iki saat geçip gidiyor…
 

Oysa,Warren Beatty’nin büyük bir başarıyla canlandırdığı, “sınırsız enerjisi, çılgın dehası, önü alınmaz düşleri, duygusal ihtirası, amansız cesareti, şeytani çekiciliği, iyi laf yapan ağzı ve tavlayıcı şirinliği” ile çizilen, ve “değeri bilinmemiş” bir adam olarak “trajik” bir boyut da katılan , bu “destansı” portre, aralardan sızan kaçınılmaz gerçeklerle kendini baltalıyor yine de: Hayatını “risk, şehvet, hayalperestlik, tehlike ve aşk”ın yönlendirdiği Bugsy, acımasız bir zorba, soğuk kanlı bir katil, sağı solu belli olmayan bir psikopat, fütursuz bir gangster!.. “Amerikan Rüyası”nın eli kanlı mühendislerinden biri!.. Kızdı mı silah çekmekten ya da öldüresiye dövmekten, bir evi beğendi mi içeri girip zorla satın almaktan çekinmez, rüşvet yedirir, haraç keser, “terslik yapan”ları öldürür…
 

Bunları gizlemek için de, Hollywood’un ışıltılı dünyasında, kibar, şık, yakışıklı bir “playboy” olarak dolanır, sinemacılarla yakın arkadaşlıklar kurar, bunlar iki tarafın da kazançlı çıktığı dostluklardır. (“Bugsy” filmi de, bu tipik kamuflajı yeniden kurmaktan başka bir şey yapmıyor.)
 

Filmin ana malzemesi olan Bugsy-Virginia aşkına gelince: Filmlerde küçük roller bularak ve onun bunun metresi olarak yaşayan Virginia Hill, kendisine kapılan uçkur düşkünü Bugsy’nin sırtından epey para kazanıyor, ve bu “al gülüm-ver gülüm ilişkisi”, filmde derin bir aşk haline geliyor. Aynı Bugsy, karısının karşısında saygılı ve yumuşak başlı bir koca, kızının doğum gününde, bir yandan pasta süsleyen, bir yandan iş ortaklarıyla görüşen, bir yandan da metresinin bulunması için sağa sola telefon eden bir baba!..

 
Denilebilir ki: “Film, iki yönünü de gösteriyor Bugsy’nin. İnsan da tek boyutlu değildir.”

 
Doğru, ama söylemin inşası da önemlidir: “Hayalperest ve romantik bir adamdı, ama aynı zamanda psikopat ve katildi” demek başka, bu cümleyi tersten kurmak başka.
 

“Bugsy”, önceliği “dahi”ye veren bir film. Üstelik buradaki “deha” insanların kanını emmek üzere işliyor. Kendilerine “işadamı” diyen gangsterler, sanırsınız ki, fabrikalar filan kurmuş, ama yaptıkları, kumarhane kurup işletmek, haraç kesmek ve öldürmek…
 

“Bugsy”nin destanı, Las Vegas’ın temelini atan adam olarak kuruluyor filmde. O Las Vegas ki, insanların “eğlence” yoluyla soyulduğu bir kumarhane kentidir. Böyle bir yerin temelini atmak olsa olsa Amerika’da “deha” sayılabilir. “Din-iman” para olunca!..


Bugsy’nin, hayatını tehlikeye atarak ortaklarının 6 milyonunu harcadığı, çöl ortasındaki Flamingo Las Vegas Oteli, bu büyük kentin başlangıcı olmuş, ve bugüne dek 100 milyar dolar kar getirmiş. Zaten öyle olmasa, bu filmde çekilmezdi herhalde. Malum, Amerika, kazananları ve kazandıranları sever, ya da o uğurda ölenleri!..
 

Bugsy’nin ruhu şadolsun, Amerika onun gibi “örgütlü suç” uzmanlarına çok şey borçlu! Tabii Hollywood da öyle. Anlaşılan o ki, gönül borçları bitene kadar da, “romantik gangster destanları” yapmayı sürdürecekler. Bu tür filmler, birçok kişi gibi, bana da sıkıcı geliyor artık. Ama “kalite ve neşeyle anlatılmış, sevimli gangster masalları”nı hala çekici bulanlar için, “Bugsy”nin iyi bir “seyirlik”    olduğu su götürmez tabii!..
 

Bir kumar tutkunu olduğunu söyleyen senaryo yazarı James Toback ve Bugsy’yi geride bırakacak kadar hızlı bir playboy olan Waren Beatty’nin bu filmi niye yaptığı belli. Ama, Warren Beatty’yi nikah masasına oturtmasıyla, Bugsy’yi kendisine bağlayan Virgina Hiil’e benzese de, onun gibi üçüncü sınıf değil, gerçekten güçlü bir oyuncu olan Anette Bening ve yetenekli yönetmen Barry Levinson ne arıyor bu filmde?

 


Bugsy

Y: Barry Levinson, S: Dean Jennings’in araştırma kitabından yaralanarak James Toback, G: Allen Daviau, YT: Dennis Gassner, SY: Leslie McDonald, K: Stu Linder, Christopher Holmes, M: Ennio Morricone, O: Warren Beaty, Annette Bening, Harvey Keitel, Ben Kingsley, Joe Mantegna, Elliott Gould, Bebe Neuwirth, Wendy Phillips, Kimberly McCullough. 1991.

Rain Man


Ekonomi tıkırında, ama bireyler…

 

 
Her şey matematik hesabıyla, kağıt üzerinde bitmiş. Havada kalan tek bir görüntü bile yok.

 

İlk sahnede, Charlie’nin el çırpmasını yakın plan göstermenin yerli yersiz olduğunu düşünürken, onun bu alışkanlığının, Raymond için nasıl sinir bozucu olduğunu gördüğünüzde fark ediyorsunuz bunu.

 

Sonra, birçok şey, başlayan bir cümlenin noktası oluyor. Suzanna, Charlie’nin nişanlısı, Raymond’a müthiş yakınlık duyuyor; çünkü İtalyan göçmeni (şivesinden kolayca anlaşıldığı gibi) ve en az onun kadar “yabancı” topluma…

 

Bunun gibi daha bir sürü ipucu…

 

Böyle sağlam bir senaryonun üzerine, Barry Levinson ve arkasındaki güçlü-kalabalık ekibin (otistik davranışlar konusunda danışman doktorlara kadar) görkemli çalışması biniyor. Ama her şeyi gösterişle kapatan bir görkemlilik değil bu.

 

Nefis görüntüler (özellikle yol sahnelerini hatırlayın), harika bir müzik ve ustaca yakalanmış temposuyla, aksaksız bir sinema dili. Duygu sömürüsüne kaçmayan bir yaklaşım. Aynı malzeme, Allah korusun, bizim Yeşilçamcılardan birinin eline geçseydi…

 

Ama, ne kadar “Hollywood işi” olsa da, sizi katarsise sürüklemeyi seçmemiş Levinson. Birkaç doruk sahnesiyle (havaalanı, mutfak, otel odası) sarsıp sarsıp bırakmış daha çok… Ve düşünün istemiş…

 

Hoffman, hiç aksamayan performansıyla, bir tek duygunun yansımadığı yüzüyle, böylesi bir karakteri capcanlı çizerken, sinemanın unutulmaz kişiliklerinden birini daha çıkarıyor ortaya. Tom Cruise da, beklenenin tersine, onun büyüklüğünün altında ezilmeyen, star havalarında silinip gitmeyecek bir oyunculuk sunuyor…

 

Rain Man’in çıkış noktası, üstte anlatılan öyküden çok, alt metinde yatan yabancılaşma olgusu…

 

Raymond’ın iletişim sorunu var.Charlie’nin de öyle (Suzanna ile ilişkilerini düşünün)…

 

Raymond’ın yaşamı alışkanlıklarla sürüyor. Charlie’nin de öyle (yaptığı her şeyi -sevişmeyi bile- bir alışkanlık olarak yapıyor örneğin)…

 

Raymond için insan öncelikli bir yere sahip değil yaşamında, daha çok cansız objelerle ilişkide, rakamlar gibi. Charlie de öyle (insanlardan çok, paraya önem veriyor o da!)…

 

Şimdi,bakın bakalım, sorun otizm mi, kapitalizm mi?

 

Genel ölçütlerle “normal” olan Charlie’nin, takıntılarının, duygusuzluğunun nedeni, yalnızca annesiz geçen, sorunlu çocukluğu mu?Yoksa, her insani şeyi bireysel bir güç ve para mücadelesine kurban eden kapitalizm mi?

 

Charlie’nin, Raymond’la verdiği mücadele ile birlikte, biraz “törpülenmesi”, sevgiye yaklaşması, insanın içindekilere dair bir umudu vurguluyor. (“Dönüşüm”ü biraz Hollywoodvari bir keskinlikte olsa da!)

 

Oysa sistem yaşıyor ve iletişimsizlik sürüyor.

 

Otizmin bir belirtisi, belirli sözcük ve tümceleri tekrarlayarak konuşmakmış. Günlük koşturmaca içinde, sözcük dağarcığınızın ne kadar daraldığını aklınıza getirin bir…

 

Otistikler, sosyal ilişkileri geliştirmede başarısızmış. Giderek sınırlı hale gelen dostlukları düşünüyorum da…

 

Biz de biraz otistik miyiz nedir?

 

Yoksa, Rain Man filmi, otizmi gösterip kapitalizmi mi vuruyor?

 

Leit-motive gibi, arada bir beliren, beton-çelik görüntülerini, kıstırılmışlıktan başka bir şey hatırlatmayan çapraz bağlantılı köprü ayaklarını getirin gözünüzün önüne…

 

Aman dikkat, ekonomi kapitalizmi, oklar otizmi gösteriyor…

 

Charlie telefonun başında, yeni iş bağlantıları kuruyordur şimdi…

 

Raymond, ya rehberin G’den sonrasını, ya da Shakespeare’nin sonelerini ezberlemekle meşguldür…

 

Ben de kulaklığımı takıp, müzik dinleyeceğim bu yazıyı bitirdikten sonra; telefonları da duymuyorum o zaman…

 


Rain Man (Yağmur Adam)

Y: Barry Levinson, S: Barry Morrow, Ronald Bass, G: John Seale, YT: Ida Random, SY: William A Elliott, M: Hans Zimmer, K: Stu Linder, O: Dustin Hoffman, Tom Cruise, Valeria Golino, Bonnie Hunt. 1988.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Barbet Schroeder


Barbet Schroeder’in dikkate değer diğer filmleri: Single White Female (1992), Murder by Numbers (2002)…

Reversal of Fortune


Cellat kim, kurban kim?

 

 
Dünya sosyetesinin ve hukuk tarihinin en çok konuşulan davalarından biri olma özelliğini koruyor hala, Von Bulow olayı.

 

Amerika’nın en zengin ailelerinden birinin kızı olan Sunny ile Avrupa’nın en gizemli soylularından biri olan Claus Von Bulow’un, henüz cevabı bulunamamış sorularla örülü evlilikleri; mutsuz, içine kapanık, hasta ve huzursuz Sunny’nin, günümüze dek süren bir bitkisel hayata varan uyuşturucu komasının ardından; gizemli, kibirli ve sessiz Claus’un, üvey çocukları tarafından “cinayete teşebbüs”le suçlanması, iki kez yargılanması ve sonunda, müthiş bir hukuk çalışmasıyla beraat etmesi…

 

Peki neler olmuştu? Nasıldı, Claus’u mahkemelere, Sunny’yi bitkisel hayata sürükleyen olayların akışı?

 

“Barfly” filmiyle hatırlanan yönetmen Barbet Schroeder, oldukça uygun bir formülle, bunun peşine düşmüş: Claus’u beraat ettiren ünlü avukat Alan Dershowitz’in, bu davanın öyküsünü anlattığı kitabı kaynak alarak, belgesel ile kurgu arasında ince bir denge kurup, yalın ama sürükleyici bir film çıkarmış ortaya.

 

Jeremy İrons’ın Oscar’la ödüllendirilen usta oyunu, Ron Silver ve Glenn Close’un birinci sınıf yorumlarıyla desteklenmiş.

 

Farklı görüş açılarından alarak, tüm ayrıntıları önünüze seriveren film, size özgün bir kurgu ve  “karar” olanağı verdiğinden, ilginç bir sinema deneyimi oluşturuyor…

 

 
Reversal of  Fortune (Talihin Dönüşü)

Y: Barbet Schroeder, S: Alan Dershowitz’in kitabından Nicholas Kazan, G: Luciano Tovoli, YT: Mel Bourne, SY: Dan Davis, K: Lee Percy, M: Mark Isham, O: Jeremy Irons, Ron Silver, Glenn Close, Annabella Sciorra, Uta Hagen, Fisher Stevens, Christine Baranski, Christine Dunford, Felicity Huffman. 1990.

Barfly


Bar Kelebeği...


 

Yaratıcılık, Pasolini’nin dediği gibi, “yaşama içgüdüsüne zarar vermek”se eğer, yaşamla sürekli bir çelişmeyi, çekişmeyi gerektiriyor elbet. Dünyaya dair bir sorunuz, yaşama dair bir sorununuz olmalı.

 

Henry Chimaski, Charles Bukowski’nin filmdeki izdüşümü, dünyayla ve yaşamla böylesi bir çelişme / çekişmeyi, kenar mahalle barlarında, ayyaşların arasında, “alt tabaka”nın içinde buluyor.

 

İnsanlardan nefret etmese de, “etrafında olmadıkları zaman kendini daha iyi hisseden”, kaba görünümlü bir ince yaratıcı Henry: Şiirini içinde yaşadığı pislikten süzüyor.

 

“Bazıları asla çıldıramazlar, ne çekilmez bir hayat onlarınki” diyen bu adamın sevgilisi de, kendisi gibi ayyaş bir başka bar kuşu olan Wanda. O ise yaşamla çelişmesini “nefret”le özetliyor, “İnsanlardan… Polislerden… Nefret ediyorum” diyerek…

 

Ve birlikte dalıyorlar, Tracy Chapman şarkılarındaki, “Amerika’nın arka sokakları”na, rüyanın öteki yüzüne, fakirliğe, pisliğe, alkole…

 

Belirlilikten, sıradanlıktan nefret eden Henry’yi, “olmak istemediği şeyler, yapmak istemediği işler, gitmek istemediği yerler” yoruyor, “birisi, ‘herkes bir şey olmalı’ kuralını koymuş diye”… Wanda ile birlikte yapacakları tek şey “birbirleri için içmek”tir oysa…

 

Henry, yazdıklarını sanat dergilerine postalasa da, “öldükten sonra keşfedilmeyi” bekliyor daha çok…Wanda kafasını yardığında, aynanın karşısına geçip kanlı yüzünü seyrederek de şiir üretmesini biliyor Henry…

 

Yaratı yaratıcıyla, çılgınlar çılgınlarla, fakirler fakirlerle, marjinaller marjinallerle buluşuyor eninde sonunda (Ece Ayhan, Henry ile Wanda’yı çok severdi herhalde)…

 

Beat Kuşağı’nın önemli şairlerinden Charles Bukowski’nin, özyaşamsal öğeler taşıyan, “sinemadan nefret ettiği”ni belli edercesine tiyatral bir yapıda yürüyen, bir mekanda fazlaca duran (ama hiç sıkıcılığa düşmeyen), diyalogları üzerinde epey kafa yorulmuş senaryosuna dayanarak çekilmiş Barfly…

 

Chaiers du Cinéma’da Jean-Luc Godard’ın asistanlığını yapmış, eski eleştirmen, Alman asıllı Fransız yönetmen Barbet Schroeder, hiçbir kaygı duymadan, tiyatral bir film yapmanın da kendine özgü bir tadı olacağının bilincinde, düzgün bir film çıkarmış ortaya, kimi zaman absürde varan abartmalara da girerek…

 

Schroeder’in yönetiminde, Wim Wenders’in hemen bütün önemli filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapmış olan Robby Müller’in kamerası, Henry ile Wanda’nın  “pis” çevresine yöneliyor, bu iki insanın “içine” girmeye çalışırken. Objektifi kirleniyor kameranın, set kirli, ışıklar tozdan parlaklığını yitirmiş. Ama Barfly’ın tadı o “pislik”ten süzülüyor yine… Müthiş Mickey Rourke ve çarpıcı Faye Dunaway’in oyunculuk sololarıyla…

 

Barfly’ın özeti: Yoldan geçerken, “ateşiniz var mı?” dediler diye, “adamdan sayılma”nın sevinciyle gözleri parlayan yaşlı ayyaş!

 


Barfly (Bar Kelebeği)

Y: Barbet Schroeder, S: Charles Bukowski, G: Robby Müller, YT: Bob Ziembicki, M: Jack Baran, K: Eva Gardos, O: Mickey Rourke, Faye Dunaway, Alice Krige, Jack Nance. 1987.

Ang Lee


Ang Lee’nin dikkate değer diğer filmleri: Xi Yan (1993), Yin Shi Nan Nu (1994), Sense and Sensibility (1995), The Ice Storm (1997), Brokeback Mountain (2005), Life of Pi (2012)…

Crouching Tiger, Hidden Dragon


Kaplan ile Ejderha

 


Çeşitli festivallerden ve eleştirmen derneklerinden gelen ödüllerden sonra, en iyi yönetmen ve yabancı film dalında Altın Küre de alınca, Kaplan ve Ejderha muhtemel Oscar adayları arasında iyice öne çıktı.

        

Efsanelerle dolu geleneksel Çin kültürünü nostaljik bir bakışla yansıtan bir romandan uyarlanmış, Uzakdoğu usülü dövüş sahneleriyle bezenmiş bu epik ve romantik macera, yönetmen Ang Lee’nin gedikli senaryo yazarı James Schamus’un deyişiyle “savaş sanatıyla birleştirilmiş bir Sense and Sensibility”!

 

Ustalarının mirası olan Yeşil Kader isimli tarihi kılıcı, çalınarak satıldığı zengin ve soylu bir aileden geri almak için hayatlarını feda etmeyi göze alan, bu uğurda mücadele ederken aşklarını yaşayamayan iki efsanevi savaşçının yolları, sevmediği bir adamla evlendirilmek istenince yasaklarla çevrili hayatı daha da çekilmez hale geldiği için evinden kaçarak macera hayallerini gerçekleştirmek üzere tehlikelerle dolu bir yolculuğu çıkan genç bir kadınla kesişir...

 

Kaplan ve Ejderha, en baştan söylemeliyim ki, gördüğüm en sanatsal dövüş filmi, çok özgün ve çarpıcı bir çalışma. 19. yüzyıl Çin atmosferinin görkemli ve ayrıntılı bir çevre tasviriyle kurulması, Matrix’teki çalışmasıyla tanınan dövüş koreografı Yuen Wo Ping’in desteğiyle gerçekleştirilen hareketli sahnelerin göz kamaştırıcı başarısı, karakterlerin ve duyguların incelikli diyaloglarla sağlam biçimde işlenmesi, yoğun bir hazırlık sonrasında dövüş sahnelerinde neredeyse hiç dublör kullanmaya ihtiyaç duymayan oyuncu kadrosunun güçlü yorumları, erkek kahramanların hakim olduğu dövüş filmleri türüne kadın karakterler öne çıkarılarak farklı bir duyarlılık getirilmesi, hız ile derinlik arasında etkileyici bir denge kurularak hem sürükleyici hem şiirsel bir üslup oluşturulması, kılıçla dövüşlerin ağaçlar arasında uçarak yapılmasının getirdiği olağanüstü lezzet, filmin başlıca özellikleri…

 

The Wedding Banquet, Sense and Sensibility, The Ice Storm ve Ride With The Devil filmleriyle hem ünlü hem saygın bir yönetmen olan Tayvanlı Ang Lee’nin ödüller kadar övgülerle de parlayan bu çalışmasında, John Woo’nun Hong Kong dönemindeki gözde oyuncularından biri olan ve Jodie Foster’la birlikte kamera karşısına geçtiği Anna and The King’le ilk Hollywood denemesini yapan Chow Yun Fat, gençliğinde bale ve yüzmeyle uğraştıktan sonra 1983 Malezya güzeli seçilince reklam filmlerinden oynamaya başlayan ve sinemada henüz sadece Tomorrow Never Dies’daki Bond kızı olarak tanınan Michelle Yeoh, ödüllü bir dansçıyken sinemaya geçen ve bu filmdeki performansı epey beğenilen genç Zhang Ziyi başrolleri paylaşıyor...

 

 

Crouching Tiger, Hidden Dragon (Kaplan ve Ejderha)

Y: Ang Lee, S: Wang Du Lu’nun romanından James Schamus, Wang Hui Ling, Tsai Kuo Jung, G: Peter Pau, Yuen Wo Ping, YT: Tim Yip, SY: Wang Jian-Quo, Eddy Wong, Yang Xing-Zhan, Yang Zhanja, Zhao Bin, K: Tim Squyres, M: Tan Dun, O: Chow Yun-Fat, Michelle Yeoh, Zhang Ziyi, Chang Chen, Cheng Pei Pei, Lung Sihung. 2000.