Barry
Levinson’ın dikkate değer diğer filmleri: The Natural (1984), Good Morning
Vietnam (1987), Sleepers (1996)…
Filmlerle ilgili izlenimler... Ayrıca, 1987 yılından bugüne çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış film eleştirilerimi arada bir sunuyorum, bizim kuşaklar hatırlamaktan, yeni kuşaklar öğrenmekten keyif alırlar, başka filmleri keşfetmek için bir çıkış noktası olarak alırlar umarım...
10 Ocak 2014 Cuma
Bugsy
"Las Vegas'ın temelini atan adam..."
Amerikan
tarihinin efsanevi isimlerinden birisi, gangster Benjamin Siegel. Peki ama
neden, hangi özelliğiyle?
“Size
bir otelden söz ediyorum. Kumarın özgürce oynandığı bir yerden. Bir saray, bir
vaha, bir kumar kenti. Başarırsak, otelimizi okullar, kiliseler ve diğerleri
izleyecek. Ve bir bakacaksınız ki, bütün eyalet bizim olmuş. Bir eyalete
hükmedenler, bütün ülkeyi kontrol edebilirler. Başkanı bile seçtirebilirler.
Açın gözlerinizi ve ufuklara bakın!”
Böyle
diyor, çöl ortasında kurduğu otelle “Las Vegas’ın temelini atan adam” sayılan
Siegel…
İyi
çekilmiş bir film “Bugsy”. Ele aldığınız karakteri, sinemanın bütün gösteri
olanaklarıyla, allayıp-pullayarak, eğip-bükerek, nasıl da güçlü bir parlaklıkla
aktarabileceğinizi, kanlı bir hayat hikayesinden bile, nasıl da romantik ve
eğlenceli bir masal çıkarabileceğinizi gösteriyor bir kez daha.
“Yağmur
Adam” ve “Avalon” gibi filmler yapmış, yetenekli yönetmen Barry Levinson, bütün
hünerini ortaya dökmüş, ritmi, ışıkları, kamera hareketleri, kostümleri,
dekorları ve oyuncuları ile, tıkır tıkır işleyen bir film çıkarmış ortaya.
Gerçekten kendisini izlettiriyor, arada “hoş” espriler ve “duygulu” dramlar
kuruluyor, iki saat geçip gidiyor…
Oysa,Warren
Beatty’nin büyük bir başarıyla canlandırdığı, “sınırsız enerjisi, çılgın
dehası, önü alınmaz düşleri, duygusal ihtirası, amansız cesareti, şeytani
çekiciliği, iyi laf yapan ağzı ve tavlayıcı şirinliği” ile çizilen, ve “değeri
bilinmemiş” bir adam olarak “trajik” bir boyut da katılan , bu “destansı” portre,
aralardan sızan kaçınılmaz gerçeklerle kendini baltalıyor yine de: Hayatını
“risk, şehvet, hayalperestlik, tehlike ve aşk”ın yönlendirdiği Bugsy, acımasız
bir zorba, soğuk kanlı bir katil, sağı solu belli olmayan bir psikopat,
fütursuz bir gangster!.. “Amerikan Rüyası”nın eli kanlı mühendislerinden
biri!.. Kızdı mı silah çekmekten ya da öldüresiye dövmekten, bir evi beğendi mi
içeri girip zorla satın almaktan çekinmez, rüşvet yedirir, haraç keser,
“terslik yapan”ları öldürür…
Bunları
gizlemek için de, Hollywood’un ışıltılı dünyasında, kibar, şık, yakışıklı bir
“playboy” olarak dolanır, sinemacılarla yakın arkadaşlıklar kurar, bunlar iki
tarafın da kazançlı çıktığı dostluklardır. (“Bugsy” filmi de, bu tipik
kamuflajı yeniden kurmaktan başka bir şey yapmıyor.)
Filmin
ana malzemesi olan Bugsy-Virginia aşkına gelince: Filmlerde küçük roller
bularak ve onun bunun metresi olarak yaşayan Virginia Hill, kendisine kapılan
uçkur düşkünü Bugsy’nin sırtından epey para kazanıyor, ve bu “al gülüm-ver
gülüm ilişkisi”, filmde derin bir aşk haline geliyor. Aynı Bugsy, karısının
karşısında saygılı ve yumuşak başlı bir koca, kızının doğum gününde, bir yandan
pasta süsleyen, bir yandan iş ortaklarıyla görüşen, bir yandan da metresinin
bulunması için sağa sola telefon eden bir baba!..
Denilebilir
ki: “Film, iki yönünü de gösteriyor Bugsy’nin. İnsan da tek boyutlu değildir.”
Doğru,
ama söylemin inşası da önemlidir: “Hayalperest ve romantik bir adamdı, ama aynı
zamanda psikopat ve katildi” demek başka, bu cümleyi tersten kurmak başka.
“Bugsy”,
önceliği “dahi”ye veren bir film. Üstelik buradaki “deha” insanların kanını
emmek üzere işliyor. Kendilerine “işadamı” diyen gangsterler, sanırsınız ki,
fabrikalar filan kurmuş, ama yaptıkları, kumarhane kurup işletmek, haraç kesmek
ve öldürmek…
“Bugsy”nin
destanı, Las Vegas’ın temelini atan adam olarak kuruluyor filmde. O Las Vegas
ki, insanların “eğlence” yoluyla soyulduğu bir kumarhane kentidir. Böyle bir
yerin temelini atmak olsa olsa Amerika’da “deha” sayılabilir. “Din-iman” para
olunca!..
Bugsy’nin,
hayatını tehlikeye atarak ortaklarının 6 milyonunu harcadığı, çöl ortasındaki
Flamingo Las Vegas Oteli, bu büyük kentin başlangıcı olmuş, ve bugüne dek 100
milyar dolar kar getirmiş. Zaten öyle olmasa, bu filmde çekilmezdi herhalde.
Malum, Amerika, kazananları ve kazandıranları sever, ya da o uğurda ölenleri!..
Bugsy’nin
ruhu şadolsun, Amerika onun gibi “örgütlü suç” uzmanlarına çok şey borçlu!
Tabii Hollywood da öyle. Anlaşılan o ki, gönül borçları bitene kadar da,
“romantik gangster destanları” yapmayı sürdürecekler. Bu tür filmler, birçok
kişi gibi, bana da sıkıcı geliyor artık. Ama “kalite ve neşeyle anlatılmış,
sevimli gangster masalları”nı hala çekici bulanlar için, “Bugsy”nin iyi bir
“seyirlik” olduğu su götürmez tabii!..
Bir
kumar tutkunu olduğunu söyleyen senaryo yazarı James Toback ve Bugsy’yi geride
bırakacak kadar hızlı bir playboy olan Waren Beatty’nin bu filmi niye yaptığı
belli. Ama, Warren Beatty’yi nikah masasına oturtmasıyla, Bugsy’yi kendisine
bağlayan Virgina Hiil’e benzese de, onun gibi üçüncü sınıf değil, gerçekten
güçlü bir oyuncu olan Anette Bening ve yetenekli yönetmen Barry Levinson ne
arıyor bu filmde?
Bugsy
Y:
Barry Levinson, S: Dean Jennings’in araştırma kitabından yaralanarak James
Toback, G: Allen Daviau, YT: Dennis Gassner, SY: Leslie McDonald, K: Stu
Linder, Christopher Holmes, M: Ennio Morricone, O: Warren Beaty, Annette
Bening, Harvey Keitel, Ben Kingsley, Joe Mantegna, Elliott Gould, Bebe
Neuwirth, Wendy Phillips, Kimberly McCullough. 1991.
Rain Man
Ekonomi
tıkırında, ama bireyler…
Her
şey matematik hesabıyla, kağıt üzerinde bitmiş. Havada kalan tek bir görüntü bile
yok.
İlk
sahnede, Charlie’nin el çırpmasını yakın plan göstermenin yerli yersiz olduğunu
düşünürken, onun bu alışkanlığının, Raymond için nasıl sinir bozucu olduğunu
gördüğünüzde fark ediyorsunuz bunu.
Sonra,
birçok şey, başlayan bir cümlenin noktası oluyor. Suzanna, Charlie’nin
nişanlısı, Raymond’a müthiş yakınlık duyuyor; çünkü İtalyan göçmeni (şivesinden
kolayca anlaşıldığı gibi) ve en az onun kadar “yabancı” topluma…
Bunun
gibi daha bir sürü ipucu…
Böyle
sağlam bir senaryonun üzerine, Barry Levinson ve arkasındaki güçlü-kalabalık
ekibin (otistik davranışlar konusunda danışman doktorlara kadar) görkemli
çalışması biniyor. Ama her şeyi gösterişle kapatan bir görkemlilik değil bu.
Nefis
görüntüler (özellikle yol sahnelerini hatırlayın), harika bir müzik ve ustaca
yakalanmış temposuyla, aksaksız bir sinema dili. Duygu sömürüsüne kaçmayan bir
yaklaşım. Aynı malzeme, Allah korusun, bizim Yeşilçamcılardan birinin eline
geçseydi…
Ama,
ne kadar “Hollywood işi” olsa da, sizi katarsise sürüklemeyi seçmemiş Levinson.
Birkaç doruk sahnesiyle (havaalanı, mutfak, otel odası) sarsıp sarsıp bırakmış
daha çok… Ve düşünün istemiş…
Hoffman,
hiç aksamayan performansıyla, bir tek duygunun yansımadığı yüzüyle, böylesi bir
karakteri capcanlı çizerken, sinemanın unutulmaz kişiliklerinden birini daha
çıkarıyor ortaya. Tom Cruise da, beklenenin tersine, onun büyüklüğünün altında
ezilmeyen, star havalarında silinip gitmeyecek bir oyunculuk sunuyor…
Rain
Man’in çıkış noktası, üstte anlatılan öyküden çok, alt metinde yatan yabancılaşma
olgusu…
Raymond’ın
iletişim sorunu var.Charlie’nin de öyle (Suzanna ile ilişkilerini düşünün)…
Raymond’ın
yaşamı alışkanlıklarla sürüyor. Charlie’nin de öyle (yaptığı her şeyi
-sevişmeyi bile- bir alışkanlık olarak yapıyor örneğin)…
Raymond
için insan öncelikli bir yere sahip değil yaşamında, daha çok cansız objelerle
ilişkide, rakamlar gibi. Charlie de öyle (insanlardan çok, paraya önem veriyor
o da!)…
Şimdi,bakın
bakalım, sorun otizm mi, kapitalizm mi?
Genel
ölçütlerle “normal” olan Charlie’nin, takıntılarının, duygusuzluğunun nedeni,
yalnızca annesiz geçen, sorunlu çocukluğu mu?Yoksa, her insani şeyi bireysel
bir güç ve para mücadelesine kurban eden kapitalizm mi?
Charlie’nin,
Raymond’la verdiği mücadele ile birlikte, biraz “törpülenmesi”, sevgiye
yaklaşması, insanın içindekilere dair bir umudu vurguluyor. (“Dönüşüm”ü biraz
Hollywoodvari bir keskinlikte olsa da!)
Oysa
sistem yaşıyor ve iletişimsizlik sürüyor.
Otizmin
bir belirtisi, belirli sözcük ve tümceleri tekrarlayarak konuşmakmış. Günlük
koşturmaca içinde, sözcük dağarcığınızın ne kadar daraldığını aklınıza getirin
bir…
Otistikler,
sosyal ilişkileri geliştirmede başarısızmış. Giderek sınırlı hale gelen
dostlukları düşünüyorum da…
Biz
de biraz otistik miyiz nedir?
Yoksa,
Rain Man filmi, otizmi gösterip kapitalizmi mi vuruyor?
Leit-motive
gibi, arada bir beliren, beton-çelik görüntülerini, kıstırılmışlıktan başka bir
şey hatırlatmayan çapraz bağlantılı köprü ayaklarını getirin gözünüzün önüne…
Aman
dikkat, ekonomi kapitalizmi, oklar otizmi gösteriyor…
Charlie
telefonun başında, yeni iş bağlantıları kuruyordur şimdi…
Raymond,
ya rehberin G’den sonrasını, ya da Shakespeare’nin sonelerini ezberlemekle
meşguldür…
Ben
de kulaklığımı takıp, müzik dinleyeceğim bu yazıyı bitirdikten sonra;
telefonları da duymuyorum o zaman…
Rain
Man (Yağmur Adam)
Y:
Barry Levinson, S: Barry Morrow, Ronald Bass, G: John Seale, YT: Ida Random,
SY: William A Elliott, M: Hans Zimmer, K: Stu Linder, O: Dustin Hoffman, Tom
Cruise, Valeria Golino, Bonnie Hunt. 1988.
8 Ocak 2014 Çarşamba
Barbet Schroeder
Barbet
Schroeder’in dikkate değer diğer filmleri: Single White Female (1992), Murder
by Numbers (2002)…
Reversal of Fortune
Cellat
kim, kurban kim?
Dünya
sosyetesinin ve hukuk tarihinin en çok konuşulan davalarından biri olma
özelliğini koruyor hala, Von Bulow olayı.
Amerika’nın
en zengin ailelerinden birinin kızı olan Sunny ile Avrupa’nın en gizemli
soylularından biri olan Claus Von Bulow’un, henüz cevabı bulunamamış sorularla
örülü evlilikleri; mutsuz, içine kapanık, hasta ve huzursuz Sunny’nin, günümüze
dek süren bir bitkisel hayata varan uyuşturucu komasının ardından; gizemli,
kibirli ve sessiz Claus’un, üvey çocukları tarafından “cinayete teşebbüs”le
suçlanması, iki kez yargılanması ve sonunda, müthiş bir hukuk çalışmasıyla
beraat etmesi…
Peki
neler olmuştu? Nasıldı, Claus’u mahkemelere, Sunny’yi bitkisel hayata
sürükleyen olayların akışı?
“Barfly”
filmiyle hatırlanan yönetmen Barbet Schroeder, oldukça uygun bir formülle,
bunun peşine düşmüş: Claus’u beraat ettiren ünlü avukat Alan Dershowitz’in, bu
davanın öyküsünü anlattığı kitabı kaynak alarak, belgesel ile kurgu arasında
ince bir denge kurup, yalın ama sürükleyici bir film çıkarmış ortaya.
Jeremy
İrons’ın Oscar’la ödüllendirilen usta oyunu, Ron Silver ve Glenn Close’un
birinci sınıf yorumlarıyla desteklenmiş.
Farklı
görüş açılarından alarak, tüm ayrıntıları önünüze seriveren film, size özgün
bir kurgu ve “karar” olanağı
verdiğinden, ilginç bir sinema deneyimi oluşturuyor…
Reversal
of Fortune (Talihin Dönüşü)
Y:
Barbet Schroeder, S: Alan Dershowitz’in kitabından Nicholas Kazan, G: Luciano
Tovoli, YT: Mel Bourne, SY: Dan Davis, K: Lee Percy, M: Mark Isham, O: Jeremy
Irons, Ron Silver, Glenn Close, Annabella Sciorra, Uta Hagen, Fisher Stevens,
Christine Baranski, Christine Dunford, Felicity Huffman. 1990.
Barfly
Bar Kelebeği...
Yaratıcılık,
Pasolini’nin dediği gibi, “yaşama içgüdüsüne zarar vermek”se eğer, yaşamla
sürekli bir çelişmeyi, çekişmeyi gerektiriyor elbet. Dünyaya dair bir sorunuz,
yaşama dair bir sorununuz olmalı.
Henry
Chimaski, Charles Bukowski’nin filmdeki izdüşümü, dünyayla ve yaşamla böylesi
bir çelişme / çekişmeyi, kenar mahalle barlarında, ayyaşların arasında, “alt
tabaka”nın içinde buluyor.
İnsanlardan
nefret etmese de, “etrafında olmadıkları zaman kendini daha iyi hisseden”, kaba
görünümlü bir ince yaratıcı Henry: Şiirini içinde yaşadığı pislikten süzüyor.
“Bazıları
asla çıldıramazlar, ne çekilmez bir hayat onlarınki” diyen bu adamın sevgilisi
de, kendisi gibi ayyaş bir başka bar kuşu olan Wanda. O ise yaşamla çelişmesini
“nefret”le özetliyor, “İnsanlardan… Polislerden… Nefret ediyorum” diyerek…
Ve
birlikte dalıyorlar, Tracy Chapman şarkılarındaki, “Amerika’nın arka
sokakları”na, rüyanın öteki yüzüne, fakirliğe, pisliğe, alkole…
Belirlilikten,
sıradanlıktan nefret eden Henry’yi, “olmak istemediği şeyler, yapmak istemediği
işler, gitmek istemediği yerler” yoruyor, “birisi, ‘herkes bir şey olmalı’
kuralını koymuş diye”… Wanda ile birlikte yapacakları tek şey “birbirleri için
içmek”tir oysa…
Henry,
yazdıklarını sanat dergilerine postalasa da, “öldükten sonra keşfedilmeyi”
bekliyor daha çok…Wanda kafasını yardığında, aynanın karşısına geçip kanlı
yüzünü seyrederek de şiir üretmesini biliyor Henry…
Yaratı
yaratıcıyla, çılgınlar çılgınlarla, fakirler fakirlerle, marjinaller
marjinallerle buluşuyor eninde sonunda (Ece Ayhan, Henry ile Wanda’yı çok
severdi herhalde)…
Beat
Kuşağı’nın önemli şairlerinden Charles Bukowski’nin, özyaşamsal öğeler taşıyan,
“sinemadan nefret ettiği”ni belli edercesine tiyatral bir yapıda yürüyen, bir
mekanda fazlaca duran (ama hiç sıkıcılığa düşmeyen), diyalogları üzerinde epey
kafa yorulmuş senaryosuna dayanarak çekilmiş Barfly…
Chaiers
du Cinéma’da Jean-Luc Godard’ın asistanlığını yapmış, eski eleştirmen, Alman
asıllı Fransız yönetmen Barbet Schroeder, hiçbir kaygı duymadan, tiyatral bir
film yapmanın da kendine özgü bir tadı olacağının bilincinde, düzgün bir film
çıkarmış ortaya, kimi zaman absürde varan abartmalara da girerek…
Schroeder’in
yönetiminde, Wim Wenders’in hemen bütün önemli filmlerinin görüntü
yönetmenliğini yapmış olan Robby Müller’in kamerası, Henry ile Wanda’nın “pis” çevresine yöneliyor, bu iki insanın
“içine” girmeye çalışırken. Objektifi kirleniyor kameranın, set kirli, ışıklar
tozdan parlaklığını yitirmiş. Ama Barfly’ın tadı o “pislik”ten süzülüyor yine…
Müthiş Mickey Rourke ve çarpıcı Faye Dunaway’in oyunculuk sololarıyla…
Barfly’ın
özeti: Yoldan geçerken, “ateşiniz var mı?” dediler diye, “adamdan sayılma”nın
sevinciyle gözleri parlayan yaşlı ayyaş!
Barfly
(Bar Kelebeği)
Y:
Barbet Schroeder, S: Charles Bukowski, G: Robby Müller, YT: Bob Ziembicki, M:
Jack Baran, K: Eva Gardos, O: Mickey Rourke, Faye Dunaway, Alice Krige, Jack
Nance. 1987.
Ang Lee
Ang
Lee’nin dikkate değer diğer filmleri: Xi Yan (1993), Yin Shi Nan Nu (1994),
Sense and Sensibility (1995), The Ice Storm (1997), Brokeback Mountain (2005),
Life of Pi (2012)…
Crouching Tiger, Hidden Dragon
Kaplan
ile Ejderha
Çeşitli
festivallerden ve eleştirmen derneklerinden gelen ödüllerden sonra, en iyi
yönetmen ve yabancı film dalında Altın Küre de alınca, Kaplan ve Ejderha
muhtemel Oscar adayları arasında iyice öne çıktı.
Efsanelerle
dolu geleneksel Çin kültürünü nostaljik bir bakışla yansıtan bir romandan
uyarlanmış, Uzakdoğu usülü dövüş sahneleriyle bezenmiş bu epik ve romantik
macera, yönetmen Ang Lee’nin gedikli senaryo yazarı James Schamus’un deyişiyle
“savaş sanatıyla birleştirilmiş bir Sense and Sensibility”!
Ustalarının
mirası olan Yeşil Kader isimli tarihi kılıcı, çalınarak satıldığı zengin ve
soylu bir aileden geri almak için hayatlarını feda etmeyi göze alan, bu uğurda
mücadele ederken aşklarını yaşayamayan iki efsanevi savaşçının yolları,
sevmediği bir adamla evlendirilmek istenince yasaklarla çevrili hayatı daha da
çekilmez hale geldiği için evinden kaçarak macera hayallerini gerçekleştirmek
üzere tehlikelerle dolu bir yolculuğu çıkan genç bir kadınla kesişir...
Kaplan
ve Ejderha, en baştan söylemeliyim ki, gördüğüm en sanatsal dövüş filmi, çok
özgün ve çarpıcı bir çalışma. 19. yüzyıl Çin atmosferinin görkemli ve ayrıntılı
bir çevre tasviriyle kurulması, Matrix’teki çalışmasıyla tanınan dövüş
koreografı Yuen Wo Ping’in desteğiyle gerçekleştirilen hareketli sahnelerin göz
kamaştırıcı başarısı, karakterlerin ve duyguların incelikli diyaloglarla sağlam
biçimde işlenmesi, yoğun bir hazırlık sonrasında dövüş sahnelerinde neredeyse
hiç dublör kullanmaya ihtiyaç duymayan oyuncu kadrosunun güçlü yorumları, erkek
kahramanların hakim olduğu dövüş filmleri türüne kadın karakterler öne
çıkarılarak farklı bir duyarlılık getirilmesi, hız ile derinlik arasında etkileyici
bir denge kurularak hem sürükleyici hem şiirsel bir üslup oluşturulması,
kılıçla dövüşlerin ağaçlar arasında uçarak yapılmasının getirdiği olağanüstü
lezzet, filmin başlıca özellikleri…
The
Wedding Banquet, Sense and Sensibility, The Ice Storm ve Ride With The Devil
filmleriyle hem ünlü hem saygın bir yönetmen olan Tayvanlı Ang Lee’nin ödüller
kadar övgülerle de parlayan bu çalışmasında, John Woo’nun Hong Kong dönemindeki
gözde oyuncularından biri olan ve Jodie Foster’la birlikte kamera karşısına geçtiği
Anna and The King’le ilk Hollywood denemesini yapan Chow Yun Fat, gençliğinde
bale ve yüzmeyle uğraştıktan sonra 1983 Malezya güzeli seçilince reklam
filmlerinden oynamaya başlayan ve sinemada henüz sadece Tomorrow Never
Dies’daki Bond kızı olarak tanınan Michelle Yeoh, ödüllü bir dansçıyken
sinemaya geçen ve bu filmdeki performansı epey beğenilen genç Zhang Ziyi
başrolleri paylaşıyor...
Crouching
Tiger, Hidden Dragon (Kaplan ve Ejderha)
Y:
Ang Lee, S: Wang Du Lu’nun romanından James Schamus, Wang Hui Ling, Tsai Kuo
Jung, G: Peter Pau, Yuen Wo Ping, YT: Tim Yip, SY: Wang Jian-Quo, Eddy Wong,
Yang Xing-Zhan, Yang Zhanja, Zhao Bin, K: Tim Squyres, M: Tan Dun, O: Chow
Yun-Fat, Michelle Yeoh, Zhang Ziyi, Chang Chen, Cheng Pei Pei, Lung Sihung.
2000.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)