David
Lynch’in dikkate değer diğer filmleri: The Elephant Man (1980), The Straight
Story (1999)…
Ali Hakan'ın film izlenimleri...
Filmlerle ilgili izlenimler... Ayrıca, 1987 yılından bugüne çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış film eleştirilerimi arada bir sunuyorum, bizim kuşaklar hatırlamaktan, yeni kuşaklar öğrenmekten keyif alırlar, başka filmleri keşfetmek için bir çıkış noktası olarak alırlar umarım...
22 Aralık 2019 Pazar
Lost Highway (Kayıp Otoban)
Kayıp
otoban
“Mavi
Kadife”, “Vahşi Duygular” ve “İkiz Tepeler”in yönetmeni David Lynch, yine
kapalı kutu, alabildiğine karmaşık, iyice anlaşılmaz bir film yapmış.
Anlatmaya
değil çağrıştırmaya, göstermeye değil sezdirmeye çalıştığı söylenebilir, ama
kısaca, hikayesini değil imajlarını önemseyen bir yönetmenle karşı karşıya
olduğumuz kesin.
“Postmodern”
bir sinema tarzı tutturduğu, kendine özgü karanlık ve karamsar bir atmosfer
kurduğu söylenen Lynch’in, kişileri ve olayları “olağandışı” , ama asıl
önemlisi görsel dünyası olağanüstü.
Belki
de “Kayıp Otoban”, müthiş bir görsel tasarım yeteneğinin,
kamera-ışık-dekor-kostüm çalışması ile beyazperdeye yansıttığı görüntülere
zevkle ve heyecanla bakmak için seyredilebilir.
Ama
ne yazık ki hepsi bu galiba…
Lost
Highway (Kayıp Otoban)
Y:
David Lynch, S: David Lynch, Barry Gifford, G: Peter Deming, YT: Patricia
Norris, SY: Russell Smith, K: Mary Sweeney, M: Angelo Badalamenti, O: Bill
Pullman, Patricia Arquette, John Roselius, Louis Eppolito, Jenna Maetlind.
1997.
Twin Peaks: Fire Walk With Me (İkiz Tepeler: Ateş Benimle Yürür)
“Gibi”
yapan bir film!
Bütün
dünyada yankılar yaratan televizyon dizisi “İkiz Tepeler”in “ölü kadın
kahraman”ı Laura Palmer, dizinin yaratıcısı olan ünlü yönetmen David Lynch
tarafından, vahşi bir cinayete kurban gitmeden önceki son 7 günüyle
beyazperdeye getirildi ve yine “heyecan”la karşılandı.
Ülkemizde
“Fil Adam”, “Mavi Kadife”, “Vahşi Duygular” gibi “sıra dışı” filmleriyle
tanınan ve kimileri tarafından “sinemanın Salvodor Dali’si” diye anılan David
Lynch, hakkında yürütülen, “çılgın”, “tuhaf” gibi sıfatlarla yüklü “efsane”ye
leke sürdürmemeye kararlı görünüyor.
Önceki
filmlerinde görülen “ürkütücü, tiksindirici, sert ve sarsıcı” atmosfer, belli
bir “içtenlik” ve dünyaya yönelik bir “sahicilik” taşıyordu. Ama bu kez,
“entelektüel” değil, “entel” bir bakışı var yönetmenin. İyi cilalanmış bir
yavanlık örneği!
Film,
sanki karmaşık, sanki derin! Oysa, yüzeyde görülen bütün “biçimci” çaba, kolay
bir “tavlama” yöntemi olan bütün “özgünlük” halesi, altta yatan bildik ve basit
öyküyü, “ilk bakışta sakin ve kendi halinde görülen tipik Amerikan kasabasında,
içten içe yaşanan vahşi ve yozlaşmış dünya” temasını, “’iyi” bir filme
dönüştüremiyor.
“Avaz
avaz” simgeler, marazi ve garip tipler, kırmızı ağırlıklı renk yapısı, Lynch’in
“sinemacı kumaşı”nı kanıtlayan görsel kalitesi ve “parıltılı” oyuncu kadrosu,
her şey, ama her şey biraz “iğreti”, biraz “yapay” duruyor, bilinen David Lynch
özelliklerinin bu kez ifrada vardığı ve “parlak bir gösteri” olarak pazara
sunulduğu film, “sıkıcı” olmaktan öteye gidemiyor…
Twin
Peaks: Fire Walk With Me (İkiz Tepeler: Ateş Benimle Yürür)
Y: David Lynch, S: David
Lynch, Robert Engels, G: Ronald Victor Garcia, YT: Patricia Norris, M: Angelo
Badalamenti, K: Mary Sweeney, O: Sheryl Lee, Ray Wise, Madchen Amick, Dana
Ashbrook, David Bowie, Miguel Ferrer, Pamela Gidley, Heather Graham, Chris
Isaak, Moira Kelly, Jürgen Prochnow, Harry Dean Stanton, Kiefer Sutherland, Grace
Zabriskie, Kyle MacLachlan. 1992.
Wild at Heart (Vahşi Duygular)
Sarsıcı
bir yönetmenin seks ve şiddet masalı
Cannes
Şenliği’nde en iyi film ödülünü, yuhalamalar ve alkışlarla karışık alan Vahşi
Duygular, ülkemizde Fil Adam ve Mavi Kadife filmleriyle tanınan yönetmen David
Lynch’in en “aşırı” çalışması.
Bu
bakımdan, önceki filmlerinden de fazla ´´bıçak sırtında´´nda: İyi ile kötü
arasındaki ince sınır üzerinde duruyor…
Çünkü
Lynch, günümüzde birçok insanın taşıdığı korkularını ve tiksintilerini, sanatçı
duyarlılığı ve becerisiyle perdeye aktarmış. Çevremizde gördüğümüz,
görebileceğimiz ne kadar çirkinlik, kötülük, iğrençlik ve çürümüşlük varsa, bu
filme toplamış sanki. Böylece, insanı rahatsız eden, sarsıcı ve sorgulatıcı bir
bütün çıkarmış ortaya. Tepki duyacaksak, filme değil, bu filmi yaptıran dünyaya
duymalıyız!..
Öykü
son derece basit: Kendisine bıçak çeken bir adamı öldürdüğü için girdiği
hapishaneden çıkan genç Sailor, sevgilisi Lula ile yeniden buluşuyor ve ilişkilerini
engellemeye çalışan “kötü anne” Marietta ile onun peşlerine taktığı dedektif ve
katilden kaçmak için, Amerika’nın derinliklerine doğru yola düşüyorlar
arabayla. Bu yolculuk boyunca, serseriler, katiller, fahişeler, porno filmciler,
trafik kazaları, cinayetlerle dolu bir dünyayla karşılaşacaklardır…
David
Lynch, sinema estetiğine çok hakim, belli bir görsel tarza sahip bir yönetmen.
Bu yüzden, filmdeki tüm “aşırılık”lar, “sertlik”ler, alabildiğine etkili
oluyor: Müzik, kamera ve kurgu baş döndürücü, oyunculuklar ise, filmin
mantığına çok uygun bir abartıyla ortaya konulmuş ve ustaca…
Daha
ilk görüntüyle, çok yakın çekilmiş bir kibrit aleviyle, Lynch bunun abartılmış
bir öykü olacağını belli ediyor. Ve iki saat boyunca, tüm karakterlerin, tüm
olayların, tüm görüntülerin en uç noktalarda sergilendiği bir film
izliyorsunuz. Ama tüm bunlar, her an var olan gerçekler aslında. Lynch, yaşanan
şiddeti ve tehlikeyi alıp önümüze koyuyor, yalnızca abartıyla yoğurarak…
Tam
bu noktada, filmin barındırdığı ikilem çıkıyor karşımıza: İlk olarak, bu
abartı, bu aşırılık, izleyen üzerindeki etkiyi zedeleyebilir, “yok canım, böyle
şey olmaz” duygusuna götürebilir. İkincisi ve daha önemlisi, bunca aşırı şiddet
unsuru, sonunda izleyeni şiddete alıştırabilir! Ki, filmi izlediğim seansta,
seyircilerin büyük kısmı, dağılan beyinlere, kopan ellere, uçan kafalara,
yerlere saçılan kanlara, kahkahayla karşılık veriyordu. Bu garip tepkide, Vahşi
Duygular gibi, bolca şiddet görüntüleri içeren filmlerin payı olduğu reddedilebilir
mi? Yine de, aynı görüntülere kahkahalarla gülenlerin yanı sıra, benim gibi
midesi bulanan ve siniri bozulanlar da olduğuna göre, bu bir bilinç sorunudur:
Her sanat eseri gibi, Vahşi Duygular’ın da son niteliğini belirleyecek olan,
seyircinin ta kendisidir.
Aynı
tehlike, filmde büyük ağırlık taşıyan cinsellik için de geçerlidir örneğin.
Birçok kişi, cüretli sevişme sahnelerinden, bir seks filmi izlenimi alabilir.
Ama, Lynch’in bu konuya verdiği önem, cinselliği, “hayatın yaşamaya değer
olduğuna dair bir sinyal” gibi görmesindedir. Oysa cinsellik de, şiddeti
barındırmaktadır Lynch’in filmlerinde; şehvetten zorbalığa uzanan bir çizgide.
Her konuda olduğu gibi, ateş vardır yine: Sailor ve Lula, bu çekilmez dünyada,
birbirlerini delice sevmekte, bu sevgiyi, belki de onca şiddetin arasında,
yalnızca cinsellikle yaşayabilmektedir. Durmadan sevişir, tehlikelere
duydukları tepkiyi, rock müziği eşliğinde tepinerek dışavurular…
Belki
de, tek başına Elvis Presley taklidi, filmin tüm temasını ortaya seriyor: Bir
adamın kafasını yerlere vurarak beynini dağıtan Sailor, şimdi yumuşak, sevecen
bir adamdır ve sevdiği kadına romantik bir şarkı söylemektedir. O, hem
duygusallığı, hem de sertliği barındırmaktadır kendisinde, ve şarkısını
dinleyen kadınların hayran çığlıklarla, isterik bağırışlarla verdiği karşılık,
yaydığı kültürün güçlü kanıtıdır…
Tıpkı,
şiddet görüntülerine gülenler gibi…Tıpkı, insanların cıvıl cıvıl, mutlulukla
dolaştığı bir caddeden geçip, köşeyi döndüğünüzde, vahşi bir cinayete tanık
olabileceğiniz bu dünya gibi…Tıpkı, yaşam coşkusuyla evinize dönerken, sizi
soymak için karşınıza çıkan biri tarafından bıçaklanabileceğiniz bu dünya gibi…
Herşeyin iki yüzü var. Her türlü kötülüğü ve çirkinliği filmine taşıyan,
alabildiğine karamsar görünen Lynch’in sinemasının bile: Onca rahatsız edici
sahnelerden sonra, ulaşılan “mutlu son” gibi…
Yine
aynı yerdeyiz işte: Dünya, ikilemlerin dünyası!..
Evet,
Lynch’in dediği gibi bir “peri masalı”
belki de Vahşi Duygular, ama bu korkutucu dünyada mümkün olabilecek bir
peri masalı…
Wild
at Heart (Vahşi Duygular)
Y:
David Lynch, S: Barry Gifford’ın romanından David Lynch, G: Frederick Elmes,
YT: Patricia Norris, K: Duwayne Dunham, M: Angelo Badalamenti, O: Nicolas Cage,
Laura Dern, Willem Dafoe, Diane Ladd, Harry Dean Stanton, Isabella Rossellini,
Grace Zabriskie, Sherilyn Fenn. William Morgan Shepard. 1990.
Blue Velvet (Mavi Kadife)
Konusu değil, dili fantastik...
Liseli
bir genç. Kesik bir kulak. Polis. Araştırma. Seksi bir şarkıcı. Sado-mazohizm.
İlk cinsel deneyim. Uyuşturucu satışları. Dehşet. Aşk. Cinayet…
Özünde
çok basit bir polisiye öyküsü var Mavi Kadife’nin. Ama film, konusundan çok,
sinemasal niteliğiyle öne çıkıyor.
Türkiye’de
de gösterildiği sıralarda büyük ilgi çeken Film Adam filminin yönetmeni David
Lynch’in bu çalışması, seyirci için büyük bir referans olacak kadar bol ödüle
sahip: 1987 Avoriaz Fanstastik Filmler Şenliği en iyi film, Los Angeles ve
Boston Film Eleştirmenleri en iyi film, Los Angeles ve Boston Film
Eleştirmenleri en iyi yönetmen ve en iyi film ödülleri; ayrıca birçok listede
üst sıralar…
Mavi
Kadife’de Lynch, konusu ile değil, örgüsü ve sinema dili ile “fantastik” bir
film çıkarıyor ortaya (Avoriaz’da birincilik aldığında, filmin “yeterince
fantastik” olmadığını öne sürerek ödülü eleştirenler olmuştu).
Düz
bir polisiye öykü, fantastik filmlere özgü bir ayrıntı zenginliği, kamera-ışık
kullanımı ile müthiş bir atmosfere ulaşıyor.
Ingrid
Bergman ile Robert Rosselini’nin kızları Isabella Rosselini’nin cinsel
çekiciliği ve doruk noktalarında çok iyi kullanılmış slow-motion tekniğiyle,
estetize edilmiş bir sado-mazohizm de var Mavi Kadife’de…
Polisiyeden
psikolojiye uzanan, çok düzeyli bir sinema gösterisi anlayacağınız…
Blue
Velvet (Mavi Kadife)
Y:
David Lynch, S: David Lynch, G: Frederick Elmes, YT: Patricia Norris, K:
Duwayne Dunham, M: Angelo Badalamenti, O: Kyle MacLachlan, Isabella Rosselini,
Dennis Hopper, Laura Dern, Hope Lange, Dean Stockwell, Brad Dourif, Selden
Smith. 1986.
9 Kasım 2015 Pazartesi
David Fincher
David Fincher’ın dikkate değer diğer filmleri: Seven (1995), Panic Room (2002), Zodiac (2007), The Social Network (2010), Gone Girl (2014)…
Fight Club (Dövüş Kulübü)
Gerçekten
uyuyamazsan, gerçekten uyanamazsın!
Birkaç
kez farklı adlar kullanmasına rağmen asıl adını hiç duymadığımız, ama filmdeki
bazıları gibi Jack diye anacağımız kişiyi, ilk olarak, ölümle burun buruna
geldiği bir anda görüyoruz: Jenerik boyunca vücudunun içinde hızla gezinen,
damarlarının arasından süzülen, sonra beyninden geçen kamera, kafasından dışarı
çıkıp terli alnından ve yüzünden aşağı kayarak, ağzındaki silahın namlusundan
geçiyor ve yüzünü gösteriyor. “İşte bu kadar, son üç dakika” diyor, silahı
Jack’in ağzının içine doğrultmuş olan adam, “söylemek istediğin bir şey var
mı?”
Bağlanmış
olduğu sandalyede, içinde bulunduğu durumun vehametinden ziyade ağzının
içindeki silahın temiz olup olmadığına aklı takılan Jack çaresizce dinlerken,
yüzünü tam olarak göremediğimiz adam, çevredeki birçok binanın altına bomba
yerleştirdiklerini anlatıyor. Ve işte o anda, Jack bu berbat duruma nasıl
geldiğini hatırlamaya çalışıyor, sonra da bize anlatmaya başlıyor...
30
yaşlarında, yapayalnız yaşayan, büyük bir otomobil şirketinde üretim hatasından
kaynaklanan trafik kazalarıyla ilgili bir tazminat müfettişi olarak çalışan
Jack, hem işinden bezmiş, hem de hayatından, arkadaşı ya da sevgilisi yok,
üstelik aylardır uykusuzluktan mustarip...
İçindeki
boşluğu doldurma ümidiyle evini yeni eşyalarla doldurmaya girişen Jack,
kataloglardan seçerek kuryeyle getirttiği çeşit çeşit eşyayla evini tam bir
“katalog sayfası”na çeviriyor. Ama, sıkıntılı hayatına bir meşgale katmak için
başladığı bu alışveriş tutkusu sonucunda evi tıka basa dolduğu halde, kendi içi
hala boş, üstelik uykusuzluk da baki...
Son
bir ümitle ilaç vermesi için yalvardığı doktor, ona uykusuzluktan ölmeyeceğini
söylediğinde, çok acı çektiğini belirten Jack, beklemediği bir cevap alıyor:
“Testis kanserlilerin dayanışma toplantısına git de gerçek acı neymiş gör!..”
Jack,
orada gerçekten acıyı görüyor ve hissediyor, ama aradığı şifayı da buluyor:
Hormon tedavisi yüzünden büyüyen göğüsleri göbeğine kadar sarkmış iriyarı bir
adam, aynı hastalıktan mustarip sandığı için ona sarılıp hüngür hüngür
ağladığında, Jack de kendini kaptırıp ağlıyor ve birden rahatlıyor. O gece,
aylardır ilk kez mışıl mışıl uyuyor, bir bebek gibi...
Hem
duygusal bir paylaşım yaşatarak insani bir ilişki fırsatı yarattığı, hem de
rahatlamasını sağlayarak uykusuzluktan kurtardığı için, dayanışma toplantıları
Jack’in hayatının yeni meşgalesi oluyor. Artık her akşam bir toplantıya
katılıyor: Bir akşam tüberkülozlu, öteki akşam alkolik, bir akşam kanserli,
öteki akşam melankolik! Sahte hasta Jack’in acıları, gerçek hastalar sayesinde
azalıyor...
Marla
Singer ortaya çıkana kadar! Sigara tiryakisi, bakımsız, rüküş, baygın bakışlı
bu kadın, Jack’in katıldığı her toplantıda ortaya çıkmaya başlıyor ve işin
tadını kaçırıyor. Çünkü sadece “sinemadan daha ucuz olduğu ve üstelik bedava
kahve de verildiği” için bu toplantılara katılıyor, yani o da Jack gibi bir
“sahte hasta”, üstelik tek amacı da vakit geçirmek! Bir başka sahte hastanın
varlığını farketmek “gerçeklik” duygusunu zedelediği için, onu gördükçe Jack’in
konsantrasyonu bozuluyor, dolayısıyla artık rahatlayamıyor ve yine uykusuzluk
çekmeye başlıyor. Neyse ki, kısa bir tartışmadan sonra, aynı toplantılarda
bulunmamak üzere anlaşarak, günleri paylaşıyorlar...
O
günlerde Jack, bir iş seyahatinden dönerken, uçakta yanında oturan genç bir
adamla tanışıyor: Evinde ürettiği güzellik sabunlarını pahalı kozmetik
mağazalarına pazarlayan, ayrıca boş zamanlarında bir sinemada makinistlik ve
bir otelde garsonluk da yapan Tyler Durden. Birbirlerine telefon numaralarını
verip ayrılıyorlar...
Ama
az sonra Jack, dayayıp döşemek için onca zaman kafa patlattığı evinin yanıp kül
olduğunu görüyor: O gelmeden az önce, muhtemelen gaz kaçağından dolayı bir
patlama olmuş, bütün eşyaları yanmış ya da parçalanarak caddeye fırlamış...
Evsiz
barksız kalan Jack’in aklına Tyler’ı aramak geliyor, zaten sığınabileceği başka
bir arkadaşı da yok. Bir barda buluşup sohbet ediyorlar. Kendinden emin ve
serseri haliyle “Jack’in tam zıddı” olan Tyler, tüketim toplumu üzerine
eleştirel bir nutuk attıktan sonra, “sahip olduğun şeyler sonunda sana sahip
olmaya başlar” diyor. Kendi hayatının tam da onun eleştirdiği gibi olduğunu
farkeden Jack, onu şaşkınlık ve hayranlıkla dinlerken, içindeki “öteki”yle
yüzleşiyor sanki!..
Bardan
çıkıp Tyler’ın evine giderlerken, birden dönüp “bana bir iyilik yap,
vurabileceğin kadar hızlı vur” diyor Tyler. Bir kez daha şaşkına dönüyor Jack,
ne demek istediğini anlamaya çalışıyor. “Vur” diyor Tyler, “ben istiyorum,
atabileceğin kadar hızlı bir yumruk at bana”!
Jack isteksizce suratına bir yumruk indiriyor. Tyler önce kıvranıyor,
gerçekten canının yandığını söylüyor, sonra birden o da Jack’in karnına bir
yumruk atıyor. Ardından, dövüşmeye başlıyorlar, yumruk yumruğa!
Biraz
sonra yara bere içinde nefes nefese kaldırıma oturduklarında, Jack “bunu ara
sıra yapmalıyız” diyor. O kadar rahatlıyor ki bu dövüş sayesinde, o gece
Tyler’ın sefil bir mahalledeki izbe evinde, uzun zamandır ilk kez mışıl mışıl
uyuyor yine. Dövmek ve dövülmek, Jack’in sıkıntısına dayanışma toplantılarından
daha iyi geliyor...
Dövüş
Kulübü, işte böyle kuruluyor. Tyler’ın döküntü evinde birlikte yaşamaya
başlayan iki arkadaş, her cumartesi gecesi, aynı barın arkasında birbirlerine
giriyorlar. Onların keyif aldıklarını gören bazı bar müdavimleri de yanlarına
geliyor, sonra onlar da birbirleriyle dövüşmeye başlıyor ve yavaş yavaş
sayıları artıyor. Ve artık sokakta dövüşemeyecek kadar kalabalıklaştıklarında,
barın bodrumuna geçiyorlar, Dövüş Kulübü’nün merkezi de burası oluyor.
Tyler
ve Jack’in önderliğinde, cumartesi geceleri bazı kurallar çerçevesinde gizlice
toplanan, birbirlerini kıyasıya döverek öfkelerini ve saldırganlıklarını
boşaltan, fiziksel acılar sayesinde ruhsal acılarını unutmaya çalışan şoförler,
çöpçüler, garsonlar ya da memurlar, işlerinden bıkan ve hayatlarından sıkılan,
alt ve orta sınıflardan, yabancılaşmış şehirli erkekler...
Dövüş
Kulübü, yumruk indirdikçe ve yumruk yedikçe yaşadıklarını hisseden,
birbirlerini döverek dostluk kuran,
yüzlerindeki yaraları erkeklik simgesi gibi gururla taşıyan üyelerine
bir “aidiyet” de sağlıyor. Gizli olduğu halde kulaktan kulağa yayılarak
popülerleşen kulüp, giderek genişliyor...
Tyler’ın,
kendisine haber vermeden, salı ve perşembe geceleri de kulüp toplantıları
düzenlediğini öğrenen, hatta başka şehirlerde de şubeler açtığına dair
dedikodular duyan Jack, bu gelişmelerden endişelenmeye başlıyor. Ama, kendisine
hayran olan sadık üyelerin artmasından çok hoşlanan Tyler, giderek kulübü bir
siyasi örgüt haline getirmekten de çekinmiyor.
Kıyasıya
döverek ve dövülerek kişisel rahatlama sağlamak gibi “masum” bir amaçla yola
çıkan Dövüş Kulübü, Tyler’ın “ancak sahip olduğumuz herşeyi kaybettiğimizde
herşeyi yapabilecek kadar özgür oluruz” sözleriyle harekete geçerek, tüketim
toplumuna karşı kargaşa ve tahrip eylemlerine yönelen bir terörist örgüte
dönüşüyor.
Bu
süreç içinde, kendisine ilgi duyan Marla Singer’ı ateşli ve gürültücü bir yatak
arkadaşı olarak Tyler’ın elde ediverdiğini gören Jack, liderliğini tamamen
Tyler’a kaptırdığı Dövüş Kulübü’nde de işlerin çığrından çıkmasına müdahale
edemiyor.
Çalışmak
ve tüketmekten ibaret hayatlarında kişiliksizleştikleri için Dövüş Kulübü’ne
katılmaktan medet uman adamların, bu kez de Tyler’ın düşünceleri ve emirleri
karşısında kişiliksizleştiklerini gören Jack, sokakta kavga çıkarmaktan
geceleri otomobillerin farlarını kırmaya, marketlerdeki otomatik fiyat
etiketlerini sıfırlamaktan vitrin camlarını indirmeye uzanan Dövüş Kulübü
eylemlerinin, kundaklamadan bombalamaya kadar ilerlediğini gördüğünde, bu
gidişe engel olmaya karar veriyor, ama artık çok geç olduğunu da farkediyor!..
“Yaratık
3” ve “Oyun”un yanısıra, özellikle kara film tarihine bir köşetaşı diktiği
“Yedi”yle son on yılın en dikkat çekici çıkışını yapan yönetmen David Fincher,
bir kez daha, hem üslup hem de hikaye açısından kasvetli ve şaşırtmacalı,
göndermeleri ve yan anlamları zengin bir filmle karşımızda...
Jim
Uhls’un, Chuck Palahniuk’un çok satan romanından, birçok monolog ve diyaloğu
birebir kullanarak uyarladığı senaryo, hikayeyi geliştirirken aniden
dalıverdiği ayrıntılarla, Fincher’a müthiş bir imkan sunuyor:
Jack’in
kendi hikayesini anlatırken anı parçalarını kafasında birleştirmeye çalışması,
bazı şeyleri sonradan hatırlayarak araya girmesi, hem kendisine hem de topluma
dair eleştirel ve alaycı yorumlar yapması, Fincher’ın bilinen karanlık ve
gergin dünyasına, kıpır kıpır bir kamera, hınzır bir kurgu ve coşkulu bir
müzikle, taze bir keyif ve kışkırtıcı bir mizah da getiriyor.
Zıpkın
gibi kamera kaydırmalar, aşırı yakın planlar, ağır veya hızlı çekimler, zaman
zaman patlayan flaşlar, kendine özgü renkler taşıyan rüya-kabus parçaları ve
donuk karelerle başlayıp biten geriye dönüşlerle, Jack’in zihnindeki yolculuğu
heyecanlı bir acelecilikle perdeye getiren Fincher, hikayesini gerektiği gibi
anlatırken, belki filmi ikinci kez seyretmeyi ayrı bir zevk haline getirecek
küçük oyunlar da oynuyor:
Brad
Pitt’in canlandırdığı “dövüşerek kendini aşan” Tyler ortadan kaybolduktan
sonra, Jack ile Marla’nın önünde kavga ettiği bir sinemanın afiş panosunda,
yine Brad Pitt’in Budizm sayesinde “kendini aşan” bir karakteri canlandırdığı
“Tibet’te Yedi Yıl” filminin isminin yazılı olduğu görülüyor, ama bu arada
Fincher’ın “Yedi” filmi de akla getiriliyor. Daha önce “İlk Korku” ve “American
History X” filmleriyle iki kez aday olduğu Oscar ödülünü alamayan Edward
Norton’ın canlandırdığı Jack, bir sahnede telefonla konuştuğu komisere
inandırıcı biçimde yalan söylerken, kafa sesinden, Oscar kazananların o klasik
cümlesi duyuluyor: “I like to thank the Academy...”
Zaten
film boyunca Jack’in sesi, sadece kendi hikayesini aktarmıyor, filme de
değiniyor: Olayların hızlandığı bir anda, “koltuklarınıza dönün ve
kemerlerinizi bağlayın” çağrısı, ya da önce Tyler’ın “tek kare” sürprizlerini
anlatırken, sonra da filmde beklenmedik gelişmeler olduğunda tekrar ettiği,
“işte burası dönüm noktası, film devam eder, ama seyircilerin neler olup
bittiğine dair en küçük fikri yoktur” yorumu duyuluyor...
Bazı
sinema yazarları tarafından “90’ların Otomatik Portakalı” olarak
değerlendirilen filmin bir yerinde Jack, artık robotlaşmış kulüp üyelerinin
kundaklama hazırlıklarını anlatırken “clockwork” (otomatik) diyor. Tyler,
“kendi iyiliği için uyarmak” üzere silahla tehdit ettiği zavallı bir tezgahtar
koşarak kaçarken, arkasından “koş Forrest, koş” diye sesleniyor, “Forrest Gump”
filminin “saf” karakterine atıfta bulunarak...
Fincher
ve arkadaşları, film boyunca örtülü “nanik”lerle pek eğlenmişler belli ki:
Tyler’ın evinde çatıdan damlayan yağmur sularının ıslattığı bir dergi
görülüyor, Amerika’nın popüler sinema dergilerinden Movieline, kapağında da
Drew Barrymore’un fotoğrafı var, ki kendisi Edward Norton’ın eski sevgilisi...
“İlk
Korku”da ikiyüzlü bir katili, “American History X”te sonradan pişman olan
acımasız bir Neonazi’yi canlandıran Edward Norton, başlangıçta bir tür “yaşayan
ölü” gibi bezgin ve ümitsiz olan, ama zamanla şaşkınlığı üzerinden atarak güç
ve hırs kazanmaya başlayan Jack karakterini, giderek değişen vücut dili ve yüz
ifadeleriyle, yine güçlü biçimde yorumluyor. Filmin anlatıcısı olarak da, acı
mizah tadı taşıyan cümleleri sesiyle yorumluyor: “Kataloglara balıklama daldım
ve hangi eşyalar beni bir kişilik sahibi yapar diye kafa yordum” ya da
“insanlar ölmekte olduğunuzu sanınca, konuşma sırasının kendilerine gelmesini
beklemek yerine, size gerçekten kulak veriyorlar”. Bir kliniğin çöplüğünden
çaldıkları “liposuction” torbalarındaki insan yağlarını “en iyi sabun
malzemesi” olarak değerlendiren Tyler’ın yaptığı “güzellik sabunları”nı pahalı
kozmetik mağazalarına satmalarını ise, şöyle anlatıyor: “Zengin hanımlara,
kendi kıçlarını satıyorduk!..”
“Yedi”den
“12 Maymun”a, “Vampirle Görüşme”den “Joe Black”e kadar, farklı rollerle
“yakışıklı yıldız” sıfatının ötesine geçen Brad Pitt ise, makinistlik yaparken
aile filmlerinin arasına tek karelik penis görüntüleri ekleyen ya da garsonluk
yaparken kremalı çorbalara “vücut sıvıları” katan “sevimli bir bozguncu”yu
canlandırırken, Tyler karakterinin sözleriyle sanki doğrudan doğruya kendisi
gibi “yakışıklı yıldız”ların alet olduğu yanılsamaya da saldırıyor: “İşçi
tulumlarımızın ve beyaz yakalarımızın kölesiyiz, nefret ettiğimiz işlerde
çalışıyor, hiç ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırları satın alıyoruz, televizyon ve
reklamlar bize bir gün hepimizin zengin birer rock yıldızı ya da film yıldızı
olabileceğimizi söylüyor, ama olmayacağız, gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz ve
çok, çok öfkeleniyoruz!..”
Tyler,
Büyük Bunalım ve İkinci Dünya Savaşı gibi Amerikan tarihinin önemli
dönemeçlerine atıfta bulunarak, “bizim bir Büyük Savaş’ımız, bir Büyük
Bunalım’ımız yok, bizim büyük savaşımız ruhsal bir savaş, büyük bunalımımız
kendi hayatlarımız” diyor. Dövüş Kulübü, açıkça çağdaş Amerikan toplumundaki ve
benzerlerindeki “derin hoşnutsuzluk”tan kaynaklanabilecek sorunlara dair siyasi
ve felsefi eğretilemeler içeren bir film zaten...
Afişe
çıkan “Kargaşa. Tahrip. Sabun.” sloganıyla daha baştan faşizmin yükselişini
hatırlatan Fincher, film boyunca militarist eğitim yöntemlerinden, Heidegger’in
Antik Yunan metinlerinden beslenen “ilk insana dönüş” yaklaşımını akla getiren
“arena” çağrışımlı dövüş sahnelerine kadar, çeşitli göndermeler yapıyor. Ama
aynı zamanda, hem Jack’in toplumsal eleştirileri, hem Tyler’ın siyasi
nutukları, sosyalist bir söylem de taşıyor. Anarşizm, Dövüş Kulübü’nün eylemleri
yaygınlaştıkça belirginleşiyor! Nihilizm, baştan sona filmin havasında kendini
hissettiriyor...
Jack
film boyunca birkaç kez “ben aydınlandım” derken, Tyler’ın zor kullanarak da
olsa herkesi “uyandırma”yı kendine görev edinmesi ise, aydınlanmacılığın
kültürel üstünlük iddiasını çağrıştırıyor. Asya kökenli bir tezgahtara yaptığı
“uyarı”, bir nevi tepeden inmeci çağdaşlaştırmayı, “gerikalmış uluslara
uygarlık” götürme çabasını da çağrıştırıyor: Kafasına silah dayayarak, “aslında
ne olmak istiyorsun?” diye soruyor tezgahtara, ecel terleri döken adam
“veteriner” diyor titreyerek, “iyi o zaman, artık bu berbat işi bırakıyorsun,
altı hafta sonra seni bulacağım, eğer veteriner olmak için yola koyulmamışsan
öldürürüm” diye bağırıyor Tyler ve adam can havliyle kaçarken, “yarın onun
hayatının en güzel günü olacak” diyor!..
Bu
tür çağrışımların yanısıra, tüketim toplumunu, sadece karakterlerinin
sözleriyle değil, doğrudan doğruya hikayesinin merkezi olan dövüşlerle de hedef
tahtasına koyuyor film: Dövüş Kulübü’nün üyeleri, birbirlerini kan revan içinde
bırakırken, Jean Baudrillard’ın deyişiyle “en güzel tüketim nesnesi” olarak
“çok sattıran” vücutlarına zarar veriyorlar öncelikle!
Ama
kendi dışındaki “dünya”yı değiştirmedikçe, “tecrit” olmanın sorunları halletmeyeceğini,
sadece geçici rahatlamalar sunacağını farkeden bu kapalı cemaat zamanla
siyasallaşıyor ve kendisini kendisine karşı acımasızlaştıran sistemi hedef
alarak dışa açılıyor, ki bu hem dünyada hem Türkiye’de gündemde olan
“cemaatlerin toplumsallaşması” sürecine de gönderme yapıyor!
Ama
film, bazılarının sandığının aksine, yalnızca “genel durum” tespiti yapmakla
yetiniyor, “taraf” olmuyor, çünkü “kurulu düzen” kadar, “muhalif”lerine de
keskin oklar atıyor, “modern insan”ın acısını ve “kendisi”nden kaynaklanan
çıkışsızlığını işaret ediyor ve belki en çok bu açıdan (ama galiba haklı
olarak) “umutsuz” görülüyor: Dövüş Kulübü’nün birinci kuralı, Dövüş Kulübü
hakkında konuşmamak, değil mi? Konuşma, değerlendirme, sorgulama, eleştirme
yani! Hakim ya da muhalif her örgütlenmenin “kaderi”! İnsanın, farkına varması
ve karşı çıkması yetmiyor, önce “kendi”ni, zaaflarını ve arazlarını bertaraf
etmesi gerekiyor tabii ki!..
Görüldüğü
üzre, Dövüş Kulübü, hem biçim hem de içerik açısından çok çeşitlilik arzeden,
birden fazla katmandan oluşan, birkaç kez seyredilmeye davet eden, farklı
farklı yorumlara kapı açan, farklı farklı tartışmalara kışkırtan bir film...
“Dövüş
Kulübü”nün kurulduğu dünyada kaydadeğer tek kadın (Haşmet Babaoğlu’nun
deyişiyle bir “kara delik”) olarak kalan ve Jack’in “yaşadığımız herşey galiba
onunla ilgiliydi” dediği Marla karakterinin çevresinde gelişen, filmin başından
sonuna kadar belli belirsiz görsel ve sözel ipuçlarıyla örülmüş psikolojik
süreç de, final bölümünde ortaya çıkan “alter ego” sürprizini en başından
itibaren sezdirmeye başlıyor aslında:
Daha
jenerik bölümünde, kamera Jack’in içinden çıkıyor ve onun yüzüne dönüyor
öncelikle, yani Jack kendine bakıyor...
İlk
yarım saat içinde üç kez, önce “sıkıntı merkezi” işyerinde fotokopi makinesinin
önünde, sonra hastanede doktorun “gerçek acı” tavsiyesi sırasında, bir de ilk
dayanışma toplantısında rahip “dostlarına ruhunu açan” bir testis kanserli
adama teşekkür ederken, henüz hikayeye dahil olmayan Tyler’ın görüntüleri,
bilinçaltı işaretleri gibi çakarak, Jack’in baktığı yerlerde bir an için hayal
meyal görünüp kayboluyor!
Jack,
katıldığı bir grup terapi seansında, kendi “mağara”sına daldığında, bir “buzul
mağarası” görüyor ve orada kendisinin “kudret hayvanı” olarak karşısına çıkan
bir penguen ona “sinsi” deyip kaçıyor! Aynı mağaraya yeniden girdiğinde bu kez
karşısına Marla çıkıyor ve ona yine “sinsi” diyor! Jack’in “içinin buz kestiği”
ve “içten içe”, sinsice başka bir kişilik geliştirdiği sezdiriliyor...
Tyler’ın
kişiliği ve görünüşü kadar, evi de Jack’inkinin “tam zıddı” olarak
sergileniyor, çünkü Tyler herşeyiyle Jack’in “öteki”si olarak ortaya çıkıyor!
Nasıl olduğu görülmese de pek gürültülü olduğu açıkça duyulan ilk
sevişmelerinin sabahında, “bezgin” Jack’te böyle bir “ateş” bulmayı beklemediği
için “dün geceye inanamayan” Marla, bir kez bile Tyler’la yanyana görülmüyor ve
onun adını hiç anmıyor, çünkü malum, öyle biri yok!
Jack,
zaman zaman “Tyler’ın sözcükleri benim ağzımdan dökülüyordu”, “ben bunu
biliyorum, çünkü Tyler biliyor” gibi cümlelerle kendisini onunla
özdeşleştiriyor zaten, ama asıl ipucunu, patronunun odasında kendisinin ağzını
burnunu dağıttığı sahnede yumruklarını sallarken veriyor: “Nedense, Tyler’la
ilk kavgamı hatırladım!” Aslında filmin başından sonuna kadar hep kendi
kendisiyle dövüştüğü de, finale doğru güvenlik kameralarından açıkça görülüyor
sonunda...
Jack,
birdenbire ortadan kaybolan Tyler’ı şehirden şehire dolaşarak ararken, “hep
onun bir adım gerisindeydim” diyor bir ara, çünkü yaşadıkları “bilinçaltının
öne geçmesi”nden ibaret zaten. Tyler’ın nihayet açıkça söylediği gibi:
“Hayatını değiştirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordun, ama kendi başına
beceremedin. Ben olmak istediğin şeylerin hepsiyim! Görünmek istediğin gibi
görünüyor, düzmek istediğin gibi düzüyor, yapmak isteyip de yapamadığın herşeyi
yapabiliyorum!..”
David
Fincher, filmi ilk kez seyreden herkesi finalde şaşkına çeviren bu “kişilik
bölünmesi”ni böyle incelikle kurarken, Dövüş Kulübü’nün ortaya çıktığı şehrin
adını da vermiyor, ama yine küçük ipuçları sunuyor: Sık sık adı geçen Starbucks
kahvelerinin ilk kuruluş yeri neresi? Jack’in “gezegenimiz onun adını alacak”
dediği Microsoft’un merkezi nerede? Film boyunca fonda duyulan grunge müziğinin
çıkış yeri neresi? Tabii ki Seattle!
Peki,
bu film yapıldıktan yaklaşık bir yıl sonra ne oldu? Dünya Ticaret Örgütü’nün
toplantısını protesto etmek için, Dövüş Kulübü gibi internet üzerinde
örgütlenerek biraraya gelen farklı akımlardan muhalif gruplar, Seattle
sokaklarında Dövüş Kulübü üyelerine rahmet okutacak bir kargaşa ve tahrip
rüzgarı estirdi!
“Hayat
sanatı taklit ediyor” demeyi ya da “hakikat” yerine “tezahür”lerine tepki
göstermeyi tercih edenleri, kendi hallerine bırakalım: Fincher’ın “öngörü”sünü
takdir etmemek mümkün mü?..
Ama
gene de unutmamak gerek, Tyler Durden’ın “tek kare” şaşırtmacasını bizzat
kullanmaktan çekinmeyen, filmin en sonuna tek karelik bir penis görüntüsü
atarak seyircisine el sallayan bir yönetmen var karşımızda: “Bu da sadece bir
film aslında...”
Tabii
bu arada sizi biraz sarsarak kışkırttıysa ne âlâ!..
Fight
Club (Dövüş Kulübü)
Y:
David Fincher, S: Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından Jim Uhls, G: Jeff
Cronenweth, YT: Alex McDowell, SY: Chris Gorak, M: Dust Brothers, K: James
Haygood, O: Brad Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter, Meat Loaf, Jared
Leto, Zach Grenier, David Andrews. 1999.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)