18 Şubat 2015 Çarşamba

Still Alice

Unutma Beni

Columbia Üniversitesi'nde ünlü bir dilbilim profesörü olan Alice Howland, bir gün doktora gittiğinde Alzheimer'ın başlangıç evresinde olduğunu öğrenir. Eşi ve üç çocuğuyla birlikte sürdüğü hayata başka bir gözle bakmaya başlayan Alice, en genç kızıyla olan ilişkisini düzeltmek için de mücadele verir. Hastalığını başlarda kabullenmek istemeyen Alice, Manhattan sokaklarında kaybolduğunda durumunu daha iyi anlamaya başlar.

Lisa Genova’nın kitabından Richard Glatzer ve Wash Westmoreland’in hem senaryosunu yazdıkları hem yönetmenliğini yaptıkları filmde Julianne Moore, Alec Baldwin, Kristen Stewart ve Kate Bosworth oynuyor.

Doğruya doğru, Oscar'larda kadın oyuncu dalında en güçlü aday Julianne Moore, bütün film boyunca müthiş bir duyarlılık ve tutarlılıkla canlandırıyor karakteri, Alzheimer gibi korkunç bir hastalığı, istemsizce unutmayı, yani aslında beynin yavaş yavaş hayatiyetini yitirmesini anlatıyor film, daha doğrusu bir dilbilim profesörü üzerinden gösteriyor, hem mesleki hem ailevi hem kişisel düzeyde neler yaşadığına odaklanmak istiyor belli ki, ama ne yazık ki beceremiyor, öncelikle yönetmenler çok işlevsiz ve zevksiz, senaryo konusunda da bazı şeyler ele almış, bazı şeyler es geçmişler, bu yüzden hastalığı ve acısını yarım yamalak aktarıyorlar, yine de acı çekmeye değil mücadele etmeye girişen bir kadını canlandıran Moore kesinlikle seyre değer...

13 Şubat 2015 Cuma

Force Majeure

Turist


Tomas, karısı Ebba ve çocukları Vera ile Harry, kış tatili için bir haftalığına Fransız Alplerine giden İsveçli bir ailedir. Tatilin ikinci gününde, öğle yemeği yedikleri sırada, bir çığ düşer. Karlar üstlerine doğru inerken, Tomas ani bir refleksle karısını ve çocuklarını ardında bırakıp kaçmaya başlar. Olay sonrası, karısına yaşattığı hayal kırıklığıyla evliliğinin zorlu bir dönemeçte olduğunu fark eden Tomas, aile düzenindeki yerini tekrar kazanmaya çalışır.

Ruben Östlund’un senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı filmde Johannes Kuhnke, Lisa Loven Kongsli, Clara Wettergren ve Vincent Wettergren oynuyor.

 
Bu yıl İsveç yapımı olarak en iyi yabancı film dalında Oscar adayı seçilen bu film, bir ailenin yaşadığı korkunç bir anı ve o anın üzerlerindeki hasarlarını giderme çabalarını anlatıyor, bu uğurda iki ayrı çiftle birer konuşma dışında karı-kocanın ve bazen de çocukların sıkıntılarını görüyoruz bol bol, ne yazık ki kadının ve çocukların haklı, adamın da sonuna kadar haksız olduğu meselenin taraflarını izlerken, bir çiftten ziyade, insan ve ebeveyn olmak üzerine bir tartışmaya giriyoruz, bu açıdan ilginç, iyi oynanmış, özellikle baş roldeki kadın çok başarılı, bazen bir tebessümle bakakaldığımız, evet biraz ağır, tekrarlar içeren, ama seyredilebilir bir film kesinlikle, orta yaşlı adama genç sevgilisinin sorduğu soruyu sorun kendinize en azından: “Bu durumda siz olsanız ne yapardınız, üstünüze çığ düşerken?”

Selma

Özgürlük Yürüyüşü
1965 yılında, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Alabama’nın Selma kentinden, eyalet başkentine giden 87 kilometrelik yolda, tarihe geçen üç sivil protesto yürüyüşü yapıldı. Martin Luther King öncülüğündeki bu yürüyüşler, ülkedeki değişimin simgelerinden biri oldu, kamuoyunu ateşledi ve Başkan Johnson’un köşeye sıkışarak Oy Hakkı Kanunu’nu çıkarmasını sağladı.


Paul Webb’in yazdığı senaryodan Ava DuVernay’ın yönetmenliğini yaptığı filmde David Oyelowo, Carmen Ejogo, Tim Roth, Tom Wilkinson, Tim Blake Nelson, Common, Tessa Thompson, Lorraine Toussaint, Giovanni Ribisi, Cuba Gooding Jr ve Oprah Winfrey oynuyor.



Açıkçası Oscar’larda sadece iki adaylık almış, en iyi film ve şarkı dallarında, ama hakkını vermek lazım, en iyi film adaylığı zaten her şeyiyle başarılı ve dikkat çekici bir yapıt olduğunu vurguluyor, hatta sürükleyici ve vurucu bir film bu, bir yandan Martin Luther King’in hayatından bir kesiti anlatırken, bir yandan Amerika’da siyah ayrımcılığının bir dönemine ayna tutuyor, gerçi bu hiç bitmeyen, siyah bir başkana rağmen değişmeyen, en son Ferguson olaylarının gösterdiği gibi capcanlı duran bir sorun, bu filmde de dışlanma, baskı, şiddet ve hatta ölümle sonlanan özgürlük ve adalet yürüyüşlerine odaklanarak, muhteşem oyuncular tarafından canlandırılmış insanları görerek, özellikle David Oyelowo’un King yorumunu anmak lazım, donanımlı bir senaryo, duyarlı bir ekip ve incelikli bir yönetmenden, geçmişten bugüne bir ırkçılık ve demokrasi dersi..

Foxcatcher


Amerikalı Mark ve kardeşi Dave Schultz, dünya şampiyonu güreşçiler, aynı olimpiyatlarda altın madalyayı beraber alan ilk kardeştirler. 1988 Seul olimpiyatlarına hazırlanırken, multimilyoner John Du Pont’un desteklediği Foxcatcher Takımına katılırlar, ama paranoid şizofreni hastası olan Du Pont, bir gün Dave'i öldürür, o andan sonra bütün ailesinin hayatı alt üst olur.

Gerçek bir hikayeden yola çıkarak Max Frye ve Dan Futterman’ın yazdığı senaryodan Bennett Miller’ın yönettiği filmde Steve Carrell, Channing Tatum, Mark Ruffalo, Sienna Miller ve Vanessa Redgrave oynuyor.
 
Yönetmen Bennett Miller, henüz iki film çekmiş, Capote ve Kazanma Hırsı, ama ikisi de çok parlak işler olmuş, ikisi de Oscar adaylıkları almış, hatta Capote’yle rahmetli Philip Seymour Hoffman’a ödül kazandırmış, nitekim bu üçüncü filmiyle de kendisi Cannes’da en iyi yönetmen seçildi, ayrıca Oscar’da da kendisinin yanı sıra Steve Carrell ve Mark Ruffalo’ya da adaylık getirdi, ki hakikaten muhteşem oynuyorlar, hatta Channing Tatum da öyle, zaten film de karakter merkezli, onlar arasında bir gerilim ve çatışma işliyor baştan sona, çok sağlam bir film, bilinen bir hikayeyi de çekici kılıyor, merakla seyrettiriyor...